Biz yalana alışığız. Hem de incelikle dokunmuş olmayanına, kaba ve kalitesiz yalana! Camide bira içenlerin, Kabataş’ta tesettürlü bacıya işkence yapanların, camileri ahıra çevirip ibadeti toptan yasaklamış Cehape’lerin, Lozan’da kaybedilmiş Ege adalarının öyküleriyle dopdoluyuz. Kanıksadık artık. O kadar ki, bunların yetmediğini fark edenler bu kez düz yalandan ters gerçeklere döndüler. Örnek mi? “FETÖ AKP iktidarı döneminde palazlanmamıştır” yalanından “FETÖ CHP’nin eseridir” ters gerçeğine geçildi. Bu tür zihin egzersizlerinin muktedirlerin yorgun beyinlerini zorladığı zamanlarda ise, sorunun “millet” tarafından duyulmasını önleyip de hiçbir şey uydurmaya gerek kalmasın diye yayın yasağı getirildi.
Şimdilerde AKP rejiminin bu türden idari çabalara gereksinim duymamaya başladığı günler de geldi. Artık canının istediğini polisine aldırıveriyor. Sureta bir gerekçe bile verilmiyor dense yeridir. Savcı bir şeyler çiziktiriveriyor. Ateist iken FETÖ yobazı, ulusalcı iken PKK yardakçısı oluveriyorsun. Hukuk ekseninde tartışmanın da çoğunlukla anlamı yok. Tamam işte; genel olarak muhalifsen, ayrıca Reis Bey’in “Başkan” olmasına karşı az çok etkili bir muhalefet de yapıyorsan, bir şekilde içeri atılacaksın.
Bazı televizyon programlarında sunucunun bir tarafına dizilmiş olan iktidardan icazetli “muhaliflerin”, mantığa takla attıran yandaşlarla ciddi ciddi tartışmaya girmeleri beyhude bir çabadır. Gelişmemiş demokrasinin bütün araçlarını eline geçirmiş bir iktidara karşı tek mücadele yolu, onun “demokrasicilik” oyununa katılmayarak görüntüyü kurtarmasına izin vermemekten geçer. Bırakılsın faşist takımı kendi kendine oynasın; dönülsün tüm demokratik güçlerle birlikte milletin bağrına… Neyse, işin bu yönü bu yazının amacını ve kapsamını aşar.
Gerçeküstücü mü demeliyiz yoksa gerçekdışıcı mı?
Aslında makaleye Trump’un ABD başkanlığına seçilmesiyle ilgili görüşlerimi açıklamak niyetiyle başladım; ama kan çekti, yine lafa Türkiye’den girdim. Ancak ülkemize ilişkin açıklamaların bir bölümü, esas konumuzla ilgili olan gerçekdışı/gerçeküstü ve popülist politika yapma tarzıyla yakından ilintili.
Aslında 2000’li yıllarda türeyip sayıları gittikçe artan ve bazıları ülkelerinde iktidarı ele geçiren bu tür politikacıların tarzı, “gerçekdışı” söylem yoluyla “gerçeklerin üstünde” kalmak; bir başka deyişle, gerçekle ilişkiyi kopararak gerçeğin yıpratıcı etkisinden kurtulmak. Başarılı da oluyorlar. Örneğin Berlusconi –seks partileri dahil- her türlü rezaleti yapıp yıllar boyu bundan seçim düzleminde etkilenmedi. Kimilerinin hırsızlığı ayan beyan ortadadır, ama oyları bu suçtan etkilenmez. Trump’ın vaktiyle yakınlarında bulunup da taciz etmediği kadın kalmadığı ortaya çıktı; ama başkanlığa seçildi.
Bu türden politikacılar, halkın düşük eğitimli kesimlerinin hoşuna gidecek seçkinci karşıtı popülizm yoluyla bu kitlelerin oyunu topluyor. Bazıları iktidara da tırmanıyor. Ondan sonrası halka, seçmene sunulacak yalanların kalitesine kalmış. Çoğu düşük eğitimli olmakla beraber, Batı demokrasilerinde gerçeği yine de usturuplu biçimde eğip bükmek gerekirken; bizimki gibi bir ülkede, palavranın gerçekçilikle bağdaşabilirlik ölçüsüne dahi bakılmıyor.
