Macaristan ve Polonya Avrupa Birliği (AB)’nin, Türkiye ve Rusya Federasyonu da Avrupa anakarasının siyaset literatüründe “illiberal demokrasi” olarak nitelenen ülkeleridir. “Illiberal”in İngilizcede sözlük anlamı “bilgisiz, hoşgörüsüz, dar görüşlü, vb” olabilir. Ancak bu niteleme, adı geçen ülkeler için “liberal veya ‘özgürlükçü’ olmayan” ve bir anlamda da otokratik -yani tek adam egemenliğinde- ve otoriter demokrasi(!) anlamında kullanılıyor. “Illiberal”in arkasına “demokrasi” sözcüğü de ekleniyor; çünkü bu ülkelerde eşit koşullarda ve özgür bir ortamda yapılmasa da, en azından periyodik olarak seçim düzenleniyor.
“Illiberal demokrasi”ler niye eski Doğu Bloku’nun AB ülkelerinde yeşeriyor?
Berlin Duvarı’nın 1989 yılında yıkılışı, Batı Avrupa’da geçerli liberal demokrasilerin artık Doğu Avrupa’da da geçerli olacağının habercisiydi. Nitekim kimi tarihçilerin II. Dünya Savaşı sonunda tutuklanmış Batı” olarak niteledikleri Avrupa’nın eski “Sovyet uyduları”, 1989’dan itibaren hızla liberal demokratik modele dayalı siyasal ve ekonomik reformlara girişip 15 yıl içinde, 2004’te, AB’ye girecek aşamaya ulaştılar. Böylece Avrupa, Batısı ve Doğusu ile sosyoekonomik ve politik bütünlüğünü sağlamış görünüyordu.
Ancak, aradan bir 15 yıl daha geçtikten sonra, bugün Soğuk Savaş döneminin Doğu-Batı Avrupa ayrışma çizgileri, “demokrasi ve ulus-devlet” anlayışı ekseninde yeniden belirginleşmiş durumda. Ulus-devlete karşı insan haklarına ve hukuka öncelik tanıyan savaş sonrası liberal demokrasileri karşısında eski Doğu Bloku ülkeleri, insan hakları ve hukuka sırtını dönme pahasına, ulusal egemenliğe dayalı bir anlayış benimsiyor. Bunun nedeni, öncelikle bu ülke gruplarının kolektif belleğinde ve II. Dünya Savaşı’ndan itibaren oluşmuş kültürel kodlarında aranmalıdır.
Öncelikle ve özetle şu saptama yapılmalı: Ortak bellek ve bilinçte çağdaş “özgürleşmenin tarihi”, Batı Avrupa’da 1945 yılında faşizmin yenilgiye uğratılmasıyla başlarken Doğu Avrupa’da 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başlamakta. II. Dünya Savaşı döneminin travmasıyla biçimlenmiş bulunan Batılı ortak bellek, bu dönemde meydana gelmiş Nazi cinayetlerinin, insan hakları ve hukuk düzeninin ulusal ve uluslararası düzlemde korunma mekanizmalarının mevcut bulunmamasından kaynaklandığı görüşüne ulaşmıştı. Bunun sonucu olarak da bu değerlerin, ulusal karşıtlıkların ötesindeki bir özgürlük havuzuna aktarılarak korunmasına karar verilmişti. AB’ye giden yolun taşları, 1945 kurtuluşuna dayalı bu bellekten kaynaklanan bilinçle döşenmişti. Kurumsal yapı, insan haklarını koruma amacıyla kurulan Avrupa Konseyi (AK) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) gibi kurumlarla pekiştirilmişti.
