Fransa, Federal Almanya ile birlikte Avrupa Birliği (AB)’nin motoru işlevini gören iki ülkeden biridir. Almanya’nınkinden daha az gelişmiş ekonomisine karşılık, Fransa’nın Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinden biri olma gibi önemli bir küresel konumu vardır. Ayrıca bu ülkenin, biz Türklerin gözünde farklı bir yönü bulunur. Fransızlar, Osmanlı entelijansiyasının kullandığı “Frenkler” deyimiyle bir yandan “hayranı olunan” Batı dünyasıyla özdeşleştirilirken, bir yandan da son dönem Türkçesinde, bir konuya “Fransız kalma” deyimi aracılığıyla, genel anlamda yabancılık ve ilgisizlik ile eşanlamlı tutulur. Özetle aramızda, yüzyıllar boyu bir tür “aşk-nefret” ilişkisi geçerlilik edinmiştir.
Temsili bir demokrasi olan Fransa, “yarı-başkanlık” sistemiyle yönetilen üniter bir devlettir. Çağımızın ilk cumhuriyetlerinden bir olan bu ülkenin kültüründe demokratik gelenekler ve değerler son derece köklüdür. Sürmekte olan Beşinci Cumhuriyet, Eylül 1958’de De Gaulle döneminde yapılan bir referandumla kabul edilmiş olup yürütme, yasama ve yargı erklerinin ayrımına dayalıdır. Bu referandumla, birer parlamenter demokrasi olan Üçüncü ve Dördüncü Cumhuriyet dönemlerinde ortaya çıkmış bulunan istikrarsızlıklar yüzünden, yürütmenin yetki alanı yasamanınkine oranla biraz daha genişletilip parlamenter sistem ile başkanlık sistemi harmanlanarak bir yarı başkanlık sistemi oluşturulmuştur.
Başkan en çok iki kez üst üste ve beşer yıllık süreler için seçilir. Yasama organı, bir parlamenterler meclisi ile bir senatodan oluşur. Parlamentoda işlev gören milletvekilleri, son dönemlerde başkan seçiminden hemen sonra düzenlenen seçimlerle göreve geliyorlar. Bu zamanlamanın, -kural olarak değil ama- doğal olarak, başkan seçilen kişinin siyasal eğilimini benimseyenlerin parlamentoda da çoğunluğu elde etme sonucunu doğurduğu ve yürütmenin başı olan cumhurbaşkanı ile bu erki paylaştığı başbakanın ve yasama organının uyum içinde çalışmalarını sağlama amacına hizmet ettiği de tecrübeyle sabittir. Bugüne değin sadece üç kez, yürütme erkini birlikte kullanan cumhurbaşkanı ile başbakanın yani parlamento çoğunluğunun farklı –hatta rakip- partilerden olduğu dönem (1986-1988; 1993-1995; 1997-2002) yaşanmıştır. Yasama organının ikinci bir ayağı da, üyelerinin yarısı üç yılda bir yenilenen senatodur. Bu arada her bir organın yetki alan ve sınırlarını açıklayarak makalenin boyutlarını zorlamamız çok anlamlı olmayacaktır.
Son başkanlık seçimleri
2022 başkanlık seçimlerinin ilk turu 10 Nisan günü yapıldı. Hiçbir adayın %50 oy oranını aşamaması durumunda, iki hafta sonra ilk iki sıradaki aday arasında ikinci tur seçiminin yapılıp en çok oy alan adayın “seçilmiş” ilan edildiği biliniyor. Bu kez de, ikinci tura kalan iki aday kozlarını 24 Nisan 2022 tarihinde paylaştılar.
İlk tura tam 12 aday katılmıştı. Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, aday olarak oyların %27,9’unu alırken ikinci sırada gelen Marine Le Pen %23,2 oranında oy almıştı. Onu %22 ile Jean-Luc Mélenchon izledi. Diğer adayların -aşırı sağcı ve yabancıya karşı nefret söylemi yayan Eric Zemmour (%/7,1) dışında- hiçbirisinin oy oranı %5’e ulaşamadı.