Somut olarak yaptıkları, toplumların kayıplı/mağdur veya kaybetme korkusu içindeki kesimlerini, içinde bulundukları durumun sorumlusu olarak gösterdikleri eski/mevcut sisteme, uluslararası düzene, siyasal elitlere ve seçkinlere karşı kışkırtmak. Mağdurlar adına konuştukları; onların çıkarlarını, ulusal ve uluslararası vesayet sahiplerine karşı korudukları iddiasındalar. Buradan kaynaklanan öfkeyi, nefrete dönüştürerek pekiştiriyor ve onu harekete geçirip kutuplaşma yaratarak buradan kendilerine yandaş ve oy devşiriyorlar. Bu çerçevede toplumların yatkın oldukları dinsel/mezhepçi duygular ve milliyetçi eğilimler besleniyor; dolayısıyla, popülizm pratiğinde kimlik politikası baş rolde.
Popülizm: Despotların halkları “gütme” aracı
Popülizmin tetikleyici argümanları, -yukarıdaki değişmez temel çizgileri dışında- toplumsal çerçeveye; yani toplumun tarihine, küresel konumuna, gelir ve eğitim düzeyine göre farklılaşabiliyor. Putin, Rusların güçlü milliyetçilik duygularını ve eski görkemli günlere duydukları nostaljiyi okşamak için Kırım’ı ilhak ediyor; dünyaya meydan okuyup eski Sovyet İmparatorluğu’nu ihya etme çabasına giriyor. İngiliz milliyetçisi, zamanında üzerinde güneşin batmadığı ama artık bir adaya sıkışmış Britanya İmparatorluğu’nun sıkıntılı ekonomik durumunu, AB’nin kendisini sömürmesine ve mültecilerin varlığına bağlıyor. İçe kapanmacı aşırı sağ UKIP ve Johnson gibi popülistler, bu duyguyu sömürerek, ülkenin AB’den ayrılmasına yol açıyorlar (Brexit). Avrupa uç sağında dolaşımda olan popülistlerin hedefinde ise yine ucuz işgücü sunan mülteciler, uyumsuz ve bir kesimi teröre sapan Müslümanlar ve onlara karşı insan hakları “bahanesiyle” gevşek davranan siyasal elitler var.
Her popülistin kendi toplumsal koşullarına uygun bir temel öyküsü ve onun etrafında biçimlenen gerçeküstücü anlatımları var. Orban’ın Macaristan’da oy devşirme ve saptığı otoriter yolu seçmene benimsetme amacıyla uyguladığı popülizm, Modi’nin Hindistan’da izlediği çizgiden farklı gibi görünüyor. Bizim rejiminki Batı karşıtlığı, eski vesayetler, terör örgütleri vb odaklı. Yine de hepsinin bir ortak özelliği var. Nasıl ki, komple bir tümceye en azından bir yüklem, bir özne ve bir de tümleç gerekir; bunlar, daha sonra farklı biçimlerde birleştirilerek tümcenin tamamı örülür. Bir popülist rejime/lidere de şu unsurlar gerekli: inanmaya hazır “sorunlu” yığınlar, onlara gösterilecek düşman(lar), öfkeyi nefrete ve kutuplaşmaya dönüştürecek kışkırtıcı yalan(lar).
Esas bir eksen çevresindeki yalan ve gerçek dışılık örüntülerinin ülkeden ülkeye farklılaşan odaklanmalara sahip olabildiğini belirttik. Bu oluşturulduktan sonra da, koşullar elverdiği ölçüde otoriterleşebilmek ve iktidardaki konumuna yapışıklık edinebilmek için; inanmaya hazır kesimin, liderin kanatları altına sığınmaya hazır duruma getirilebilmesi gerekiyor. Bu amaçla her türden sivil, yönetimsel ve yargısal denetime dönük kurumsal yapılar tahribe uğratılıyor ve toplum gerçeklerden koparılarak beyin yıkama operasyonları yaygınlaştırılıyor. Hepimiz ülkemizde zaten “kalıcılık edinme ve otoriterleşme” sürecinin pratiğini 7 Haziran 2015 seçimlerinden bu yana somut olarak yaşadığımız için okura daha ayrıntılı kuramsal açıklamalar vermeyi gerekli görmüyorum.
