Batı ülkelerinin çoğunda ayın 13’ünün bir Cuma gününe rastlamasının uğursuzluk işareti olacağı vehmedilir. İnsanların çoğu, eskilerde kalmış bu batıl inanışa aklını takmaz. Ne gariptir ki, Paris’te gerçek bir katliamın yapıldığı 2015 yılının 13 Kasım günü de bir cumaya rastlayınca pek çok insan bunu anımsadı.
Paris katliamı
13 Kasım 2015 Cuma akşamı, pek çok futbol meraklısı Fransa ile Almanya arasındaki maçı seyretmekteyken, tam 21.24’te televizyondan bir patlama sesi geldi. Kimsenin umursamadığı bu ses, aslında maçın yapıldığı stadyumun yakınında kendini havaya uçuran bir teröristin vücuduna sardığı patlayıcılardan geliyordu. Bunu izleyen dakikalarda stadın yakınlarında iki patlama daha oldu ve aynı anda Paris’in doğu taraflarında üç kafenin terasında oturan, yemek yiyen insanlar uzun namlulu silahlarla taranarak öldürüldü. Daha sonra bir grup terörist tam 21.49’da “Bataclan” adlı konser salonuna girip ellerindeki otomatik tüfeklerle rastgele ateş ederek 89 kişinin daha canını aldı. 23.45’te polis içeri girdi ve saldırganları öldürdü.
Bütün bunları ve daha bir dolu ayrıntıyı, hemen ertesi gün tüm Fransa televizyonlarında açıklama veren Paris Başsavcısı Molins’den öğrendim. Yayın yasağı yoktu; her şey saydamlık içerisinde olup bitiyordu; kamu otoritesi yurttaşa hesap veriyordu. Bu nedenle de Başsavcı, gerçekleri açıklayan gazetecileri tutuklamakla meşgul değildi. Ertesi gün, 3 günlük ulusal yas ilan edildi. Pazar günü de Cumhurbaşkanı Hollande, “işte demokrasi budur” dedirtircesine tüm siyasal parti temsilcilerini kabul edip bu alanda izlemeyi düşündüğü devlet politikası konusunda onların görüşlerini aldı. Devlet Başkanı, 130 kadar kişinin yaşamına mal olan katliamları izleyen 24 saat içinde iki kez ulusa seslendi; olay mekanlarına bizzat gidip ölenlerin anısı önünde diz çökerek çiçek bıraktı.
Kuşkusuz ki konumuz, Paris’teki olaydan aşağı yukarı bir ay önce Ankara’da 100’ü aşkın kişinin ölümüne neden olan suikast sonrasında ülkemizde yapılanlarla –veya yapılmayanlarla- Paris sonrası Fransa’da yapılanları karşılaştırmak değil. Ancak insan, kimi inceliklere ve demokratik davranışlara bakınca bazı duyarsızlıkları ve antidemokratik tutumları da görmezden gelemiyor.
Paris katliamı sonrasında olası ve olması gerekli tepkiler
Paris katliamı türünden her facia sonrasında güvenlik politikaları güçlendirilir. Bu, kendini güvende hissetme ihtiyacındaki yurttaşı rahatlatmak için zorunludur. Ancak bu politikanın, tıpkı ikiz kulelerin yıkılması sonrasında ABD’de de olduğu gibi, özgürlüklerin belirli ölçüde kısılmasına yol açması kaçınılmazdır. Terör tehlikesi; bireylerin gözetim ve toplumsal dokunun denetim altında tutulması, ifade özgürlüğünün sınırlanması, sosyal harcamalardan güvenlik ve savunma bütçesine transfer yapılması gibi olumsuz sonuçlara yol açabilir. Fransa’nın özel durumunda bu katliamın, bir de göç ve sığınma hakkına daralma getirmesi olasıdır. Umarız ki, bütün bu olası olumsuzluklar makul ölçüler içinde tutulabilir.
