
Başlık, Atatürk’ü yok sayan ve 30 Ağustos Cuma hutbesinde adını dahi anmayan; onu tanımayan Diyanet İşleri Başkanlığına malum fıkra uyarınca ve sevgili Laz kökenli yurttaşlarımın ağzıyla seslenişimdir. Siz bu yazıyı okurken bu tarihin üzerinden epey vakit geçtiği için olay biraz küllenmiş olacak; ama Diyanet görevlileri Atatürk’e saygısızlığı o zamandan beri de her vesileyle yineliyorlar. Ayrıca 30 Ağustos ayıbı benim içimde yer etti; unutmayacağım ve unutturmayacağım.
Başlığın ve ilk paragrafın belli ettiği üzere, bu sayıdaki yazım, genelde olmaya çabaladığı gibi “analitik” olma çabası içermeyecek. Okurun birikimine bir-iki bilgi kırıntısı daha ekleyebilme iddiası taşımayacak. Bu yazı, daha çok, sizlerle bir tür dertleşme niteliğinde; “n’olacak bu memleketin hali?” kıvamında.
AKP son döneminin bazı özellik ve güzellikleri
Sağ olsunlar; Saray ve takipçileri yaşamımızın farklı alanlarına her gün yeni şeyler katıyorlar. Dolayısıyla mevcut rejimin özellik ve güzellikleri saymakla bitecek gibi değil. Zaten bunların pek çoğundan burada söz edebilme şansım yok; çünkü yeni icatlardan biri eleştiri yasakları. Ben de yalnızca en fazla güldürü içeriği taşıdığını düşündüklerimden birkaç örnek vermekle yetineyim. Şimdilerde “zülfüyare” dokunan yolsuzlukların haber yapılması mahkeme zoruyla yasaklanıyor. Sözgelimi, bazı kutsal aileler var; Hollanda’da olay çıkaran Fatma Betül Kaya Sayan’ınki ve TBMM’ye türbanla giren ilk milletvekili olarak dincilik tarihine geçen Merve Kavakçı’nınki gibi… Bunlar, her bireyi olağanüstü birikime, zekaya ve yüksek temsil kabiliyetine sahip aile toplulukları. Her biri ya Saray danışmanı ya büyükelçi… Bunlardan örneğin Kavakçı ailesini eleştirerek haberleştirmek, mahkeme kararıyla yasaklandı.
Neyse ki Prag’da hepimizi temsil göreviyle yetkilendirilen Egemen Bağış haberlerine henüz yasak gelmedi. Dolayısıyla, Çek Cumhuriyeti nezdinde bu bakara-makaracı kişi tarafından temsil ediliyor olmaktan mutlu olmayacağımı açıkça itiraf edebiliyorum. Onun da, diğer bakanlarla birlikte, Zarrab’dan aldığı ve “Türk geleneği”nin gereği olarak kabul ettiğini açıkladığı armağanları söz konusu etmek yasak mı? Bilmiyorum. O nedenle, 17-25 Aralık 2013 haftasına ilişkin her türden tape, saat, para sayma makinesi ve dolar döşeğine yatırılmış takım elbise gibi konulara girmemeyi yeğliyorum. Ancak yeni Prag büyükelçimize, bu türden “armağan” alıp vermelerin Çekya’da ulusal geleneğin bir parçası olmadığını hiç değilse anımsatayım.
Rejimin, hukuk literatürüne sunduğu bir güzellik de “terör örgütüne üye olmaksızın yataklık ve yardım” diye nitelenen yeni suç türü. Bu suçu işleyenler genellikle PKK veya FETÖ’nün doğrudan doğruya üyesi olarak suçlanması, sağlıklı insan mantığını zorlayabilecek “muhalif” kişilikler. Tabii bir de tepenizde sürekli asılı duran Damokles’in kılıcı var: Cumhurbaşkanına hakaret ile suçlanma olasılığı. O, AKP Genel Başkanı kimliğiyle konuşup her türlü hakareti yağdırıyor; siz hafiften serzenişte bulunduğunuzda, AKP Genel Başkanı’nın başına bu kez “Cumhurbaşkanı” şapkası geçirilip suçlanıyorsunuz. İyi de, eğer Cumhurbaşkanı kimliğiyle konuşuyorsa halkının yarıdan –şimdi artık- fazlasını niye aşağılıyor? Bu durumun da sürdürülebilir olmadığını herkes görüyor.
