Aydın Cıngı – Laiklik; İnancın Akılla ve Virüsle İmtihanı

Ben genellikle “din” kavramından çok “inanç” kavramını kullanmayı yeğliyorum. İnsanların çoğunluğu bir fikre tartışmasız ve vazgeçemeyecek ölçülerde bağlanıyorsa; ben, buna “inanç” diyorum. İnsanın, yaklaşık 14,5 milyar yıl önce oluşmuş evrenin ve onun 4,5 milyar yıldır var olan bir küçük yıldızının yine görece küçük bir gezegeni olarak boşlukta dönüp duran dünyada topu topu 150-200 bin yıllık bir serüveni var. Bu arada, virüslerin, bu gezegenin bizden daha eski sahipleri olduğunu da not edelim. 

İnsanlık, çağımızda, çoğunluğu itibariyle inançlıdır. Bunların dünya görüşü, tek Tanrılı dinler –monoteizm- üzerinde yoğunlaşmıştır. Monoteizm, tüm Varlık’ı tek yaratıcı güce indirgeyip onun, bizzat ya da aracısıyla insana ilettiği dünya görüşü ve kurallar toplamıdır. Dünyada bugünlerde aşağı yukarı 2,2 milyar Hıristiyan ve 1,6 milyar Müslüman var. Bunlar toplam gezegen nüfusunun %32 ve %23’üne denk düşüyor. Ayrıca gezegenimizde 1 milyar (%14) Hindu ve yarım milyar (%7) kadar da Budist yaşıyor.

“Tanrı yoktur” diyen ateistlerin ve ”kuşkucuyum, hiçbir dine inanmıyorum” diyen bilinmezci veya agnostiklerin –ki, şimdilerde bunlara “deist” diyorlar- toplamı ise 1,1 milyar; yani dünya nüfusunun %15 kadarını ve nicelik olarak üçüncü sırada yer alan insan grubunu oluşturuyor. “Ateist”, evrene ve yaşama ilişkin olarak ortaya pozitif bir önerme koymaz. “Bilinmezciler” ise, varlığı kanıtlanamayan bir “üst” gücün –var olsa dahi- insanların yeryüzündeki yeme, içme, giyinme vb davranışlarına ilişkin kurallar vazedecek bir ölçekte olmaması gerektiği konusunda ateistlerle birleşir.

Bu grup ile inançlıları ayrıştıran net ölçüt, –açık konuşalım- eğitim düzeyi ve buna bağlı olarak birikim ve gelişmişlik farkıdır. Nitekim Kuzey Avrupa topluluklarında %20-30’lara inen inançlı oranı, düşük eğitim düzeyine ve düşük milli gelire sahip Güney Avrupa, Latin Amerika, Afrika ülkelerinde %90’lara kadar çıkıyor. Türkiye için de Eurobarometre’nin 2005 yılı araştırmasında %95 çıkan “inançlı” oranı, AKP iktidarı ve Diyanet İşleri’nin ortak “çabalarıyla” son yıllarda muhtemelen epey düşmüştür.

İnançların temel yaklaşımı

Dünya görüşleri de canlılar gibi, bir tür ayıklanmaya tabidir. Bir fikrin ya da ideolojinin tutunabilmesi, en başta onun ilgili topluluğa daha çok birlik, özgüven, huzur sağlamasına bağlıdır. Böyle bir fikir bütünü, hızlı yayılma gücüne sahiptir. Bu niteliği, söz konusu anlayışın içerdiği nesnel gerçek payıyla ilintili değildir. Nitekim dinsel bir ideolojinin toplumlar nezdinde edindiği güç de o ideolojinin yapısı ve gerçekliğiyle değil yalnızca ikna performansıyla yani çoğunluğun –eğitim düzeyine bağlı olarak- kabulünü görmesiyle bağlantılıdır. Bu açıdan dinler, önemli ruhsal gereksinimleri karşıladıkları ölçüde rağbet görmüşlerdir. Örneğin tek tanrılı dinler, insana ve onun evrendeki yerine toptan açıklamalar getiren ve onun evrendeki güzergahının belirsizliğinden kaynaklanan kaygı ve korkuları gideren dünya görüşleridir. Dinlerin üç temel belirleyici boyutu, günümüzdeki inançların topluma derinlemesine nüfuzunu açıklamak bakımından, daha ayrıntılı biçimde ele alınmaya değer.