Öte yandan,
-Fransa’nın ve bir dizi başka Batı ülkesinin yöneticileri ikiyüzlülüğü bir yana bırakıp “karşılaştığımız sorunları Irak, Libya, Suriye müdahaleleriyle önemli ölçüde biz yarattık” itirafında bulunmadıkça;
-bunlar, -uluslararası hukuka uyum göstererek- illegal silahlı grupları desteklemekten vazgeçmedikçe;
-Suudi Arabistan ve Türkiye gibi, komşularını mezhepsel gerekçelerle istikrarsızlaştıran ülkelerin bu eylemleri engellenmedikçe;
-Şu anda yapıldığı üzere, Suriye’de koalisyon güçlerine -teorik olarak- katılan ülkelerden her biri terörün kaynağı IŞİD’i bırakıp yalnızca kendi düşmanını vurmakla yetindikçe;
Fransa içindeki uygulamaların etkinliği düşük düzeyde kalacak ve teröre karşı kullanılan retoriğin hiçbir inandırıcılığı olmayacaktır.
Ayrıca, uluslararası düzlemde, farklı terör eylemleri arasında da belirli ayrımlar yapılmalıdır. Her terör olayı bir ölçüde istihbarat eksiğinden kaynaklanır. Bu anlamda Paris suikast dizisi Fransa istihbarat örgütünün istemeden yaptığı ihmallerin sonucudur. Oysa bazı terör olayları, ilgili örgütlerin bilerek yaptığı ihmallerden kaynaklanır. Hedefin, hükümetin de hoşlanmadığı Kürtler ve sol eğilimli gençler olduğu -ve toplumu istikrarsızlaştırarak seçmenleri kendine çektiği için AKP’nin de işine gelen- Suruç ve Ankara katliamları, bilerek yapılan ihmalin örnekleridir. Bu iki tip terör eylemi, uzmanlarca ayrıştırılarak ele alınmalı ve o nitelikleriyle incelenmelidir.
Paris katliamının ve Müslüman sığınmacı akınının Avrupa düzleminde serpintileri
Avrupa’da resesyon belirtileri bir süredir çok net. Birçok Avro Bölgesi üyesi kendini avrodan kaçış hevesine kaptırmış durumda. 22 AB ülkesini kapsayan Schengen Alanı çökmek üzere. 1985’te imzalanmış anlaşmaya göre, Schengen Alanı ülkeleri içinde pasaport kullanmadan bir ülkeden diğerine geçmek mümkün. Böylece, örneğin Yunanistan’da Alan’a giren biri, hiçbir sınırda pasaport kontrolüne uğramadan, İsveç’e veya Portekiz’e kadar gidebilir. Daha sonra imzalanan Dublin Konvansiyonu ise bölgeye giren sığınmacıların durumunu düzenler. Buna göre Schengen Alanı’na giren sığınmacı ilk girdiği ülkede kayda alınacak; oradan başka bir Schengen ülkesine gittiğinde, eğer gerekirse tekrar ilk kaydedildiği ülkeye geri gönderilebilecektir. Bugün, Suriyeli ve diğer Ortadoğulu sığınmacıların ilk girdiği ülkelerden Yunanistan ve Macaristan, sığınmacı akınından bunaldıklarını ve artık Dublin Konvansiyonu’na uymayacaklarını açıklıyorlar. Federal Almanya Şansölyesi Merkel de bu koşullarda Schengen Anlaşması’nın geçerliliğini koruyamayacağını belirtiyor. AB’nin durumu o kadar ciddi görünüyor ki, Brüksel üst düzey görevlilerinden biri AB’nin şimdiki yapısıyla beş-altı aylık ömrü kaldığını söylüyor.
Paris katliamının uzantılarından biri de, kamuoyunda Ortadoğululara ve Müslümanlara karşı önyargı oluşmasına yol açması. Böylece, Avrupa’ya akın etmekte bulunan sığınmacıların ülkeye alınmasını kamuoyuna kabul ettirmek zorlaşıyor. Paris saldırganlarından birinin cesedi yakınında bir Suriye pasaportunun bulunmuş olması durumu daha da güçleştiriyor; üstelik Cumhurbaşkanı Hollande “İslamcılarla savaş halindeyiz” demişken… Oysa Suriye’den kaçıp Fransa’ya sığınanlar tam da Paris’te katliam yapan tipteki kişilerden kaçıyor.