Eski ana akım partilerinden merkez sağcı Cumhuriyetçilerin adayı Valérie Pécresse %4,8 ile, merkez solun ana akım partisi Sosyalistlerin adayı ve aynı zamanda Paris Belediye Başkanı olan Anne Hidalgo ise %1,8 oranları ile partilerini tarihlerinin en düşük oy oranlarına tanık ettiler. Bu dehşet verici düşüşün nedenlerini arkadaki bölümlerde daha ayrıntılı olarak ele alacağız.
İkinci turda, 1969’dan bu yana %72 ile en düşük katılımla yapılan seçimde, Macron oyların %58,5’ini, Le Pen ise %41,5’ini aldı; böylece Macron Fransa’nın yönetiminde bir beş yıllık dönem daha kalmaya ehil görülmüş oldu. Eldeki makale, ilk turu 12 Haziran, ikinci turu da 19 Haziran 2022 tarihlerinde yapılacak olan yasama meclisi seçimlerinden önce yazılmakta. Bu nedenle sonuçları bilemiyoruz; ancak “başkanın partisi” diye anılan Macron’un partisi Cumhuriyet Yürüyüşü (La République en Marche – LREM) adlı partinin 577 kişilik mecliste büyük bir çoğunluk elde etme olasılığının çok yüksek olduğunu şimdiden söyleyebiliriz. Irkçı ve sağ popülist Le Pen’in Ulusal Birlik/Ulusal Birleşme (Rassemblement National – RN) ) partisinin ikinci konumda olacağına; onu da sırasıyla –ama az farklarla- eski ana akım merkez sağ parti Cumhuriyetçilerin (Les Républicains – LR), Mélenchon’un sol popülist Boyun Eğmeyen Fransa (La France Insoumise – LFI) partisinin ve nihayet merkez solun ana akım partisi Sosyalistlerin (Parti Socialiste – PS) izleyeceğine çok muhtemel gözüyle bakabiliriz. Komünistlerin ve Yeşillerin “adı yok” dense yeridir. Onlar da dar bölge sisteminde –varsa, dar bir bölgede popüler adayları sayesinde- belki birer ikişer sandalye kapabilirler.
Eski sistemin sonu mu?
Geçen yüzyılın ortalarından bu yana Fransa’nın hemen hemen tüm başkanları ve başbakanları, solda iseler Sosyalistlerden sağda iseler de –adları değişmekle birlikte (RPR, UDF, UMP)- Cumhuriyetçiler olarak anılan “ana akımdan” çıkmıştır. 5. Cumhuriyet’in –Macron’a kadarki- tüm seçilmiş başkanlarını sayalım:
De Gaulle (sağ, 1959-1969)
Pompidou (sağ, 1969-1974)
Giscard d’Estaing (sağ, 1974-1981)
Mitterrand (sol, 1981-1995)
Chirac (sağ, 1995-2007)
Sarkozy (sağ, 2007-2012)
Hollande (sol, 2012-1017)
Bunların hepsinin, ya sağdaki -Cumhuriyetçiler- ya da soldaki –Sosyalistler- ana akımlardan çıktığı saptanmaktadır.
Aslında bir önceki sosyalist başkan (2012-2017) François Hollande’ın ekonomi bakanı olan Macron, 2016 yılında sol ana akımdan kopmuş; bir önceki ve bu seçimde kendi kurduğu liberal tandanslı LREM’in adayı olarak yarım yüzyılı aşkın geleneği bozmuş ve iki ana akım parti adayının 5%’in altında oy almalarına yol açmıştır.
Aslında geleneksel partilerin, çöküşün öncesinde seçmenleri güvenlik, eşitsizlik, iklim değişikliği, dijitalleşme gibi –kimisi son dönemde belirmiş- sorunlarla başa çıkabilecekleri yolunda uzun ama inandırıcı olmayan ikna süreci yer almıştır. Ne var ki ikinci turda Macron’un karşısına yine, beş yıl önce olduğu gibi, uç sağdaki Ulusal Birlik adayı Le Pen çıkmıştır.
