Küresel ısınmanın, üzerinde yaşadığımız gezegene ilişkin sonuçlarının neler olabileceği biliniyor ve bunlardan bazıları şimdiden fark edilmeye başlıyor: buzulların erimesi, deniz seviyesinin yükselmesi, meteorolojik olayların felaketlere yol açacak ölçülerde kapsam edinmesi vb. Bunun olası ekonomik sonuçlarının da ne olacağı konusunda öngörüler var: açlık riski, yoğun göç ve dolayısıyla savaş…
Yeryüzünün ısınmasını durdurmak, insanlığın geleceği açısından bir zorunluluk. Konunun teknik yönünü işleyen yazılarda belirtildiği üzere, endüstri çağından bu yana yüzyıl sonuna değin sıcaklık artışı 2 derece ile sınırlı olmalı. Oysa bu gidişle söz konusu eşik 2050’ye varmadan aşılacak. Durumun vahameti ortada olduğu için 2015 sonunda Paris’te, Kyoto’dan sonraki en kapsamlı “gezegeni kurtarma” konferansı olan COP21 toplantısı yapıldı. Devletler arasındaki resmi görüşmelere sahne olan bu platformdan önce, Nisan 2015’te, yine Paris’te, sol eğilimli uluslararası sivil toplum kuruluşlarını bir araya getiren “İklim Sorunu için İlericiler” konferansı düzenlendi. Benim de davetlilerinden olduğum bu toplantıda, COP21’de alınacak kararlara ve bunların uygulanmasının topluma getirebileceği sorunlara ilişkin olarak kamuoylarının nasıl bilinçlendirileceği tartışıldı. Teknik sorunların ötesinde insan faktörünün önemi vurgulandı. Bu konuda ilerici sivil topluma düşen görevler gözden geçirildi.
İnsanlığın geleceğini düşünmek…
Başlangıçta insan, değişen çevresel koşullara yalnızca ayak uydurma çabası gösterdi. Yaşamını sürdürebilmesi, bu adaptasyon yetisine bağlıydı. Daha sonra kuşaklar boyu insan, belirli bir deneyim ve bilgi birikimi edindi. Bu birikim, ikinci bir çağda insanı, bu kez çevre koşullarını kendi iradesiyle istediği yönde değiştirmeye yöneltti. Ancak bu değiştirme sürecinin doğa ve çevre üzerindeki etkileri dikkate alınmadı. Şimdilerde insanlık tarihinin, “insan-doğa ilişkisi” bağlamında, üçüncü çağına giriyoruz. Unutulmamalıdır ki insan, tüm bilimsel birikimine karşın, yeryüzünde yaşayan türlerden yalnızca biridir. İçinde yaşadığı dinamik sistem bünyesinde her eylemi bir tepki doğurmaktadır; dolayısıyla doğayı etkileyecek herhangi bir eyleme girişmeden önce o eylemin sonuçlarını gözden geçirmek zorundadır. Aksi takdirde içinde bulunulan üçüncü çağ, insanlığın sonuncu çağı olabilecektir.
İnsanlık, binlerce yıllık geçmişi süresince, karşı karşıya kaldığı değişimlerin yol açtığı zorunluluklarla baş etmeye çalıştı. Bu bağlamda, buzullaşma, çölleşme vb türden astronomik kökenli iklim değişiklikleriyle daha önce de karşılaştı. Ancak bunlar, çok yavaş ilerleyen süreçlerdi. Yaşamı sürdürme güdüsü, bu süreçlerin getirdiği farklılaşan koşullara insanoğlunun zaman içerisinde adapte olmasını sağladı.
Daha yakın bir geçmişte de insanlık, kendi eyleminden kaynaklanan değişimlerle karşı karşıya kaldı. Buhar makinesi, elektrik ve informatik gibi teknolojik sıçramalar, aşılmış teknolojilere bağlı olarak üretim yapanlar açısından bir anlamda ölüm-kalım sorunu oluşturmakla birlikte insanın yaşamını “tür” olarak tehdit etmiyordu.