Bunlardan birincisi; korkuları yatıştıran açıklamaların hepsinin, “başlangıçtan sona bütünü” -veya doğuştan ölüme ve sonrasına her şeyi- açıklayan “ontojenik” anlatımlar olmasıdır. Bilinen önemli dinler, ya bizzat her şeyin “kurucusu” olanın ya da onun adına konuşan peygamberlerin, insanlığın geçmişini ve geleceğini belirleyen anlatımlarına dayalıdır. Bunlar, evrenin ve insanın varlığını baştan sona hem açıklayan hem de onu normlara bağlayan “total” önermelerden ibarettir.

İnsanın yazgısı, on binlerce yıl boyunca klanının, grubunun, içinde yaşadığı topluluğun yazgısına bağlıydı. Toplumların ise kendilerini savunmak ve yaşayabilmek için birliğe gereksinimleri vardı. Birlik, çok güçlü ve inanç niteliğindeki kutsal yasalar yoluyla sağlanıp sürdürülüyor ve kimse bu yasalara karşı gelmiyordu. Biyoloji bilimcisi Jacques Monod, doğal ayıklanma baskısıyla yaşanan böyle uzun sürelerin insan beyninin genetik evrimini bu yönde etkilememiş olmasının düşünülemeyeceğini öne sürer. Demek ki, bütünsel bir açıklama gereksinimi bugünkü insanın içinde doğuştan vardır ve bundan yoksunluk, derin bir kaygı ve ürkü kaynağıdır.

İkinci ve üçüncü boyut: Animizm ve insan merkezcilik

Söz konusu korkuları giderecek diğer bir açıklama biçimi, toptan anlatı içermesinin yanı sıra, insana “doğanın projeleri” içinde zorunlu bir yer biçen açıklamadır. Geçerli, belirleyici ve huzur verici olmak için hep “animist” gelenek ile özdeşleşmek durumunda olagelmiş ve “animizm” diye nitelediğim bu anlayış, insan bilincinin cansız doğaya yansıttığı izdüşümüdür. Daha açık bir anlatımla “animizm”, doğal olgu ve oluşumların insanın öznel, bilinçli ve amaçlı faaliyetleri yoluyla açıklanabileceğine ilişkin varsayımdır. Animist yaklaşım, doğanın öznel bir yorumunu sağlar. Böylece, “doğa” ile “insan” arasında kalıcı bir ortaklık oluşturur. Bir depremi, bir tarlanın verimini, yağmurun yağmasını, hatta insan bedenindeki mikroorganizmaların/hücrelerin şu ya da bu yöndeki faaliyetini, hep o doğal olgu/yapıyla ilişkideki insan topluluğunun –“iyi” ya da “kötü”- davranışıyla, yaratıcıya itaati/duası veya isyanıyla ilişkilendirir. Virüs etkisine karşı tevekkül ve dua önerisi bu anlayışın tipik bir örneğidir.

“Doğa”ya bir proje, bir ereksellik atfeden “animist” görüşlerin uzantısı olarak “insan merkezli” –anthropocentrist- yorumlar da toplumlar gözünde rağbet göregelmiş olan üçüncü boyuttur. Bunlara göre, örneğin doğa insan için vardır. “Su, insanın içmesi için, güneş de insanı ısıtmak için vardır vb. Hava, eğer bilinçli bir tasarımcı olmasa nasıl tam da insanın solumasına uygun bir bileşimde olabilir?” Bu argümanlar, daha çok, güneşin her gün doğup batması vb periyodik olgulara bakıp evrende bir düzen bulunduğunu vehmeden “bilinmezciler” tarafından kullanılır. Oysa astrofizik konusunda biraz bilgi sahibi olanlar bilir ki, şu an düzensiz bir biçimde genleşmekte olan evrende, bir düzen değil aslında tam bir kaos egemendir. Nitekim havanın kimyasal bileşimi bir veridir. İnsanın soluma organları, canlının evrim sürecinde bu veriye uygun olacak biçimde seçilime uğraması sonucunda böyle oluşmuştur; tıpkı hayat süreleri çok küçük olan –son günlerin başoyuncuları- virüslerin, içinde yaşadıkları mikroorganizmalara göre mutasyon geçirerek değişime uğramaları gibi.