Şu anda Fransa parti sistemindeki panorama, seçmenin başlıca üç blok çevresinde toplandığını gösteriyor. Macron’un geniş ve küreselleşmeci merkez-liberal grubunun yanında iki radikal güç belirmiştir. Bunlardan sağdaki, Le Pen’in radikal ve popülist göçmen karşıtı Ulusal Birlik hareketi, soldaki de AB ve serbest piyasa karşıtı, kamucu politikaların ateşli savunucusu Mélenchon’un sol popülist hareketidir.
Seçim yılı | 1978 | 1981 | 1986 | 1988 | 1993 | 1997 | 2002 | 2007 | 2012 | 2017 |
Solun toplamı | 43,2 | 53,7 | 41 | 46,1 | 26,8 | 33,4 | 28,9 | 29 | 36,3 | 12,2 |
Sağın toplamı | 44,1 | 40 | 40,9 | 37,7 | 38,7 | 29,9 | 33,3 | 39,5 | 27,1 | 21,6 |
FN / RN | 9,7 | 9,7 | 12,6 | 14,9 | 11,3 | 4,3 | 13,6 | 13,7 | ||
LFI | 11 | |||||||||
LREM | 32,3 |
Yukarıda, son 10 yasama meclisi seçiminin sonuçları “ana akım sol toplamı, yani Sosyalistler ve Komünistler” ile “ana akım sağ toplamı, yani RPR + UDF, sonra UMP” ele alınarak sergileniyor.
Tablodaki oranlar, seçmenlerin oylarını, ikinci tura kalan iki aday arasında stratejik yaklaşımlara girişmeden ilk turda esas tercihlerine göre kullandıkları oylar üzerinden hesaplanmıştır. Tablodan çıkarılacak sonuçları toparlar ve bloklar içi farklılaşmaları da dikkate sunarsak:
-Ana akım solun ve sağın toplamı, 1990’lara değin %80’leri bol bol aşar hatta %90’lara varırken daha sonra %60-70 arasına inmiş, 2017’de Macron’un partisi LREM’in her iki ana akımdan da oy devşirmesiyle %30’lara düşmüştür.
-Sol ana akım bünyesinde 1970’li ve hatta 1980’li yıllara değin Sosyalistler ile başabaş giden Komünistler, 1981 yılında Mitterrand’ın başkanlığı döneminden itibaren gittikçe zayıflayarak sol blokta “marjinal” parti durumuna gelmişlerdir. Bu blokta şimdi zaman zaman “ekolojist” gruplar da yer almaktadır. Bununla birlikte onların oyları tabloya yansıtılmamıştır.
-Siyaset sahnesinde 1986 seçiminde ilk kez Ulusal Cephe (FN) adıyla beliren ırkçı ve sağ popülist akım, 2010’lu yıllarda politikasını farklılaştırarak “cephe” sözcüğünün kutuplaştırıcı çağrışımından kurtulup kucaklayıcılığı çağrıştıran “birlik” sözcüğüne yönelmiştir. Ulusal Birlik (RN) adı altında girdiği parlamento seçimlerinde oy oranını yükseltmiş olduğu gibi, 2017 ve 2022 başkanlık seçiminde iki finalist adaydan birini çıkarmayı da başarmıştır.
-Yine son başkanlık seçiminde üçüncü sırada yer alan Mélenchon’un Boyun Eğmeyen Fransa (LFI) hareketi de 2010’lu yıllardan sonra ortaya çıkmış, ama dikkate değer oranlara ancak 2017’den itibaren ulaşmaya başlamış bir siyasal harekettir.