Bütün bu olan bitenin aşırı sağa yaradığı herkes tarafından söylenip yazıldı. Dolayısıyla o konuya girmeyeceğim. Ne var ki, bir kesim Avrupalı popülist sağcı, “savaşımını” İslamcılarla sınırlı tutmayıp İslam’ı da kapsar biçimde yaygınlaştırıyor. Bunun belirgin bir örneği, Fransa’nın popülist sağcı politikacılarından Philippe de Villiers’nin sosyalist iktidara “her taraf cami doldu” diye serzenişi…
Aslında cihat erbabının Paris provokasyonuna yanıt, AB’nin özünü oluşturan temel özgürlüklerden özveriye yanaşmamak olmalıdır. Bugün Polonya, Slovakya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan gibi ülkeler ve tüm Avrupa’nın popülist ve uç sağ partileri Avrupa projesinin temelindeki değerleri terk etme eğilimindeler. Böyle bir tutuma girmek ve şovenizme, yüzeysel dinselliğe, dar görüşlülüğe sapmak Paris katliamını düzenleyenlerin amacına hizmet etmekle eşanlamlıdır.
Anayasal çok kültürlülük
Gelinen aşamada Avrupa’nın çok kültürlü toplum yapısı tartışmaya açılmakta. Ancak Avrupa’da ve özellikle de Fransa’da çok önemli bir Müslüman nüfus yaşıyor. Dolayısıyla bu konuda ciddi bir düşünce üretimine ve önemli açılımlara gereksinim var. Neler yapılmalı?
Öncelikle çoğunluk, genellemelere yönelip Müslümanların tümünü suçlamamalı. Teröristin zaten istediği, Müslümanların, toplumun genelinden soyutlanmasıdır. Toplumdan soyutlanan azınlığa mensup kişi belirli bir evrede radikalleşerek cihatçılar için elverişli bir beşeri malzemeye dönüşebilecektir. Toplum, Müslümanların bütününü teröristler ile özdeşleştirmek yerine, aralarındaki radikal unsurları izole etmelidir.
Çok kültürcülük esastır; ancak kültürel anarşi kabul edilemez. Bir başka deyişle, hiç kimse bulunduğu ülkeden bağımsız olarak salt kendi bildiği ve benimsediği kurallara göre yaşayamaz. Kuşkusuz ki, kültürel ifade özgürlüğü sınırsız olmalı ve bu, topluluklar arası karşılıklı kültürel zenginleşmeye zemin oluşturmalıdır. Ancak bu süreç belirli bir çerçeve içinde gelişmelidir. Jürgen Habermas’ın “Verfassungspatriotismus” dediği “anayasal yurtseverlik”, ilgili ülkenin kimliği için asal çerçevedir.
Söz konusu Avrupa ülkeleri, Hıristiyan kültürel mirasına aşılanmış “aydınlanma” değerleri üzerine kuruludur. Anayasal yurttaşlık/yurtseverlik çerçevesini oluşturan kültürel çerçeve budur. Örneğin Fransa gibi çok kültürlü bir toplumda bir Müslüman’ın her türlü dinsel özgürlüğü, ibadet olanağı bulunmalıdır. Ancak, İslam’ın belirli yorumları, sözgelimi “kadına veya eşcinselliğe karşı ayrımcılık” içeriyorsa, o Müslüman böyle bir dinsel pratik özgürlüğüne sahip olamamalıdır. Temel kültürel çerçeve, çok kültürlü toplumun yaşaması için önkoşuldur. Aksi takdirde toplum içinde kültürel gettolar oluşacak ve çatışma, ayrışma kaçınılmaz olacaktır. Esasen bugün durumun farkına varan Fransa Müslümanları son haftalarda tüm camilerde “vatana yani Fransa’ya bağlılık” kavramı içeren hutbeler okutmaktalar.
