Derginin bu sayısındaki dosya konusuyla ilgili makalelerin her biri sorunun spesifik bir yönünü ele aldığından, eldeki yazı, bir tür “giriş” niteliğini taşımayı ve göç olgusuna genel bir bakış sunmayı amaçlıyor.
Göç, bilindiği üzere, insan topluluklarının farklı nedenlerle daha elverişli yaşam koşulları elde etme çabasıyla kalıcı biçimde yer değiştirme talebinden kaynaklanır ve bu niteliğiyle tarihin bilinen zamanlarından bu yana vardır. Üstelik göç, son on yıllarda karşımıza, küresel yapılanmanın en belirleyici sosyal olgularından biri olarak çıkmaktadır.
Kavramlar
Öncelikle bazı temel kavramlar üzerinde durmakta yarar olacaktır; çünkü bu alandaki görüş üretim sürecinin her aşamasında, ortaya, bunlara ilişkin karışıklıklar çıkmakta. “Mülteci” -genel geçer tanımıyla- ülkesinde/bulunduğu yerde dini, mezhebi, etnik kimliği, ideolojik görüşü, bir gruba aidiyeti vb nedeniyle zulüm veya baskı gören ve kendi devletinin korumasını talep etmeyen/edemeyen ve bu durumu, iltica ettiği ülkede kabul gördüğünde, “hukuksal statüye” bağlanan kişidir. “Sığınmacı” ise, mülteci nitelikleri taşımakla birlikte bu durumu, sığındığı/iltica ettiği ülke tarafından hukuki statüye dönüştürülmemiş kişidir. Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği, en son yayımladığı 2018 raporunda, dünyada 70,8 milyon yerinden yurdundan koparılmış ve göçe zorunlu kalmış insan bulunduğunu açıklıyor. Şu anda bu sayının bir miktar daha arttığı düşünülebilir; çünkü adı geçen rapora göre salt 2018 yılında bu sayı 2,3 milyon kişi artmış olup 20 yıl öncesine göre de iki katına tırmanmıştır. Bu kökünden koparılmış kişilerin 41 milyondan biraz fazlası aynı ülkede başka yörelere savrulmuş; 26 milyona yakın kadarı da bir başka ülkede mülteci statüsü edinmiştir.
Mülteci alan ülke sıralamasında Türkiye en başta geliyor. Onu, Avrupa’dan Almanya izliyor. Ayrıca bölgesel savaşlar nedeniyle Pakistan, Sudan ve Uganda da ilk sıralarda yer bulmakta. Mülteci veren ülkelerin başında ise Suriye geliyor. Daha sonra Afganistan, Güney Sudan, Myanmar, Somali var. Bu arada dikkati çeken bir nokta da şudur: “Yüksek gelirli” kategorisindeki ülkelerin, nüfusları içinde binde 2,7 oranında mülteci barındırmasına karşılık, orta ve düşük gelirlilerin bünyesinde barınan mülteci oranı binde 5,8’dir.
Uluslararası hukuk düzleminde kabul görmüş evrensel bir “göçmen” tanımı yoktur. “Göçmen” dendiğinde, genellikle maddi ve/veya sosyal durumlarını iyileştirmek ve gelecekten beklentilerini artırmak amacıyla bulundukları yerden bir başka ülke veya bölgeye göç eden giden kişileri anlıyoruz. Bu insan hareketlerinin kitlesel biçimde oluşması “göç olgusu” olarak niteleniyor. Ancak istatistiklerde “göç” dendiğinde, “mülteci” statüsüne sahip 25,9 milyonluk kitle ile bir başka ülkeye “ekonomik gerekçelerle göçenler” bir arada hesaplanarak verilmekte. Esasen ikinci kategori birinciye kıyasla daha yüksek sayılara ulaşıyor ve tarihin bilinen dönemlerinde göç, genellikle ekonomik nedenlere bağlı olarak gerçekleşmiş. Nitekim Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkelerin bugün yerli sayılan nüfusları, büyük ölçüde vaktiyle “ekmek peşinde” denizaşırı yörelere göçmüş başta Avrupalı ve Asyalı, Afrikalılardan oluşmakta. Bu arada tanımlar arasındaki belirsizlikten yararlanan birçok göç alan ülkenin –botla Akdeniz’e açılanlar gibi- kimi potansiyel mültecileri de ekonomik göçmen sınıfında ele alıp onları ülkelerine kabul etmediğini ve çıkış ülkelerine geri gönderdiğini biliyoruz.
Sayısal karşılaştırmalar
Dünya nüfusunun 2020 yılında 8,3 milyara varmış olacağı hesaplanmakta. Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konseyi’nin nüfusla ilgili bölümü, dünyada 2019 yılı itibariyle 272 milyon ekonomik göçmen olduğunu bildiriyor. Buna göre dünya nüfusunun %3,5 kadarı göç etmiş olup doğduğu ülkenin dışında yaşamakta. Bu sayının, daha 2010 yılında 221 milyon, yarım yüzyıl önce 1970’te ise 84 milyon olduğu düşünüldüğünde; tarihsel süreç içinde göç olgusunun dünya toplumları bünyesinde çok büyük bir ivmeyle kapsam kazandığı saptanacaktır.