Uzatmayayım; ama bir de, başta Hazine ve Maliye Bakanı, devlet büyüklerimizin hemen her gün tünelin ucunda ışığın göründüğünü müjdelemesi yürekleri ısıtan bir uygulama. Aç veya tok, her gece yatağa, hiç değilse “kısa süre” sonra ülke olarak refaha kavuşacağımız ve kıskanılacak duruma gelmek üzere olduğumuz bilinciyle giriyoruz. Bakın TÜİK’in istatistiklerine! Her ay bir öncekinden daha da iyi duruma gelmiyor muyuz?
AKP’nin Yeni Türkiye’si
Nereden başlayalım? İşsizlikten söz edip keyif kaçırmayalım. Kaldı ki iktidardan, belirli bir süre içinde 2,5 milyon kişiye iş bulma vaadini koparmıştık. Dolayısıyla, bu konuda rahatlıkla kendi işimize bakabiliriz; tabii eğer bir işimiz varsa. Benim bütün kaygım yeterince vergi toplayıp bütçemizi denkleştiremeyeceğimiz konusuna odaklı. Evet, askerlik yaptırıp insan besleyeceğimize onun parasını alıyoruz; vatandaşın, en ufak sarsıntıda yıkılması çok olası binalarını para karşılığı yasallaştırıyoruz; benzin, doğal gaz gibi enerji kaynaklarının fiyat güncellemelerini aksatmıyoruz. Ancak yetmiyor. Ülke yöneticilerinin itibarını dosta düşmana gösterecek görkemli yaşam ve halkın manevİ kalkınmasını sağlayacak vakıf ve dernekler yüksek giderler gerektiriyor. Yap-işlet-devret modeli şu anda bize köprümüzü, tünelimizi göreni kıskançlıktan çatlatma dışında pek bir gelir getirmiyor. Neyse ki bu model sayesinde, henüz doğmamış olanların da gelecekteki üretimini ipotek ederek, bir millette kuşaklar arası dayanışmada devamlılığın esas olduğunu kanıtladık.
Kendini akıllı sananların ağzında bir de “dış politika fiyaskosu” lafıdır dolanıyor. Fırat’ın doğusunda PKK’nın Suriye versiyonunu Türk Silahlı Kuvvetleri’nden neredeyse koruma işlevi gördüğü öne sürülen bir tampon bölge var. Eğer ABD’nin kurduğu bu duvar sızmalara karşı yeterli etkinlikte görünmezse, her hafta söylendiği üzere, “önümüzdeki hafta” müdahale ederiz. Fırat’ın öbür tarafında ise Rusya, “öfkeli gençleri” İdlib’e toplamış durumda. Gerçi bunlar Hatay’ın sınırlarını zorluyor; yine de biz bu sorunu Esad ile katiyen görüşmeden çözeriz. Malum; Erdoğan bu kişiyi sevmiyor ve o, hoşlanmadığı kişilerle konuşmaz.
Güneyimizde bunlar oluyor diye ABD ile Rusya arasında sıkışıp kalmış değiliz. Eğer ABD, S-400 aldık diye F-35 vermeyecekse, o vakit Rusya’da TU-57 var; onlardan alırız. Parasıyla değil mi? Zaten geçen gün Cumhurbaşkanı Rusya’da bir tanesini gördü ve Putin’e “bu uçuyor mu?” diye sorarak o aletin gerçekten bir uçak olduğu olgusunu güvenceye aldı. Kendisini daha önce de kaç kez kokpitte görmüştük. Gerçi uçağı bizzat uçurmuyordu ama düşürmüyordu da! Malum, vaktiyle bir huysuz at ile yaşadığı kötü serüvenden ötürü bu konuda onun adına kaygılı olabiliyoruz.