Bugün içinde bulunduğumuz iklim değişikliği süreci yine insan faaliyeti kaynaklıdır. Bu, insan ömrü dikkate alındığında, insanı, yaşamını sürdürme güdüsüyle derhal tepki vermeye zorlamayacak kadar ağır işleyen ama geriye döndürülemez olup insan türünün kısa dönemde yok olmasına neden olabilecek kadar da hızlı giden bir süreçtir. Sorun, insanları, kendi yaşamları içinde çok da yoğun biçimde tanığı olmayabileceği bazı değişimlerin, kendinden sonraki kuşakları derinden etkileyip türünün yok olmasına yol açabileceği yolunda ikna ve onları bu doğrultuda belirli özverilere razı etmektir; onları, buna gerekli bilinçle donatmaktır.
Henüz yolun başındayız
Küresel ısınmanın sınırlanması, sera etkisi yapan gazların önce kısıtlanması daha sonra da sıfırlanmasına bağlıdır. Bu gazları doğuran insan etkinlikleri malum: fosil yakıtlarla elektrik üretimi, sanayi, ulaşım, ısınma, tarım faaliyeti yüzünden ormanların yok edilmesi. Bunlara karşı alınacak teknolojik ve sosyolojik önlemler de biliniyor: yenilenebilir enerji, karayolu trafiği yerine toplu taşıma, konutların yalıtımı, ağaçlandırma… Ne var ki bu önlemler, gelinen aşamada hem yetersiz kalabilir hem de çok pahalı teknolojik yapılanmalar gerektirir. Ayrıca, elektrik enerjisinin stoklanması ve karbon dioksitin tutulması gibi önemli sıçramalar henüz gerçekleştirilmemiştir.
Öte yandan, zorunlu olacak endüstriyel ve teknolojik başkalaşımların ve daha da önemlisi, bunlardan kaynaklanacak sosyal ve kültürel sonuçların ayrıntılı bir analizi yapılmış değildir. Karbondan arındırılmış bir toplum ve “yeşil ekonomi” projesinin pek çok insanın zihninde belirsizlikler uyandırma riski ortadadır. Özellikle düşük gelirli katmanların, başkalaşımın getireceği –işsizlik, uyumsuzluk gibi- risklere karşı statükoyu yeğlemekte oldukları açıktır. Bu noktada temel sorun, saptanacağı üzere, yine “bilinç” konusudur.
Eldeki araçlar
COP21 küresel ısınmaya karşı mücadelede, karbondan arınmış toplumu hedef alarak bir dizi önlem önermiştir. Bu doğrultuda yapılması gerekli düzenlemeler için kullanılacak araçlar asal bir önem arz etmekledir. COP21’in getirileri ve yukarıdaki bölümlerde verilen açıklamalar ışığında, bu araçlara ilişkin olarak şu hususların altı bir kez daha çizilmelidir:
Piyasa, bir araç olarak, bu alanda yetersizdir; iklim değişikliğiyle savaşım konusunda piyasa mekanizmalarını kullanmak güvenli değildir. Bir kez piyasa yalnızca ödenebilir ihtiyaçları, yani parası olanların ihtiyaçlarını dikkate alır. Öte yandan piyasa, uzun döneme karşı duyarsızdır; hele henüz doğmamış kuşakların geleceğine dönük olarak tamamen kördür.
Araç olarak düşünülecek kamu politikaları, tüm ülkelerde, küresel ısınma konusu ön planda tutularak düzenlenmelidir. Bu bağlamda fosil yakıtların kullanıldığı alanlarda her türlü sübvansiyon sıfırlanmalıdır. Hem bu türden sübvansiyonlara yol verip hem de aynı anda yenilenebilir enerjilerin pahalılığından yakınmak tam bir çelişkidir. Küresel ısınmayla mücadele amacıyla yeni normlar oluşturulmalı ve –fabrikadan, ulaşıma- her türlü ekonomik faaliyet alanı yasalar çerçevesinde bu normlara göre düzenlenmelidir. Finans sistemi, söz konusu normların yerleşmesini –kamu politikaları yoluyla- destekleyecek şekilde yönlendirilmelidir. Sera etkisi yapan gazlar için vergi konulmalı ve buradan kaynaklanan fonlar “sıfır karbon” hedefine yönelik olarak kullanılmalıdır.