Trump seçildi diye el ovuşturanlar
Şu günlerde Trump ile ilgili çok analiz yapıldı. Hemen herkes, onun, düş kırıklığı yaşayan beyaz ABD’lilerden “ekmeğimize ortak çıkan” Hispanikleri, “işe yaramaz” siyahları, “toplum yapısını bozan” LGBT’leri ve vergilerin yükselmesine neden olan yaygın sağlık hizmetini (Obamacare), işsizliğe yol açan çevre politikasını ve serbest ticaret rejimini hedef gösterdiğini biliyor. Çin ürünlerine %45 oranında gümrük vergisi koyacakmış. Bu yüzden iş alanı daralan orta sınıf Amerikalı ona oy verdi. Ancak 19. ve 20. yüzyılın sıfır toplamcı jeopolitik rekabet savaşları geride kaldı. Kimse içine kapanamıyor; çünkü sınırları aşan sorunlar, karşılıklı bağımlılık içindeki tüm ülkeleri aynı anda tehdit ediyor: Uluslararası terör, salgın hastalık taşıyan virüsler, mülteci akımları, küresel ısınma, çevre felaketleri vb. Bu nedenle, ABD de Çin ile zıtlaşamayacak; koşullar, onları işbirliğine zorlayacak.
Yine de, Trump’ın seçim kampanyası boyunca söylediklerinin bir kesiminin dahi uygulamaya dönüştürülmesi, dünyanın tümünü zora sokabilir. En kötüsü de, tüm popülist liderler gibi, onun da asla öngörülebilir olmaması.
Dünyanın dört bir yanında, ABD’nin başına Trump gibi biri geldiği için ellerini mutlulukla ovuşturanlar var. Bunların hemen hepsi, otoriterliğe yatkın ve kendilerinden olmayana karşı düşman olan sağcı popülistler. Bunların demokratik ülkeler bünyesinde siyaset yapanları, kendilerinkine benzer anlatımlarla kendilerine benzeyen bir kişinin ABD gibi bir ülkenin başına geçmesiyle kendi ulusal ortamlarındaki meşruiyet düzeylerinin de artacağını düşünüyorlar. Dolayısıyla, Trump gibi birisinin ABD Başkanı olmasının, yukarıda açıklanan sosyal-psikolojik yolla uç sağı dünyada daha da ilerletecek bir süreci tetiklemesi de söz konusudur.
Bunlar kimler mi? Fransa’da Ulusal Cephe lideri Marine Le Pen, Hollanda’da PVV lideri Geert Wilders… Ayrıca, tüm Avrupa uç sağı sevinç ve umut içinde: Almanya’da oyları merkez partileri tehdit edici ölçüde artan AfD; adayı Hofer yakında devlet başkanlığına muhtemelen seçilecek olan Avusturya Özgürlük Partisi; İskandinav ülkelerinden İsveç ve Finlandiya’da 3. büyük, Norveç ve Danimarka’da ise 2. büyük konumdaki uç sağ partiler. Bunların yanısıra, Zimbabwe’de Mugabe’den Hindistan’da Modi’ye kadar tüm dünyanın otoriterleri ve popülistleri de bu seçim sonucuna alkış tutuyor.
Trump’ı ilk kutlayanlar Mısır’dan Sisi ve Putin oldu. Orban, anında mutluluk demeci verdi. Bizden henüz –formel bir kutlama telefonu dışında- pek ses çıkmadı. Sanırım, Trump’ın Müslüman karşıtlığına takıldılar. Oysa Erdoğan ve AKP iktidarı bu seçim sonucuna ne kadar sevinse yeridir. Artık Amerika’dan “insan hakları, basın özgürlüğü, vb” konularda “kaygı” mesajları gelmez. Çünkü Trump da onların kumaşından. Ne var ki o, öyle “eyy” diye başlayan meydan okumalara da gelmez.
Siyaset düşünürü Rosanvallon’un sıkça anımsattığım bir savı var. Düşünür; Komünizm, Faşizm, Nazizm gibi 20. yüzyıl ideolojik totalitarizmlerinin yerini, 21. yüzyıl başında seçilmiş despotların otoriter rejimlerinin aldığını öne sürüyor. Bence bu çok isabetli saptamanın Türkiye ayağını gün be gün artan bir hoyratlık ortamında deneyimliyoruz. Ne diyor Erdoğan? “Bana diktatör diyorlarmış. Bir kulağımdan girip bir kulağımdan çıkıyor!” Benim ise bir kulağımdan giren bu düşünce öbür kulağımdan çıkmıyor; köleleştirilme yolundaki 80 milyonluk kitleden biri olarak beynimi, onur duygumu da incite incite oymayı sürdürüyor.
*Aydın CINGI
Siyaset Bilimci
acingisdv@gmail.com