Doğu Avrupa’nın kolektif belleği ise çok farklı biçimde oluştu. 1945 bu ülkelerin tarihinde de önemli bir yıl olarak anımsanmakla birlikte, bu tarihte bir totaliter gücün işgalinden bir başka totaliter işgale, Nazi egemenliğinden Sovyet egemenliğine geçildi. “Doğu coğrafyasında” kalan ülkeler, birer tek parti devletine dönüştüler. Komünist rejim, söz konusu ülkelerde demokrasi ve ulus-devlet kavramlarının oluşmasında önemli sonuçlara yol açtı. “Ulusal irade” uygulamaya, Moskova’da belirlenip ilgili ülkenin merkez komitesi tarafından “Komünist Partisi”ne iletildiği biçimiyle yansıyordu. Şu anda 1989 yılının, birçok eski “Komünist Blok” ülkesinde insan hakları ve hukuk kavramlarına dönüşten ziyade, ulusun kendini gerçekten kendi iradesiyle yönetmesinin başkangıcını ifade ediyor olması, işte bu olgunun bir uzantısı olarak görülmelidir.
Demokrasi ve ulus-devlet kavramlarına farklı yaklaşımlar, AB bünyesinde ve uluslararası politikalarda temel ayrışmalar yaratmakta, bunlardan biri de örneğin Ortadoğu’dan ve Afrika’dan Avrupa’ya, özellikle 2015’ten bu yana akan mültecilere ilişkin tutumda belirmektedir. 2008 krizinden sonra çok belirginleşen bu iltica furyası, Doğu ülkelerinde “insan hakları” çerçevesinde ele alınmaktan çok bir tür “yabancı işgali” AB’nin bu ülkelere belirli ölçüde mülteci kabulü konusundaki ısrarı da, “ulusal egemenliğe” bir tür saldırı olarak olarak nitelenmektedir. Bütün bunlar; Macaristan, Polonya, Çekya, Slovakya, Slovenya gibi ülkelerde geçerlilik kazanmış olan sağ radikal akımlarca “yabancı düşmanlığı” olarak popülist söyleme yansıtılmaktadır. Adı geçen ülkelerden Macaristan’ı ve lideri Orban’ı, tipik örnek olmaları ve rejimlerinin bizimkine benzerliği açısından, daha yakından incelemek yararlı olabilir.
Macaristan örneği: Orban’ın Erdoğan ile yakınlığı
Macaristan’ın egemeni Başbakan Orban, daha 2013 yılı başlarında, Erdoğan’ı büyük övgülerle karşılamış; onu arkada kalan on yılın en önemli devlet adamlarından biri olarak tanımlamıştı. Bundan altı yıl sonra Orban, Kasım 2019’da, Erdoğan’ı yeniden Budapeşte’de ağırladı. Bu arada Putin ile de tam on kez karşı karşıya gelmiş bulunan Macaristan Başbakanı, Erdoğan’ı tüm AB ülkelerinin kınamasına yol açan Kızey Suriye askeri müdahalesini izleyen birkaç hafta içinde karşılamış oldu.
Orban, daha 2014’te verdiği bir demeçte Rusya, Türkiye ve Çin modellerini övüyor ve kamuoyuna Batı’nın dogmalarını ve ideolojik duruşunu reddeden bir Macaristan tasavvurunu sunuyordu. Moskova ile enerji konusundaki ilişkilerini, Pekin ile ekonomik bağlarını öncelikli olarak güçlendiren Macaristan, kendisi gibi bir NATO üyesi olan Türkiye ile de askeri alanda Afrika ve Orta Asya’da olanaklarını eşgüdümlü kullanma vurgusu yapıyor. Orban, Türkiye’yi, Avrupa’nın doğuya açılan kapısında bir istikrar unsuru gibi görüyor ve 2015’teki gibi yeni bir göçmen akınından Avrupa’yı koruyacak güvence olarak ele alıyor. Bu nedenle de, tüm ülkelerin sırtını döndüğü bir siyasal konjonktürde, Türkiye’nin AB üyeliğini destekliyor.
Aslında Avrupa ülkelerinin, geçtiğimiz yıllarda, AKP’yi “ılımlı İslamın temsilcisi” etiketiyle destekleyip güçlendirdiği; bir NATO ülkesi olan Türkiye’yi demokrasi ve saydamlığa yöneltecek yerde Orta Asya ve Orta Doğu’ya doğru yönlendirmiş olduğu bir gerçektir. Şimdi Orban da Türkiye gibi yüzünü Doğu’ya dönme işaretleri vermekte. O kadar ki, bu doğrultuda Türkler ve Orta Asya ile ırksal akrabalık ve köken yakınlığını dahi dile getirmekte.