Animizm ve onun uzantısı olarak insan merkezci yaklaşım, doğa ile insan arasında “dostluk”  kuran sözde “açıklayıcı” ve “rahatlatıcı” ilişkiler kurar. Öyle ki, yüzyıllardır bu ilişkinin kopmaması yolunda -örneğin Leibniz gibi bizzat bilimin oluşturucuları tarafından dahi- gösterilmiş çelişkili çabalara tanık olunmuştur. Esasen bu yüzdendir ki aydınlanma süreci gecikmiş; insanlık, ”nesnel bilgi”nin “gerçek”in tek kaynağı olduğunun anlaşılması için Ortaçağ’dan beri bu kadar süre beklemiştir.

Laiklik nedir?

Laikliğin çok tanımı vardır. Bunların hemen hemen hepsi bu kavramın bir boyutunu açıklar ve ilişkin olduğu alan için geçerlidir. Ben “kapsayıcı” olduğunu düşündüğüm kendi tanımımı sunmadan önce konuyu biraz daha açayım.

Bilimsel bilgi, -yani nesnellik postülasına dayalı bilgi- kendini sürekli yenileyip aşarak şöyle böyle üç yüz yıldan bu yana olağanüstü bir gelişme gösteriyor. Katılaşmış bir inanca sahip olan, yani bilgi dağarcığında farklılaşma ve yenileşmelere açık olmayan kişi bilime de kapalıdır. Bilim, “matematik” adı verilen bir dil sayesinde iletiliyor. O nedenle matematik bilmeyen toplum, edindiği nesnel/bilimsel bilgileri iletmede zorluğa uğrar.

Aydınlanma süreci sonrası oluşan bilgi patlaması, kimi bireyi, insan türünün binlerce yıldır içine işlemiş bazı anlayışları gözden geçirmeye zorlamıştır. “Doğa” bir tür “insani vicdan” ile donanmış değildir; “nesnel”dir. “Bilimsel bilgi”nin ise, sistematik bir “deney” ve “mantık” işbirliğinden başka kaynağı yoktur. Ancak ve ancak bu gerçeklerin bilincine varabilen birey, kendisini ve kendisi ile evren arasındaki ilişkiyi sürekli yenilenen bir bakışla sorgulamaya açık duruma gelir.

Nesnel bilgi renksiz ve soğuktur; hiçbir rahatlatıcı açıklama önermez. Kendi nesnelliğinden başka her tür katkıya, değer yargısına kapalıdır. Doğuştan var olan korkularımızı gidermez; insanın yapısına sinmiş yüz bin yıllık alışkanlığı ve geleneği yıkma savındadır. İnsanın doğa ile sürdüregeldiği “aldatıcı ortaklığı” söküp atmaya kalkışır. Onun yerine, insan tasavvurunu aşan uçsuz bucaksızlıkta ve soğuk bir evrende inatçı ve zorlu bir arayıştan -ve de hiçlikten gelip hiçliğe gidiş perspektifinden- başka bir şey de vadedemez. Böyle bir fikir, kuşkusuz ki, zihin oluşumunu yukarıda tanımladığımız bugünün insanı tarafından kolay kolay kabul göremezdi. Nitekim bilimsel bilgi, çağımızda, kendini insana ve toplumlara yine de belirli ölçülerde kabul ettirdiyse, bu, sadece ve sadece onun inanılmaz performansı ve yaşamı kolaylaştırıcı etkisi sayesindedir.   

Çağdaş toplumlarda -Müslüman, Hıristiyan ya da Yahudi olsun- inançlı kişi; nesnel bilgiyi günlük yaşamında mecburen kullanıyor; ancak onu değerlerinin ve etik anlayışının temeli yapmıyor. Doğayı ve insanı Tanrı’nın yarattığı fikrine bağlı kalıyor. İnançlı insan, evrende tüm olan bitenle ve de bizim tüm davranış normlarımızla ilgilenen bir üst gücün varlığına inanıyor. Her şeyin, -yukarıda bir ucundan açıklamaya çalıştığımız üç boyut bağlamında- bu güç tarafından tasarlanmış bir global proje çerçevesinde gerçekleştiğine iman ediyor. 