Öte yandan, her ülkeden gönüllülüğe dayalı bir katılım gerektiren bir uluslararası işbirliğinin zorunluluğu, bu konuya kafa yoran herkesin ortak görüşüdür.
Gezegeni kurtarmaya çalışmak ilericilerin görevidir
Gerçekten de ilerici kesimlerin ve solun küresel ısınmayla savaşım konusundaki tutumu bu alanda belirleyici olacaktır. Böyle bir soruna, kendi çıkarından ötesine kör kalan statükocu ve sağcı kesimden, tetikleyici ve dönüştürücü bir rol üstlenmesini beklemek gereksizdir.
Öncelikle şu hususun bilincinde olmalıyız: Gerçekleşmesinin bir zorunluluk olduğuna inandığımız “karbonsuz topluma geçiş”, ancak çoğumuzun seferberliği ve hepimizin katılımı ile başarıya ulaşabilir. Üstelik bu geçiş, gerçek bir hak eşitliğine ulaşılması ve gelir dengesizliklerinin azaltılması yolunda eşsiz bir fırsat sunmaktadır.
Sol, gezegenin yazgısını ilgilendiren bu sorunla ilgili olarak, öncelikle bir orta-uzun dönem vizyonu ile donanmış olmalıdır. Her bir ülkede ve dünya düzeyinde kurulmak istenen “yeşil düzen”in ekonomik ve sosyal sonuçlarına dönük senaryolar üretilmiş olmalıdır. Bunlardan, herkesin “uygun” bulabileceği öneriler çıkarılmalıdır; çünkü iklim değişikliği ile savaşım, ancak olabildiğince yüksek sayıda insanın kabulü ve katılımıyla başarıya ulaşabilir.
Daha sonra, eşitsizlikler geriletilmelidir. Örneğin soğuk iklimi olan bir coğrafyada bir konutun yalıtılmış olmasının toplumun yararına olduğu herkesin malumudur. Ancak o konutun sahibi yalıtımı parası varsa yaptırır; yoksa yaptıramaz. Tıpkı bahçesinde ağaçları olan birinin o ağaçların yerinde kalmasının toplumun çıkarına olduğunu bilmesi; ama yemeğini pişirmek veya ısınmak için başka bir olanağı bulunmadığında o ağaçlardan birini kesme zorunda kalması gibi…
Demek ki, bir ülkede herkesin toplum yararına davranabilmesini sağlamak için o ülke yurttaşları arasında eşitsizliklerin törpülenmesi zorunludur. Bunun gibi, gelişmiş ülkelerle daha az gelişmiş ülkeler arasındaki eşitsizliklerin de azaltılması, toplumu karbondan arındırmaya gerekli teknolojilere ikinci gruptan ülkelerin de ulaşabilmesi için gereklidir. Yurtiçinde olsun uluslararası olsun, her iki düzlemde de, fosil enerjilerden esirgenecek parasal desteklerin ve sera etkisi yapan gaz üretiminden alınacak vergilerin “yeşil” sektörlere seferber edilmesi yoluyla eşitsizlikleri giderici bir süreç kendiliğinden oluşacaktır.
Nihayet ve en önemlisi; yurttaşların tümünü, gezegenimizin geleceğine ilişkin olası gelişme ve senaryolara dair bilgiyle, belirli ölçüde kültürel ve parasal birikimle donatmış olmaktır. Onlar, birer paydaş olarak, ancak bu yolla -karbonsuz topluma geçiş sürecinde- seçimlerini bilinçle yapacaklar ve bu seçimlerini kişisel ve toplumsal yaşamlarına somut biçimde aktarma olanaklarına sahip olacaklardır.
Görüldüğü üzere, iklim değişikliğiyle savaşım konusunda insan faktörü merkezi bir konumdadır. Bu bağlamda temel, profesyonel ve sürekli eğitim mutlaka öncelikle ele alınmalıdır. Gezegenin ve toplumların çıkarı ile kişisel tercihlerin uyumu ancak bu yolla sağlanabilir.
*Aydın Cıngı,
Siyaset Bilimci,
acingisdv@gmail.com