Öte yandan Orban’ın, kendini ve çevresini zenginleştirmesi ve hukuk devletini partisi içinde eritmesi pratikleri, Macaristan’ın da Türkiye ve Rusya’da geçerli otoriter yapılanmaları aynen ürettiği ve üretmekte bulunduğunu gösteriyor. Ayrıca Orban, Avrupalı yöneticiler içinde Erdoğan’a karşı en çok iyi niyet gösterisinde bulunmuş liderdir. Örneğin Türkiye’yi tek adam rejimine götüren 2017 Nisan Referandumu’ndan sonra Erdoğan’ı telefonla kutlamış; Ağustos 2018’de cumhurbaşkanlığı seçimini kazanan Erdoğan’ın görevine başlarken düzenlenen törene –Bulgaristan Başbakanı Borissov ile birlikte- katılan iki AB ülkesi üst düzey temsilcisinden biri olmuştur.
Antidemokratik eğilim ve uygulamaları yüzünden eleştirilen Erdoğan ve Orban, yenilgide de ortak yazgı paylaşıyorlar. Her ikisi de, 2019 yılında yapılan yerel seçimlerde, ülkelerinin en büyük kentinin ve diğer önemli kentlerinin belediyelerini yitirdi. Türkiye’de AKP tarafından 31 Mart’ta yitirilip yinelettirilen ve 23 Haziran’da daha büyük bir farkla elden çıkan İstanbul’un seçiminden sonra, 13 Ekim’de de Budapeşte belediyesi Orban’ın partisi Fidesz’in adayı tarafından yitirildi. Ne var ki, orada yitirilen seçim Türkiye’deki gibi yineletilmedi. Bu olgunun, Orban’ın Erdoğan’dan daha az “antidemokrat” olmasından mı, yoksa Macaristan’ın ne kadar olsa yine de bir AB üyesi ülke olmasından mı kaynaklandığı konusunda kararsızım.
Ancak bu aşamada önemli olan, her iki ülkede de zor kullanılarak oluşturulmuş demokrasi dışı düzenin kalıcı olmayabileceğine ilişkin umutların yeşermiş olması. İki popülist liderin de sert ve ayrıştırıcı söyleminin seçmen gözünde etkisiz kalabildiği, bu vesileyle saptanmış bulundu. Öte yandan, iki ülkede de parçalanmış bulunan muhalefet yine bu seçimler dolayısıyla en azından tabanda bir araya gelebildi.
Erdoğan ve Orban şu anda yine de birbirini tamamlayıcı ve güçlendirici işlevler içinde. Orban, var gücüyle yabancı karşıtı söyleme sarılıp halkını AB’ye ve ülkesine akın edebilecek milyonlarca Suriyeli mülteci tehdidi karşısında kendini buna karşı koyabilecek tek güçlü önder olarak takdim ediyor. Erdoğan ise, “kapıları açarım ha” tehdidiyle hem AB’yi baskı altına alıyor hem de Orban’a -şu anda çok gereksindiği üzere- seçmenine göçmen korkusu salma fırsatı sağlıyor. İşte popülizme duyarlı kitleler seçilmiş otoriterlerin işine böyle yaramakta.
Fidesz ile AKP’nin otoriterleşme süreçlerinde çarpıcı benzeşme
Bundan sonraki satırlarda “Fidesz” denen yerleri “AKP”, “Orban”ın zikredildiği yerleri de “Erdoğan” diye okuyabilirsiniz. Orban, partisi Fidesz ile birlikte Macaristan’da otokratik bir rejim oluşturmaya; liberal bir demokrasiyi radikal sağcı, otoriter ve milliyetçi bir yönetime dönüştürmeye 2010’ların başında yöneldi. Yetkiler, başbakan ve yakın çevresinde toplanırken, başta yargı bağımsızlığı olmak üzere, anayasal denge ve denetim mekanizmaları gittikçe aşındırılarak yok edildi.