Ne var ki, nesnelliğe dayalı “bilim”, toplumların yaşamını son üç-dört yüz yıldır düzenleyen en önemli faktör olmuştur. Ancak bu, belirttiğim üzere, yalnızca pratikte gerçekleşmiştir; insan ruhunda değil. İnançlı toplumlar bilimin kendilerine sağladığı katkı ve olanakları bayıla bayıla kabul etmiştir; ancak bilimin sağladığı tüm olanak ve güçle donanmış olduğu halde, çoğunluk, hala daha bilimin o kökünden çürüttüğü değer sistemiyle yaşamayı sürdürmektedir. İnsan ruhu, son üç-dört yüzyıla değin böyle bir bölünmüşlük yaşamamış; tarih boyunca böyle bir şizofrenik –çift kimlikli- duruma düşmemişti. Toplumlar, bilgi kaynağı olarak çoktan terk ettikleri bir anlayışa, -salt kendilerine mevcut ruhsal konforu sağlayan değerlerini yitirmemek için- umarsızca bağlı kalmışlardır.

İşte bu ikilemin ilacı, en azından “toplumsal yaşam” düzeyinde, “laiklik” ilkesi sayesinde bulundu. Laiklik, insanların yaşamın her anında gereksinim duydukları “bilimsel bilgi” ile pek çoğunun ruhundan bir türlü silip atamadığı “ruhsal gereksinim” olan “inancı” toplumsal yaşam düzeyinde ayrıştırma özgürlüğü sağladı. Açık ve öz bir deyişle, “Laik” toplum, yaşamda “bilgi kaynağı” olarak “kutsal metinleri” değil; “nesnel bilgi”yi kabul eden toplumdur. Bu tanım, kanımca, din ile devlet işlerinin ayrılması vb tanımları da kapsar.

Gelelim COVID-19 sorununa

Dünya ve ülkemiz bir süredir Koronavirüs sorunuyla baş etme çabasında. Laik Batı elinden geldiğince rasyonel yöntemlerle savaşıyor. Öte yandan, Koronavirüs ile savaşımda olağanüstü başarı gösteren Çin, Japonya ve Güney Kore yurttaşları “din” ile ilgisiz. Biz neler yapıyoruz?

Aslında yukarıdaki paragraflarda belirli bir düzeyde olmasına çabaladığım açıklamalardan sonra ülkemizde olup bitenleri yazarak makalenin bütünlüğünü bozmak içime sinmiyor; ancak güncellik ve gerçeklik ile de bağı koparmamak gerek.

Bilindiği üzere, her doğal afetten sonra İslam’ın, doğal olguları insan davranışlarının bir tür projeksiyonu olarak gören “animist” boyutu devreye girer. Depremler genellikle yeryüzünün kımıltılarından kaynaklanan fay hareketlerine değil; insanların İslami kurallara uygun davranıp davranmamalarına bağlanır. Koronavirüs de yaşamımıza girdiğinden beri bu türden yorumlara yol açtı: İslami cinsellik mütehassısı Ali Rıza Demircan ve cennette erkek başına düşecek huri sayısına ilişkin -40 ila 70 arasında- çelişkili görüşleriyle tanınan Cübbeli Ahmet sahneye çıktılar. Açıklamalarından, zina yapmak için öbür dünyaya gitmeyi beklemek gerektiğini anladık. O iş burada yapılırsa virüs geliyormuş. Ayrıca eşcinsellik de yasak. Ancak onlar için cennette huri yerine ne verileceği de merak konusu; Cübbeli dostumuza sormalı. Yoksa onlar cennete hiç gitmeyecekler mi? Bütün bunları duymak ve anlatmak zorunda kalmak, esasen yeterince utanç verici.