PS’nin ve solda ana akımların düşüş nedenleri
Sosyalistlerin Fransa’da uğramakta olduğu bozgunun nedenleri kısmen kendi tarihlerinde aranmalıdır. Fransa’da PS, başka Avrupa ülkelerindekinin aksine, solun dominant partisi olmak için 1970’li yılları beklemişti. O zamana değin solda dominant parti Fransız Komünist Partisi (PCF) idi. Mitterrand’ın “Sol Birlik” stratejisinden sonra bile Fransa’da sosyalizm, Avrupa sosyal demokratik modelinin kıyısında kenarında kaldı. Bu, Mitterrand’ın bu dönemde çok radikal davrandığı anlamına gelmiyor. Ancak PS, Almanya ve Britanya sosyalistlerinin veya sosyal demokratlarının aksine, sendikalara ve sosyal dayanışmanın tetikleyici unsurları olan kooperatif, işçi birlikleri gibi yapılanmalara arşı hep mesafeli durdu. (Christophe Sente, Timothée Duverger, 24.01.2022 Social Europe Journal) Aslında kapitalizmim ve demokrasinin 1970’lerde uğradığı değişimler PS’nin ve genel anlamda Fransız solunun düşüşünü tetiklemişti. Küresel gelişmeler sonucunda bazı endüstri dallarının Batı ülkelerinden ucuz emek ülkelerine taşınması, çalışanların koşullarını ve alt gelir gruplarını etkilemişti. Diğer batılı ülkeler gibi Fransa da, 1980’li yıllarda yapısal bir işsizlik dönemine girmiş ve başta sendikalar, tüm emek örgütleri zayıflamışlardı. İşte siyasal sol ile emekçi halk kitleleri arasında eklem oluşturan grupların marjinalleşmesi, gittikçe artan sayıda emekçinin PS ve PCF (Fransız Komünist Partisi) ile bağlarının kopmasının esas nedenidir.
Soldan kopan emekçilerin çoğu temsili demokrasiye beslemeye başladıkları güvensizliği seçimlere katılmayarak gösterdi. Ancak bunların gittikçe çoğalan bir kesimi de koruma ve içe kapanma vadeden radikal sağ parti (FN) saflarına katıldı. Bu arada François Mitterrand döneminin (1981-1995) sosyalist hükümetleri tarafından –örneğin kemer sıkma politikaları türünden- yapılan siyasal tercihler, emekçi kitlelerin Fransız sosyalistlerinden kopuşunu hızlandırdı.
Her türden olumsuz gelişmeye karşın yine de PS, yerel düzlemde kökleri sağlam siyasal yapısı ve Paris, Lyon vb büyük kentlerdeki egemen konumu; kanıtlanmış yönetebilirliği ve 1980’ler ve 1990’larda geçirdiği yasalarla emek kesimine sağladığı ücretli izin, azaltılmış iş süresi gibi kazanımlar sayesinde solda egemen konumunu korudu. Söz konusu kazanımlar arasında, Rocard’ın yasalaştırdığı asgari ücret ve Jospin’in parlamentodan geçirdiği sosyal güvenlik ve sağlık sigortası paketi yine de emek kesiminin kaçışını bir ölçüde frenlemişti.
Ancak, başkanlığa geldikten altı ay sonra sosyal liberalizme sarılan “sosyalist başkan” Hollande’ın dönemi, PS için felaketin başlangıcı oldu. Kendisine oy verenlerin beklentisinin tersine, Fransız firmalarının rekabet gücünü artırmak için vergi indirimine yönelmenin, büyümeyi teşvik için düşük ücretleri yükseltmeyi öneren klasik Keynezyen önlemlerden daha etkili olduğu görüşüne tutundu. Gerhard Schröder ve Tony Blair’in daha önce göstermiş oldukları sosyal demokrasi ile liberalizm arasındaki “Üçüncü Yol”dan gitmeyi yeğledi.
Bu türden yapısal sorunların da ötesinde PS, Mitterrand’dan sonra gelen Genel Sekreter Lionel Jospin’in, seçmeninin, “nasıl olsa yeterli oy alır” düşüncesiyle 2002’de sandığa gitmemesi sonucunda elenmesi ile büyük bir şanssızlığa uğramıştır. Daha sonraki parti genel sekreterleri ve başkan adayları –seçilen Hollande da dahil- güçlü siyasal figürler olamamışlardır.