Radikal İslam üreten iklim
Son bir-bir buçuk ayı düşünün: Ankara, Beyrut, düşürülen Rus uçağı, Paris, Bamako! Fransa ve Batı bütün bu olanlarda sorumluluk taşıyor. Afganistan, Irak, Libya ve Suriye’de radikal İslamcı örgütlere illegal destek vermediler mi? Batı her girdiği yerde siyasal boşluk yaratıp bu boşluğun İslami sloganlar ekseninde buluşan illegal güçler tarafından doldurulmasına yol açmamış mıdır? Örneğin ABD, Afganistan’da Taliban’ı desteklememiş; Irak müdahalesi sonucunda yerinden ve işinden olan Sünni gençlerin radikalleşmelerine göz yummamış mıdır? Esasen 2006’da IŞİD adı altında toplanan gruplar, “suça yakın” kıvama getirilmiş bu Sünni İslamcı gençlerden oluşmamış mıdır? Sonuçta, Batı’nın, siyasal tutumu ile kendini zaman zaman terör gruplarının beşeri ve mali tedarikçisi konumuna düşürmüş olduğu kesindir.
Aslında 1956 Süveyş olayından bu yana Ortadoğu’da her siyasal yönelim ABD, Avrupa ve Rusya’nın denetimi altında gerçekleşiyor. Esasen geçen yüzyılın başında Sykes-Picot Anlaşması, ortaya, sınırları cetvelle çizilmiş ve dolayısıyla da kırılgan sosyal yapıya sahip devletlerden oluşan bir Ortadoğu coğrafyası çıkarmıştı. Müslümanlar, o dönemlerde dünyanın en sakin, en barışçı topluluklarını oluşturuyordu. 1,6 milyara ulaşan Müslüman nüfus artık dünya nüfusunun neredeyse ¼ kadarını oluşturuyor. Müslüman topluluklar, günümüzde, şiddete en eğilimli grupları içinde barındıran sosyal yapılara dönüşmüşlerdir.
İslami şiddet, Francis Fukuyama’nın 1989’da kaleme aldığı “The End of History” manifestosunda öngördüğü “çevrenin huzursuzluğu”na denk düşen bir olgu değildir. Çünkü Ortadoğu’nun düzensizliği artık doğrudan doğruya Avrupa’nın kalbinde atmaktadır. Öte yandan bu, Samuel Huntington’un öngördüğü “Medeniyetler Çatışması” da değil. Gerçi Mali-Bamako’da 170 kişiyi rehin alan teröristlerin, Kuran okuyabilenleri serbest bırakıp okuyamayanları öldürmüş olmaları, Doğu ile Batı’nın uzlaşmazlığını vurgulamış Arnold Toynbee’yi ve giderek Samuel Huntington’u bir ölçüde de doğrular niteliktedir. Yine de bence bu, Osmanlı, Britanya ve Fransa İmparatorluklarının, arkalarında, sınırları sosyo-kültürel gerçekler dikkate alınmadan çizilmiş ve yıkılmaya mahkum, yapay ülkeler bırakmış olmalarından kaynaklanmış zincirleme tepkilerin sonuncusudur.
Daha sonra onların yerini alan ABD de buralara her dokunuşunda sosyal tahribata yol açmıştır. Sıralamakla bitmez; zamanında Kaddafi’yi devirmek için Libya’daki sorumsuz gruplara verilen silahlar, sonradan finansmanı Suudi Arabistan ve Katar tarafından sağlanıp CIA ile anlaşmalı olarak “iddiaya göre” Türkiye üzerinden geçirilerek IŞİD’in eline ulaştırılmıştır. Bu arada okurun; bütün bunlar gerçek olabilir, ama yüzlerce günahsız insanı canından eden IŞİD teröristinin, bir başka deyişle “hırsızın hiç mi suçu yok?” dediğini duyar gibiyim. Kuşkusuz ki var. Onu da aşağıda ele almaya çalışalım.
