Herkesin bir siyasal anlayışı ve eğilimi vardır. Toplum yaşamına kişisel anlayış ve eğilimlerimize uygun bir siyasal ortam egemense, söz konusu ortam/dönem bizim için iyi bir dönemdir. Cumhuriyet ile gelen Anadolu Devrimi ve aydınlanma süreci, benim de benimsemekte olduğum değerleri toplumsal yaşama yerleştirdi. Bozkırda diz çökerek yaşayan ümmetçiyi çağını özümsemiş yurttaşa dönüştürmeye uğraştı. Bunun için de, her devrim ve her köktenci yeniden yapılanma gibi, yaşamın neredeyse tüm alanlarını bir anda farklılaştırdı. Dolayısıyla, Cumhuriyet’in yok edilme çabasıyla yönlenilen şu anki dönem, benim ve benim gibi düşünenler için kötü bir dönem.
Unutulmamalı ki, her devrim kendi karşıtlarını da üretir. Anadolu Devrimi’nin getirdiği ani değişimden mutlu olmayanlar sonradan örgütlendiler, siyasal temsile kavuştular. Sağ partiler olarak iktidara gelip aydınlanmanın sağladığı kazanımları kemirmeye başladılar. Esasen hiçbir devrim, tüm getirileriyle ilelebet kalıcılık kazanamaz. Tarihteki örnekleri saymaya gerek yok. Hatta bazı devrimler hiç tutmaz ve kısa bir süre sonra silinir gider. Sloganları bugün bile insanlığa yol gösteren Fransız Devrimi ve Anadolu Devrimi gibi bazılarının izleri de, ne kadar yıpratsanız tümüyle ortadan kaldırılamaz. Zaman içinde kimi getirileri aşınsa ve yitip gitse de, özü, o devrimi yapan kadrolardan sonraki kuşaklara yol göstermeyi sürdürür.
Siz sandığa “hayır” atınca sandıktan da “hayır” çıkar mı sandınız?
Siz bir dikta rejiminin -hele de siyasal İslamcı bir sulta söz konusuysa- seçimle işbaşından gittiğini hiç gördünüz veya duydunuz mu? Bazı iyi niyetli muhalifler şimdiden 2019 seçimi için hazırlanıp o seçim sonucunda yeni bir iktidarın oluşabileceğini düşünüyor. Yoksa siz de, çoğunluğun oyu sandığa “hayır” olarak girse bile sandıktan “hayır” sonucu çıkabileceğini düşünenlerden miydiniz? Umutsuzluğa kapılmadan gerçekçi olmanın yararı var. Olan biteni veya olmakta olanı bir gözden geçirelim.
Rejim, karşılaştığı sorunların ortaya çıkmasından yabancı ülkeleri, muhaliflerini vb ama hep kendinden başkalarını suçluyor. Çünkü “milli irade” olarak nitelediği kendi iradesini, denetimine aldığı finansal olanakları ve medyayı tepe tepe kullanarak halka benimsetmeye uğraşıyor; her aracı kullanarak onu tahkim ediyor. Bu amaçla, çağımızın sosyopolitik vebası olan popülizme sapmadan duramıyor. Karmaşık sorunlara geniş kitlelerin hoşuna gidebilecek basit ve aldatıcı yanıtlar getiriyor. Bunun için de, öncelikle aldatılmaya yatkın bir kitleye, daha sonra o kitleye gösterebileceği bir düşmana ve nihayet kışkırtıcı ve hedef gösterici bir söyleme ihtiyacı var. İktidar, bu öğelerin hepsine sahip. Seçmeni yalanla besliyor, onun gerçeği öğrenmesini engellemek amacıyla da –başta yazılı ve görsel basın- kitle iletişimini kısıtlıyor. Muhaliflerine soluk alacak alan bırakmıyor; onları yıldırıyor. Anadolu aydınlanmasının ne kadar getirisi varsa yok ediyor; teker teker ve titizlikle!