Macar siyaset bilimci Bozoki, liberal demokrasinin ülkesinde salt bir tür çoğunluk egemenliğine indirgendiğini belirtiyor. İfade özgürlüğü, işini kaybetmekten çekinerek otosansüre yönelen bir toplum bünyesinde tamamen ortadan kalktı. Basın özgürlüğü sosyal medya ile sınırlı kalmaya başladı. Gazete, radyo, televizyon gibi ana akım platfotmları kısıtlanarak bağımsız habercilik bitirildi; ülkenin kültürel ve entelektüel yaşamı Fidesz kontrolüne girdi. Fidesz çoğunluklu parlamento, akademik yaşamın özgürlüğünü sınırlayan yasalar çıkardı; Macar okullarında, devletin onayından geçmemiş ve Orban’ın görüşlerini yaymayan kitaplar okutulmaz oldu. Özellikle eğitimde ve müze, tiyatro benzeri kültür kurumlarındaki atamalarda öncelik ideolojik ölçütlere verilir ve liyakat dikkate alınmaz oldu. Türkiye’deki gidiş ile aradaki benzerliği vurgulamak için örnekleri daha da çoğaltmak gerekmiyor.
Ancak güzergahta ve süreçte benzeşme bu kadarla da sınırlı değil. Orban ve Fidesz’in, siyasal projelerini gerçekleştirme yolunda on yıla yakındır fazla bir dirençle karşılaşmamış olmaları, son yerel seçim yenilgilerini kendileri açısından daha da beklenmedik ve dramatik kıldı. Yalnızca Budapeşte Belediyesi’ni yitirmekle kalmadılar; birçok önemli kent belediyesi de ellerinden gitti. Bu sonuçlar, muhalefetin cesaretini ve gücünü artırırken Orban ve partisi Fidesz’in “yenilmez” imgesini de tuzla buz etti; tıpkı son yerel seçimlerde ve –özellikle İstanbul’da- Erdoğan ve partisi AKP’nin “fiyaka”sının bozulmuş olması gibi.
Macaristan’ın muhalif partileri, yerel seçimlerdeki gibi yakın işbirliğini sürdürdükleri takdirde, 2022’de yapılacak genel seçimde Orban ve Fidesz’i iktidardan düşürebilecekleri umudunu taşıyorlar. Şu anda seçmen, Fidesz’in AB/küreselleşme karşıtlığı ve yabancı düşmanlığı içeren popülist söyleminden daha az etkilendiği izlenimi veriyor. Macar seçmeninin sorunları -daha ziyade- eğitim, sağlık, ulaşım konularında yoğunlaşıyor. Fidesz politikacılarının yaygın yolsuzluklarının ve kibirli davranışlarının iktidardan soğuttuğu seçmen kitlesi gittikçe büyüyor. Kim kimden kopya çekiyor bilinmez; ama Fidesz ile AKP benzeşmesi tam!
Şimdi Macar halkının önemli bir kesimi, Orban’dan ve Fidesz’ten kurtulmak için 2022’yi bekliyor ve bu arada muhalefetin oluşturduğu birliğin bozulmamasını umuyor. Ekonomik bakımdan Macar seçmeninden çok daha zor durumdaki Türk seçmen çoğunluğu ise 2023’ü bekliyor. Aslında ülkeyi yönetmede acze düşmüş bulunan Erdoğan/AKP iktidarı, o tarihin bile beklenmesine gerek kalmadan kendiliğinden ve kendi içinden de çökebilir; kuşkusuz ki, ortaya, ülkeyi yönetebileceğine güvenilir bir iktidar seçeneği çıkarsa! Ne var ki ana muhalefet partisi, şu günlerde, inanılır bir seçenek görüntüsü vermemek için iktidarın tuzaklarına düşüp kendi kendini kemirmekle meşgul.
*Aydın CINGI
SODEV Eski Başkanı, Siyaset Bilimci
acingisdv@gmail.com