Hırsızın hiç mi suçu yok? IŞİD…
IŞİD, farkını, yalnızca acımasızlığı ve iç bulandırıcı eylemleri ile belli etmiyor. Terör eylemleri sırasında genellikle faillerin, rehin aldıkları kurbanlar karşılığında kamu otoritesinden talepleri olur: “şu kadar para ve havaalanında hazır bir uçak” veya “tutuklu yoldaşların serbest bırakılarak şu ülkeye gönderilmesi” vb. Bunların talepleri yok. Tek amaçları, olabildiğince çok “kafir” öldürüp kendilerini de öldürerek bir an önce “cennete” gitmek. Bu, tek tek eylemler için böyle; ancak orta ve uzun dönemde hedefleri, bir devlet oluşturarak öncelikle Ortadoğu’da sonra da dünyanın bütününde İslam’ın Selefi yorumunu geçerli kılmak. Bu, İslam’ın doğduğu dönemdeki düzenin yeniden kurulması demek: kelle uçurma, esirin bedeni üzerinde sınırsız tasarruf, bu çerçevede kadınlara tecavüz, cariyelik kurumunu ihya, esir alıp satma, sapkını yani -Müslüman olmayandan başka- kendisininkiyle aynı İslam yorumunu paylaşmayanı anında öldürme vb.
Bunlar, esas İslam’ı temsil ettikleri iddiasıyla bütün cürümlerini İslam adına işliyorlar. Her melaneti “Allahüekber” nidaları eşliğinde gerçekleştiriyor olmaları, bu nidanın çağrıştırdığı İslam’ı kitleler gözünde ürkütücü kılıyor. Ancak İslam’ın özüne yakın yorumlardan biri de bunların benimsedikleri yorum. Nitekim medyatik ilahiyatçılardan Ali Rıza Demircan, sıradan Müslümanları şoka uğratma pahasına, IŞİD’in tüm yaptıklarının “geleneksel fıkıha uygun” olduğunu belirtiyor. Kuşkusuz ki, adı geçen kişi bunların tümünü onaylamıyor; ama söyledikleri, “İslam bu değil” argümanının geçersizliğini İslami toplumları/müslüman devletleri vurguluyor. Aslında İslam bu da, çağımızın İslami toplumları bu İslam’ı uygulayamıyor.
Ne var ki bu uygulamaları çekici bulan pek çok Avrupalı Müslüman genç ve bu arada Türk genci IŞİD’e katılıyor. Kapitalist toplumların ayrıcalıklı gruplar dışında bıraktığı genç insanların bazı aşırı ideolojilere sarılma süreci ayrı bir inceleme konusudur. Ancak PEW araştırmasına göre, Türkiye’deki IŞİD sempatizanlarının nüfusun %8 kadarını oluşturması ve %19’luk bir oranın “kafasının karışık” olması, bu alanda yeterli bir veri sayılabilir. Bu oranların yüksekliğinde, AKP döneminde gençlerin zihnine sızdırılan “dinci ve kinci” anlayışın ve de iktidarın en üst kadrolarının, IŞİD’i esirgemekteki ısrarının ve “camiler kışlamız-minareler süngümüz” tavrının büyük payı vardır.
AKP ile köktenciliğe hazır, acımasız, vicdansız Müslüman genç arasındaki geçişliliğin somut örneği, Türkiye-Yunanistan futbol maçının oynandığı stadyumda görülmüştür. O gün AKP örgütlerinin stada soktuğu “yandaş” güruh, konuk Yunan Başbakanı önünde Yunan milli marşını ıslıklamakla kalmamış; Paris’teki IŞİD kurbanları için yapılan saygı duruşunu “tekbir” getirerek ve yuhalayarak sabote etmiş; IŞİD katliamını onaylar bir tutum sergilemiştir. Bu ruh durumu, uzun uzadıya incelenmeyi gerektiriyor. Ancak burada, söz konusu ruh durumunun, “ümmet” adına Batı’ya düşman ve tiksindirici eylemleri kabullenmeye açık herhangi bir IŞİD militanınınkiyle çok benzeştiğini saptamakla yetinebiliriz. Ülkemizde din toplumu oluşturma yolunda son on yılın kutuplaştırıcı söylemleriyle yaratılmış bir kesim insan malzemesi maalesef budur.