En çok göçmeni, 82 milyon ile Avrupa ve 59 milyon ile Kuzey Amerika almış durumda. Sayısal olarak en çok göçmen alan ülkelerin başında Amerika Birleşik Devletleri (ABD) geliyor. Onu Rusya Federasyonu, Suudi Arabistan, Avustralya ve Avrupa ülkeleri izliyor. 1990’da 23,3 milyon göçmeni bulunan ABD, 2019 itibariyle 50,8 milyon göçmen barındırıyor. Avrupa’da ise, yerli nüfusuna göre %30’lara yaklaşan göçmen oranıyla başta gelen İsviçre’den sonra Almanya en çok göçmen oranına sahip. Ancak Almanya, Fransa, Birleşik Krallık, Hollanda, İsveç, Avusturya gibi ülkelerin göçmen oranı genellikle %10-%15 mertebesinde. Türkiye’de 1990’da göçmen nüfusu 1,2 milyon kadardı; şimdi yoğun Suriyeli göçü ile bu sayının nerelere vardığı, iktidarın saydamlıktan yoksun politikası nedeniyle bilinmiyor.
Göçün nedenleri ve sonuçları
Son yarım yüzyılın yoğun göçünün başlıca nedenleri, ilerlemiş ülkelerle geri kalanlar arasındaki gelir uçurumu ve özellikle insanları yerinden yurdundan eden bölgesel savaşlardır. Gelir eşitsizliğine/eşitsizleşmesine örnek olarak, Batı Avrupa ile Afrika ülkeleri arasındaki kişi başı “gayrı safi yurt içi hasıla (GSYİH)” farklarını küreselleşmenin hızlandığı 1973-2008 arası süreyi kapsayan 35 yıllık dönemde ele alalım. Britanyalı iktisatçı Angus Maddison’un hesaplamalarına göre, bu dönemde Batı Avrupa ülkelerinin yıllık ortalaması 11.417 ABD dolarından 24.672 dolara çıkmıştır; oysa aynı yıllar için Afrika ülkelerinin GSYİH ortalaması 1.410 dolardan 1.780 dolara yükselebilmiştir. Buna göre, 1973 yılı itibariyle Batı Avrupa’da Afrika’dakinin 8,1 katı olan kişi başı yıllık hasıla, 2008 yılı itibariyle 13,9 katına tırmanmıştır. Bir başka deyişle dünyanın tek bir pazara indirgendiği küreselleşme döneminde, zengin ülkeler ile yoksullar arasında zaten var olan uçurum derinleşmiştir. Bugün 2020’de, fark daha da artmış; zaten zengin olanlar daha da zenginleşmiş, yoksullar görece daha da yoksullaşmıştır.
Batı ülkelerindeki refah perspektifinin, yoksulluk çeken insanlar için mıknatıs işlevi görmesi kaçınılamaz. Ekonomik nedenlere bir de insanları bezdiren hatta canlarını tehlikeye atan bölgesel savaşları ve bunlardan kaynaklanan baskıları ekleyin. Baskı örneklerini aslında uzaklarda aramaya da gerek yok; sözgelimi salt IŞİD veya Boko Haram işgaline uğramış bölgelerde insanların maruz bırakıldıkları kültürel baskıyı tasavvur etmek –bırakalım iş bulma ve refaha kavuşma hevesini- insanları göçe yönlendiren motivasyonu anlamak için yeterlidir.
Ancak göçün sonuçları dikkate alındığında, göçmenlerin gittikleri ülkeler için bir sorun kaynağı olduğu da yadsınamaz. Küreselleşme, tüm ülkelerde olduğu üzere, gelişmiş toplumlarda da korunan ve gelişen –örneğin bilişim gibi- sektörlerde çalışan ve yüksek kalifikasyon sahibi kazançlılar ile korumadan yoksun olup –örneğin tekstil gibi- eriyen sektörlerde çalışan ve düşük kalifikasyonlu kayıplılar yaratmıştır. Bu ikinci grup kendi potansiyel istihdam alanlarında ucuz emek sunan göçmenlere kızgındır. Ayrıca göçmenler ile göçtükleri toplumlar arasında aşılması güç kültürel uyumsuzluklar da boy gösterir. Bu ortam, bütün bu çıkar çatışmalarını ve karşıtlıkları sömürme yolunda kimlik siyaseti yapan ve farklı toplumsal kesimleri kutuplaştıran demagog politikacılar için son yıllarda bulunmaz bir fırsat oluşturmuştur. Popülist sömürüye gerekli üç unsur, “türedi demagog” liderin emrine amadedir: Düşman imge olan “yabancı”; kutuplaştırıcı ve kızıştırıcı söylem; ve de buna inanmaya hazır kayıplı toplum kitleleri. Radikal sağa oy taşıma yolları böylece açılmıştır. Etki-tepki halkaları Batı’da, toplumları –ve özellikle düşük eğitimli/becerili emekçileri- soldan koparıp radikal sağa kaydıran bir neden-sonuç zincirine bu şema uyarınca dönüşmüştür.
Eldeki dergide dosya konusunu işleyen makaleler, dünyanın şu anda en çok mülteci kabul etmekte olan ülkesi Türkiye’ye ve bu ülkeye akan Suriyeli göçmenlere ilişkin ayrıntılar içeriyor. Esasen kendisi de göç veren ve yoğun iç göçlere sahne olmuş bulunan Türkiye bir göç ülkesidir. 5 milyon yurttaş ülke dışında yaşamakta. Ayrıca, iç göç dolayısıyla her 10 yurttaştan 3’ü ülke içinde ama doğduğu yerin dışında yaşıyor. Suriyeli akınına ek olarak Afganistan, Orta Asya ve Afrika’dan gelen göçmenler şimdilerde Türkiye’yi tam anlamıyla bir göç alan ülke konumuna getirdi. Hele Avrupa’nın kapıları da kapandıktan sonra ve iktidar söz konusu göçmenlerden tam bilemediğimiz bir gündem çerçevesinde yararlanma eğiliminde olduğundan, bunların çok büyük bir çoğunluğunun ülkemizde kalıcı olacağını varsayabiliriz.
*Aydın CINGI
SODEV Eski Başkanı, Siyaset Bilimci
acingisdv@gmail.com