Soldaki ana akım partinin çöküşü yalnızca Fransa’da gözlemlenen bir sorun değildir. Bunun örnekleri, geçtiğimiz yıllarda Hollanda’da, Yunanistan’da ve İtalya’da da görülmüştür. Onların yerlerini başka sol akımlar hatta bazen popülist solcu akım olarak kurulup sonradan “ana akım” konumuna gelen partiler almıştır. PASOK’un yerini dolduran SYRIZA bunun bir örneğidir. Bu örnek, gözlemcinin aklına “acaba LFI de PS’nin yerini alıp sonradan popülizmden arınarak ana akım sol parti konumuna gelebilir mi?” sorusunu getirebilir. Daha da ötesi, bu hızlı yıkılmalar sola özgü de değildir. Son dönemde pek çok Avrupa ülkesinde muhafazakar, liberal hatta Hıristiyan demokrat partilerin çöküverişine de tanık olunmuştur. Bu olgular, siyasal parti sisteminde yeni bir tanımlama çabasının gerekliliğine işaret etmektedir.
Uç sağın “ana akım” durumuna gelmesi
Macron’un Le Pen’i geçerek seçimi kazanması, 2017 ile 2022 arasında nerdeyse 2 milyon seçmen yitirdiği, buna karşılık Le Pen’in aynı dönemde 2,6 milyon seçmen kazandığı gerçeğini unutturmamalıdır. Bir zamanlar itici söylemiyle çoğunluğun nefretini çeken –eski FN- RN, artık siyasal evrende kabul gören bir kitle partisi kimliğini edinmiş görünüyor. Böylece AB ve göçmen karşıtı olan ve uç sağda gezinen bu parti, artık sistemin bilinen, yerleşik ve iktidara oynayan büyük oyuncularından biridir.
Bu 5 yıl içinde onu sistem dışına itme çabaları sonuç vermemiş ve bu parti ülkenin bazı bölgelerinde, özellikle de eskiden solun kaleleri olan yoksul emekçilerin yerleşik bulunduğu kuzeyde, ayrıca kuzeydoğuda, güneyde ve güneydoğuda en çok tutulan parti konumuna ilerlemiştir. Öte yandan seçime katılımın düşük olduğu ve Macron’a oy veren yüzde 58 oranındaki seçmenin de, yeniden seçilen başkana önceki beş yıldaki performansının parlaklığından ötürü oy vermediği göz önünde bulundurulmalıdır. Sandık çıkışında yapılan anketlere göre bu seçmenlerin %42 kadarı taktik oy kullanmış; politikasını destekledikleri için değil, her şeye karşın “ırkçı” bildikleri bir aşırı sağcının başkan olmasını engellemek için Macron’a oy vermişlerdir.
Macron
2012 ile 2017 arası dönemde başkanlık yapan Hollande, hem sosyalist seçmeni hem de sıradan Fransız seçmenini düş kırıklığına uğratmış olmanın bilinciyle, bir sonraki dönem için adaylığını koymadı. Sosyalist bir hükümette 2014-2016 yıllarında Ekonomi Bakanı olan Macron, beklenmedik koşullarda aradan sıyrılarak 2017’de başkanlık makamına oturdu. Seçim öncesinde merkez solda yer alan seçmenleri ve sosyalistleri, liberal ve modernleşmeci bir başkan olarak kurumsal yapıyı demokratikleştireceğine ve Fransa’ya mal olmuş değerleri öne çıkaracağına ikna etti. Ancak Macron ülkeyi, merkez sol şöyle dursun merkezde bile yönetmedi. Öyle ki, giriştiği serbest piyasaya yönelik reformlar, kendisinin kitlelerce “Zenginlerin Başkanı” olarak anılmasına neden oldu. Alt gelir sahiplerini karar mekanizmalarından uzak tuttu ve göçmenlere karşı kötü davrandı.