Sonuç ve Fransa’ya güzelleme
Görülen odur ki, Paris katliamı IŞİD ile mücadeleye hareket getirmiştir. Şu ana kadar koalisyon güçlerinden her biri IŞİD’in tepesine “ayıp olmasın diye” birkaç bomba atıp esas kendi “işiyle” uğraşıyordu. Rusya Esad karşıtlarını tepeliyor, Suudi Arabistan Yemen’de savaşıyor, Türkiye Kürt mevzileri üzerinde yoğunlaşıyordu. Fransa Esad karşıtı tutumunu sürdürüyor, İngiltere pek angaje olmuyor, ABD ise Afganistan ve Irak deneyimlerinin acısıyla bir-iki bomba atıp işi idare ediyordu. AB, genel olarak, “mülteci gelmesin başka bir şey istemem” havasında idi. Artık durumun -hele de Rus uçağının düşürülmesinden sonra- değişeceği anlaşılıyor. Fransa, Esad düşmanlığını ikinci plana atıp IŞİD’e karşı Rusya ile birlikte ciddi olarak savaşacak.
Yakın gelecekte neler olacağını kestirmek zor; çünkü zemin çok kaygan ve her an her şey değişebiliyor. Ancak, gözü, tasarlayageldiği Sünni aksın önündeki “engel” olan Esad’ın devrilmesinden başka bir şey görmeyen AKP iktidarını kolay günler beklemiyor. Bölgede artık elleri daha güçlü bir Rusya ve Esad’ın peşini bırakmış bir Fransa var. Öte yandan PYD Avrupa’nın ve özellikle ABD’nin desteğine sahip. AKP iktidarı için, bu aşamada, -eskisi gibi- Esad karşıtı güçleri desteklemek ve bu arada IŞİD’i de kollayıp Kürtlere vurmak kolay olmayacak. Bütün bunlar IŞİD’in “bitirilmesi” veya ileride benzer bir terör örgütünün belirmemesi için yeterli olabilir mi? Kuşkusuz ki, hayır! Nedenler yok edilemedikçe sonuçlar, ne yazık ki, farklı biçimlerde tekrar tekrar ortaya çıkacaktır.
IŞİD’in kimlere, nerede ve ne zaman vuracağı belli olmaz. Avrupa, Paris katliamından bu yana, panik havası içinde. Ancak IŞİD, niye bir hafta sonu akşamının sarhoşluğu içindeki Paris’e, tam da eğlence ve kültür yaşamının orta yerine vurdu? Buna bir New York Times okuru mealen şöyle yanıt getirmiş: “Fransa, dünyadaki tüm bağnaz dincilerin nefret ettiği şeyleri temsil ediyor; dünyadan ve yaşamdan farklı biçimlerde istifade etmek: bir çöreği sütlü kahveye batırarak yemek, mini etekli güzel bir kızın gülüşü, hoş kadınlar, sıcak bir ekmeğin kokusu, dostlarla paylaşılan bir şişe şarap, havada dalgalanan parfüm, parkta koşuşan çocuklar, alınan kalorilere aldırmama, Tanrıya inanmama hakkı, flört etme, seks, tatil yapma, müzik dinleme, herhangi bir kitabı okuma, bedava eğitim, oynama, gülme, tartışma, din adamlarıyla ve siyasetçilerle dalga geçme, öldükten sonra ne olacağını yaşarken düşünmeme…”
*Aydın Cıngı,
Siyaset Bilimci,
acingisdv@gmail.com