Bir de Doğu Akdeniz’de herkesin bize karşı ağız birliği yapıp Türkiye’yi deniz altında enerji kaynağı arama faaliyetinden dışlamasına sinir olmamak elde değil. Haydi İsrail’in, Kıbrıs Rum Kesimi’nin hasmane tutumlarını anlayabiliyoruz; ama halis Müslüman Mısır, Filistin, Suriye gibi ülkelerin bizim İhvancı anlayışımıza daha sempatik bakmalarını dilerdik.
Bu küresel süreç sanki bitmeyecekmiş gibi; ama bitecek
“AKP rejimi” mi desek, yoksa “tek adam” rejimi mi? Ya da absürdlükler cenneti veya devlet yönetme parodisi? Ne zamana kadar dünyanın ilk kurtuluş savaşını vererek tarihsel gidişin yönünü değiştirmiş bir ulusun çocukları tahammülü zorlayan bu gidişi sineye çekecek acaba? Hani bazen bir sinek musallat olur; bir burnunuza konar, bir kulağınıza. Ne kadar kovsanız gitmez; bunalırsınız… Ben buna benzer bir ruh durumundayım. Benim bu halimi paylaşan yurttaşların da çok önemli bir seçmen kesimi oluşturduğunu düşünüyorum. “Ne zaman kurtulacağız?” sorusu şahsen benim beynimi oyuyor.
Dünyaya, 21. yüzyıla girildiğinden bu yana seçilmiş despotların egemen olmaya başladığı malum. Bunlar, genellikle radikal sağ eğilimli, popülist politikacılar. Perdeyi 2000 yılında Rusya Federasyonu Başkanı olarak Putin açmıştı. İki dönem seçildikten sonra hiç değilse, “anayasa hükmüne uyarak” başkanlığı Medvedev’e devretti. 2012’de yine seçildi ve hala başkan. Gerçi ondan daha önce 1998’de Macaristan’da başbakan olan Orban var. 2002’de kısa süre ara verdikten sonra yine görevine geldi. Kim derdi ki, AB üyesi bir ülkede demokrasi karşıtı biri iktidara gelip tüm AB kurallarını altüst edecek? Bir de Polonya’nın Kaczyinski’si var ki, o da Orban’ın bir kopyası.
Erdoğan da bu kategorinin kıdemlilerinden: 2002’den bu yana ülkesinde din, kin ve yandaş serveti büyütmekle meşgul. Daha sonra, nüfusu 2030’larda Çin’inkini geçecek olan koca Hindistan’ın başına Hindu militan Modi geçti. Benzer tipten olmasına karşın Filipinler’deki Duterte’yi çok uzakta olduğu için, Afrika’daki çok sayıda despotu da ülkelerinin küresel etkisi sınırlı olduğu için saymıyorum. Gelelim büyük parçaya: Trump. O, dünyayı etkilemek bir yana sürükleyebilecek kapasitede bir ülkenin başında. Yaptığı tüm antikalıklara, dünyanın başına her an arıza olmasına karşın, salt ülkesinin “eğitimi düşük” iç bölgelerinde işsizliği azalttığı için yeniden seçilme olasılığından söz edenler çoğaldı. Amerika gibi koca bir anakaraya bir popülist despot yetmez diye düşünen Brezilyalılar da en son Bolsonaro adında bir aşırı sağcı ve ürkütücü kişiyi seçtiler. Amazonlar’da bu yılın başından beri 80.000’e yakın yangın çıktı; dünyanın ciğerleri kavruluyor, onun aldırdığı yok. Esasen gezegenin iklim felaketine gidişini umursamamak, özellikle bu son ikisinin ayırt edici özelliklerinden.
Seçilmiş radikal sağcı popülist kategorisine en son Büyük Britanya’dan Johnson’u ekliyoruz. O da, sağ olsun, parlamentoyu askıya aldı ve bu türden zırvaların Avrupa’nın en köklü demokrasileri bünyesinde bile olabileceğini kanıtladı. Bazı İngiliz basın organları iktidara yanaşma biçimini, sonuçta çöreklenmeye dönüşme eğilimi göstermesi bakımından, Erdoğan’ın “geliş ve gitmeyiş”ine benzetiyor. Neyse! Britanya’da “Brexit” bekleniyor; bizde de “Erexit”!
*Aydın CINGI
Siyaset Bilimci, Eski SODEV Başkanı
acingisdv@gmail.com