Böylece, merkez soldaki seçmeni absorbe ettikten sonra merkez sağda yer alan Cumhuriyetçilere de şirinlik yaparak her iki ana akım partinin oylarını kendine çekti. Nitekim bu partinin 2017’deki adayı Fillon’un o zaman aldığı %20 oy oranına karşılık bu seçimin merkez sağ adayı Pécresse’in oyu %5’in altına düştü. Macron’un yeni konumlanması bu seçmenlerin önemli bir kesimini aşırı sağda yer alıp merkez sağ adayından fazla oy toplayan Zemmour’a itti. Sonuçta Macron’un başarıyla uyguladığı kurgu şu oldu: Merkez sol ve merkez sağdaki iki partinin oylarını tek partide toplamak. Bu, Batı demokrasilerinde ilk kez tanık olunmuş bir olgudur. (Philippe Marliere, 29.04.2022 The Progressive Post, FEPS)
Fransız parti sisteminin yeniden yapılanması, uç sağın mevcut tema ve politikalarından yeni görüşler üreterek başarılmıştır. Bu süreç, Le Pen’in partisini normalleştirip kitleselleştirmiş ve daha önce “nefret suçu” ile iki kez hüküm giymiş Zemmour gibi bir kişinin başkan adaylığını meşrulaştırmıştır. Gerçekten de Macron başkanlığında geçen beş yılda sosyoekonomik konulardaki geleneksel karşıtlaşma, İslam ve göç ve de ulusal kimlik üzerinde kurgulanmış sürekli kültür savaşlarının gölgesinde kalmıştır. Bütün bunlar, özellikle gençleri politikadan soğutmuş ve onları, yerleşik düzeni reddeden radikal soldaki Jean-Luc Mélenchon’u desteklemeye yöneltmiştir.
Özetle Macron, 2017 seçim kampanyasından başlayarak beş yıl boyunca, sistemin merkez sol ve merkez sağ ana akım parti seçmenlerinin bir kesimini kendi merkez partisine bağlamış; kalanını da radikal sağda ve radikal solda oluşmasına dolaylı katkı sağladığı partilere yönlendirmiştir. O halde bugünün – kalıcı olmayabilecek olan- üç kutuplu parti sistemi Macron’un eseridir.
Bundan sonrası . . .
Yineleyelim: Macron Fransa politikasına oldum olası yön vermiş “sol-sağ” ayrışmasını darmadağın edip siyasal yelpazenin her iki tarafında birer radikal dominant parti yarattı. Dolayısıyla ortaya “birbiriyle kıyaslanabilir” ağırlıklı üç blok çıktı: Macron’un liberal muhafazakar partisi, Le Pen’in uç sağ partisi ve Mélenchon’un radikal sol partisi. Bunların her birinin seçmen kitlesi, ideolojik kökten yoksun ve kutuplaşmış yapıda.
Şu anda solun fiili lideri konumundaki Mélenchon, “sol” güçlerin yani Sosyalistlerin, Yeşillerin, Komünistlerin ve Troçkistlerin Haziran parlamento seçimleri için bir araya gelmesini öneriyor. Bu girişimin ne ölçüde başarılı olabileceği kuşku götürür. Öte yandan, Le Pen de parlamentoda temsil gücünü artırma yolunda her türlü çabayı gösteriyor.
Seçmenlerinin neredeyse yarısının, diğer aday başkan olmasın diye seçtiği Macron Fransız siyasal sisteminin özündeki çelişki ve gerilimlerin üstesinden gelemeyebilir. Aldığı seçmen desteği onu, başta emeklilik yaşının 62’den 65’e çıkarılması gibi tartışmalı reformları uygulamaya koymaya muktedir kılacak düzeyde değil. Geniş kitleleri irkiltecek türden reformlara girişmesi durumunda, sosyal hareketlenmenin Sarı Yeleklilerinki gibi yeni bir isyana yol açma olasılığı vardır.
Tüm bu tartışmalar bağlamında kesin olan şudur: Eğer Macron gençler, yoksullar, yoksullaşmış ve bu yüzden radikalleşmiş orta sınıflar gibi hakları ellerinden alınmış ve seslerini çıkaramayan sosyal kategorilerle barışmazsa, beş yıl sonraki seçimde RN, Le Pen ile veya başka bir adayla, başkanlığa her zamankinden daha da yakın olacaktır.