Ne var ki bunlar salt bize özgü de değil. Anglosakson toplumlarında gen hareketlerini açıklayarak ateist görüşleri temellendiren bilim adamı Richard Dawkins de var; aynı genlerden –veya virüslerden- hareket ederek salgını eşcinselliğe bağlayan papaz Steven Andrew da. Ancak devlet düzeyinde tevekkül ve dua tavsiyesi, bildiğim kadarıyla, Ortaçağ’ı terk etmiş hiçbir toplumda görülmedi. “Ortaçağ neoliberalizmi” demek belki daha doğru olur; çünkü kolonya ve maske dışında tüm somut öneriler,  üç-beş zengini daha zengin etme, orta sınıfı yoksullaştırma ve yoksulu daha da yoksul kılma sonucuna yönelik. Bu arada imam eğitimi için tahsis edilen fonlar bilim insanları yetiştirmek için kullanılanlardan fazla olmayı sürdürüyor. Başımızdaki siyasal İslamcı militan anlayış egemenliğini sürdürdükçe de bunun böyle gideceğine kuşku yok.

COVID-19 neler getirip götürecek?

Hep deniyor ya; dünya bu salgından sonra artık aynı dünya olmayacak. Doğru bir saptama; dünya her pandemiden –küresel salgından- sonra farklılaşmıştır. Ancak henüz bilançoyu çıkartmak için vakit çok erken; olsa olsa birkaç spekülatif görüş belirtilebilir.

Öncelikle ABD –bir kez daha Trump yüzünden- kayıplı çıkacak. Bu ülkeye, Avrupalı müttefiklerinin dahi güveni kalmamıştır. Öte yandan, kendi ülkesindeki salgını yenen ve Avrupa’nın birçok ülkesine yardım elini uzatmış bulunan Çin, tüm dünyada kazandığı itibar ve güvenle yakın geleceğin küresel liderliğine adaydır. Bu alanda başarılı ülkeler “otoriter” olarak nitelenip afetle savaşımlarında bunun işe yaradığı öne sürülüyor. Japonya, Güney Kore otoriter mi? Küba gibi küçük bir ülkeyi ve bu süreçteki performanslarını gözlemlemek, nasıl bir yaklaşımın başarılı olduğunu anlamak için yeterli değil mi? O da demokrasi değil, öyle mi? Ya Türkiye? O, demokrasiyle mi yönetiliyor?

Sağlık malzemesini salgın zamanında bir yerine on liraya satma fırsatçılığı “demokrasi” değildir; neoliberal iğrençliktir. Disiplinli toplumlar bu türden fırsatçılıklar yapmaz; bunlara önce ahlak sonra da hukuk izin vermez. Dolayısıyla, bu pandemi sonucunda neoliberal görüşler arka plana itilip sosyal dayanışma öneren -daha çok kamucu- anlayışlar ön plana çıkacaktır. Öte yandan, AB içinde dayanışma ruhu öne çıkamamış; örneğin İtalya yazgısına terk edilmiştir. Bu olgunun, bir bütün olarak AB’yi bir ölçüde sarsması ve ulus devlet kavramını güçlendirmesi beklenebilir.

Türkiye, bu salgın dolayısıyla iktidara karşı güvenini test etmiş; bu ortamda bile halktan para toplama, hala daire satmak için teşvik verme çabasındakilere beslediği güven düzeyi daha da düşmüştür. İktidarın, “kimsesizlerin kimsesi” olmadığı bir kez daha ortaya çıkmıştır. Devlet hazinesinin çarçur edilmiş olması, şu anda hükümeti –istese dahi- yurttaşına karşı eli açık davranmaktan alıkoyuyor. “Muhteşem beşli” müteahhitlerimizin payından(!) kesip halka dağıtmak ise söz konusu olmasa gerektir. Seçmenlerini ürkütmeme kaygısı da, iktidarı tam bir sokağa çıkma yasağı koymaktan kaçınmaya yöneltiyor.

Siyasal tutum itibariyle ikiye bölünmüş olan seçmen –yurttaş- kitlesi bu salgından sonra daha da belirgin biçimde ayrışmış olacaktır. Yasaklara uyma konusunda görüldüğü üzere, gerektiğinde rasyonel davranış sergileyebilenlerin oranı, “ille de camide namaz kılacağım” diye tutturanlara kıyasla artmıştır. İlk kesim yurttaş artık hamasete, din sömürüsüne prim vermeyecek olan kesimdir. Bu gidişin, ülkenin yakın gelecekteki siyasal biçimlenmesini etkilememesi düşünülemez. 

*Aydın CINGI
Siyaset Bilimci
acingisdv@gmail.com