Kullanışlı aptallar, mevcut iktidara, “Kemalist vesayet” diye niteledikleri aydınlanma dönemini tasfiye etme konusunda yardımcı olma çabasındayken, işin buralara varabileceğini görenlere o zamanlar “niyet okumayın” diyorlardı. Kimi liberal entelektüellerimiz ve eski solcularımız, “Dikkat edin; bunlar köktendinci ve takiyeci kadrolar” diye uyaranlara “Hele önce bir Kemalist vesayet gitsin; sonra bunların da icabına bakarız” yollu, gerçekçilikle bağdaşmaz argümanlar sunuyorlardı. Şimdi onların da boğazı bizimki gibi sıkılıyor.
Ben, bizim “kullanışlıları” İran’da 1979 dinci devrim öncesinde ve sonrasında “antiemperyalist” olduğu gerekçesiyle Humeyni’yi destekleyen komünist TUDEH’lilere benzetiyorum. TUDEH’in solcuları, İranlı dincileri 38 yıldır ellerinde tuttukları iktidara gelmeden önce ve hatta sonraki dönemlerde hep desteklediler. İlerleyen yıllarda da diğer başka siyasal güçlerle birlikte “tasfiye edilecekler” listesinde yerlerini alıp 3-5 yıl içinde yok oldular.
AKP rejimi, muhaliflerini boğma peşinde. Toplumun kentlerde yaşayan, eğitimli, yüksek katma değer üreten, vergi sağlayan, dinamik kesimini sindirmeye çalışıyor. Bu kesimden çok insan, tam da şu anda kendisi gibilere gereksinim duyan ülkesinden neredeyse soğumuş; dışarılara kaçmaya bakıyor. Bunların tüm değerlerini, kafasına fes geçirtip ortalığa saldığı trol misali az eğitimli, düşük katma değer üreten, kamu yaşamında fazla görülmeyen, edilgen kitlelere yaslanarak aşağılama hevesinde. Yapıyor da! Daha son 19 Mayıs günü Atatürk’ü örneğin Taksim’de ablukaya almışlar; yurttaşların, Atatürk’ün simgelediği değerlerle anıt önünde buluşmasını engellediler. Şiddet tekeline sahip olma olgusunun sağladığı ayrıcalığı zorluyorlar. Bu ne ölçüde sürdürülebilir?
Hukuktan söz etmek artık anlam taşımıyor
Rejim, çevresinde bir kabadayılık mitosu üretmiş. Bu mitosa dayalı tutumunu yurtdışına bile taşıyor. Ekvador başkentinden sonra Vaşington da –ikinci kez- AKP dayakçılarının “çalışkanlığına” tanık oldu. Dışişleri Bakanı diplomatik dille ilişkisini kesmiş, Hollandalı mevkidaşına “lale” edebiyatı yapıp İncirlik’i yasakladığı Alman mevkidaşını “canın isterse” edasıyla kovuyor. Ne demekse, “diklenmeden dik durma” diye üretilen bir anlamsız slogan “diplomatik” davranması gereken unsurların tutumuna da yön veriyor.
Haksız suçlamalarla özgürlüğü elinden alınanlar yetmedi; şimdi de örneğin “suç örgütü üyesi olmaksızın o suç örgütüne yardım etmek” türünden yeni suç tanımları buluyorlar. Yaşamının bir kesimini FETÖ dedikleri örgütle mücadeleyle geçirmiş olduğu kamuoyunca kesin biçimde bilinen bir muhalifi bazen FETÖ’cülükle suçlamak mümkün olmuyor. O vakit de, hukuk literatürüne yeni armağan edilmiş böyle bir suç türü imdada yetişiyor. Amaç, gerçekleri bilmesi istenmeyen seçmeni “kitlesel biçimde” aydınlatan muhalifleri bu etkinliklerinden alıkoymak ve cezalandırmak. Bu türden durumlarda Lafontaine’i anımsayın. Hani masallarından birinde kurt, kuzuyu yemek için “suyumu bulandırdın” diye bir bahane uydurur…
O nedenle, yakınıp durmak artık anlamlı değil. Mevcut rejim, Cumhuriyet’i silmeye kararlı. Uç sağda gezinen dinci kadro, seçmenlerinin bir bölümünü de kendisiyle birlikte oralara sürüklemiş ve amacı doğrultusunda azimle ilerliyor. Bir kesim yargı da biliyor ortada cezalandırılacak suç bulunmadığını. Aslında o yargı içinde hangi kimlikte ve nitelikte görevlilerin yer aldığının iktidar da tam olarak farkında değil. Bazen öyle şeyler yapılıyor ki, ilgili yargı mensubunun iktidarı zor durumda bırakma ve mevcut dava bütününü sulandırma kastıyla davrandığı bile düşünülebiliyor. Tersine, bir başka durumda da, söz konusu yargı mensubunun, suçladığı insanı bağlantılandırdığı örgütle bizzat ilişkisi olduğu, hatta bu nedenle hakkında dava açıldığı ve bu yüzden iktidarın gazabına uğramamak için bilerek işgüzarlık yaptığı da saptanabiliyor. Ne olursa olsun; artık yakınmak, kendini savunmak ve iktidarı sağduyuya davet etmek gereksiz iş. Bu, ancak kamuoyunu bilgilendirmek; bir de tarihe not düşmek ve gelecekte araştırmacılara malzeme sağlamak amacıyla medyada yürütülmesi anlamlı olabilecek bir eylem. Yoksa beyin enerjisi israfı! O halde duruma seyirci mi kalınmalı veya ne yapılmalı?
Hukukun askıya alınması OHAL aracılığıyla sürdürülecek
Ne yapılmalı? Bu gidişin sürdürülebilirlik ölçüsü nedir? Dış ve iç konjonktür açısından değerlendirelim. Dışarıdan bakınca birçok şey AKP rejiminin lehinde görünüyor. Zamanın ruhu, bir yönüyle bu gidiş için elverişli. Bu rejimin ve onun başının dünyadaki benzerleri çoğalıyor. AKP iktidarına -hele AB’den de kopunca- demokrasiden, insan haklarından söz edecek dış siyasal odak kalmayacak. ABD’nin başındaki zat malum, büyük kuzey komşumuz ise Ortadoğu’da kendi işine bakıyor. Bu iki büyük güç de, sorun çıkarmadığı ve işlerine yaradığı sürece AKP iktidarına ses çıkarmaz. Dolayısıyla, içeride istendiği gibi at koşturulabilecek. Ama diğer yandan da, aynı bölgede Türkiye dış politikası uluslararası toplum için zaman zaman fazla maliyetli olmaya başlıyor. İktidar -başta İran dosyası- uluslararası konulara hakim değil; orta ve uzun vadeli hesap gerektiren durumlarda da gerekli uygulamayı yapacak yetideki diplomasi kadroları zaten tasfiyeye uğradı. Osmanlı nostaljisini bayraklaştırıp sağa sola efelenmekle mevcut risklerden sakınmak ve sonu ülke için felaket anlamına gelebilecek olaylardan kaçınmak kolay değil.
İç dinamikler açısından ise gidiş, iktidar için daha önemli zorluklara gebe. Gerçi ekonomi OHAL ortamında da yürür sanılıyor; ama, hukuka titizlik gösteren dış yatırım daha da azalır, hatta ağır insan hakları ihlali durumunda Avrupa ülkelerinden bir de kısmi ambargo gelirse, Suudi Arabistan ile Katar parası ekonominin çarklarını döndürmeye yetmez olur. Esas belirleyici etken de, biz bilinçli yurttaşların tutumu olacak. Bu bağlamda sivil itaatsizlik kavramı üzerinde durulmalı. Kamu vicdanının, kendisine biçilen gönüllü kulluk statüsüne karşı “şiddet içermeyen” bir isyana dönüşmesi; yurttaşın “sivil” direnişe girişmesi ve iktidarın keyfi işlemlerine sivil itaatsizlik yoluyla “dur” demesi ülkenin alacağı yönü belirlemekte önem içermektedir.
Korku, bütün aşağılanmaları da beraberinde getirir. Esasen tüm baskı rejimleri varlığını yurttaşların yüreğine korku salarak sürdürür. Bazen bir “yeter”, tüm gidişin yönünü değiştirebilir. İçinde bulunduğumuz karşı devrim sürecinden “yahu amma badireler atlattık” diye söz edilecek günler çok uzak değil. Ancak şurası kesin ki, bu dönemin ülkede yarattığı ve yaratmakta olduğu hasarın onarımı çok zor olacak ve çok uzun sürecektir.
*Siyaset Bilimci,
SODEV Önceki Başkanı
acingisdv@gmail.com