‘Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin
akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur,
koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani, hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak,
alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
-demeğe de dilim varmıyor ama-kabahatın çoğu senin,
canım kardeşim!”
Nazım Hikmet RAN
Bu yazıda benden “siyaset bilimci” analizi beklenmesin! Sözü dolandırmayacağım. Yalancılık ve sahtekarlık, özetle “kötülük” yine kazandı. Öncelikle, bir kesim yurttaş kendine benzeyeni seçmeye devam ediyor. Bu noktada seçen ile seçilen özdeşleşmesinden, aralarındaki benzer etik yapıdan söz edebiliriz. Bu türden olmayan bir diğer kesim seçmen ise her türlü yalana, düzenbazlığa inanıyor. O kadar akıl yoksunu olanlar var ki, sosyal medyada “ekonomi Kılıçdaroğlu döneminde rayından çıktı” veya “Kılıçdaroğlu gelse gözümüzü oyacaktı” diyenleri bile gördüm.
Bu sırada birçok akıllı, bilgili insan da seçim sonuçları konusunda ciddi analizler yapıyor. Kimi muhalif analistler kendilerini kırbaçlayıp duruyor: Hala daha “seçmenin feraseti”nden söz açanlar var; halka anlatılamamış da, seçmen ikna edilememiş de vesaire. Seçmene toz kondurulmuyor; ona ufaktan sitem edene “bilinçsiz” muamelesi yapılıyor. Benim ise, hala daha ve her koşulda “seçmenin feraseti”nden söz edenin ağzına kürekle vurasım geliyor.
Benim canım seçmenim
Evet; devlet tüm olanaklarıyla iktidardaki adaya ve Cumhur İttifakı’nın adaylarına çalıştı. Ayrıca yurdun bazı yörelerinde TRT’den başka kanal izleyemeyenler var. İktidar neredeyse iletişim tekeline sahip. Bu iletişim baskınlığından da halka yalan zerk etme yolunda yararlanıldı. Belirli bir kesim, camilerde -içinde verilen vaazlar ve avluda yapılan mitingler yoluyla- afyonlandı. Bir başka kesim montaj ürünü olduğu besbelli videolara inandı. Koşullar bütünüyle eşitsiz ve kampanya minimal dozda bir ahlak anlayışına sahip insanı çıldırtacak kadar adaletsizdi. Ne ki, seçimli otoriter sistemlerin karakteristiği zaten bu!
Ayrıca muhalefet, hele de muhalefetin sol kanadı sözde din erbabının ve iktidar sözcülerinin ahlaksızlığıyla yarışamaz. Ne olacak peki? Cahil olan cahil kalacak, bilinçsiz olan bilinçlenmeyecek, muhalefet de doğruyu bir türlü bunlara anlatıp benimsetemeyecek. O halde hep ahlaksızlığın, kötülüğün hükmünde mi yaşayacağız? Hep kaybedip düzenbazlığın nasıl olup da egemenliğini sürdürdüğü konusunda a posteriori derin analizler mi yapacağız?
Deprem bölgesinden seçmen kardeşim; sen bu iktidarın, göçük altında kalan komşuna günlerce yardım götüremediğine, hatta yardıma koşabilecek askeri durdurduğuna, üstündeki beton blokların altında imdat bekleyen depremzedenin internetle yardım isteme olanağını kısıtladığına tanık olmadın mı? Sonradan gelip sağ kalana şu kadar peşinat ve şu kadar taksitle yeni ev yapma vaadine mi kandın da üçte iki oranında bu iktidara oy verdin? Yoksa “muhalefet ezanı susturur, bayrağı indirir” propagandasına mı kandın? Ferasetten vazgeçtim; ahlakını, sağduyunu bir yoklasana. Bak bakalım yerinde mi?
Madenci yakını seçmen dostum; vaktiyle 301 canı giden Soma’da, protestocuları sığındıkları dükkanlara kadar kovalayarak yumruklayan ve madenci tekmeleyen danışmanını terfi ile ödüllendiren muhterem kişiye bir sonraki seçimde kitle halinde oy verdindi. Yine ciddi analizler yapılmıştı; ama o arada aldığın “ikramiyeler” acını bir nebze olsun unutturuvermişti galiba. Bu kez 41 madencinin iş cinayetine kurban gittiği ocağın bulunduğu Bartın’da da öyle oldu. Oyların çoğu, orada da “kader planı” yorumcularına gitti. Sen de şöyle arada bir vicdanına göz atıversene!
Toparlanma fırsatı tepildi
Gerçekten de seçimden neredeyse bir ay öncesine değin iktidarın değişeceğine hemen hemen “kesin” gözüyle bakılıyordu. Sıradan yurttaşın gerçi çıldırtıcı adaletsizlikleri, sabahın köründe evinden alınan gazetecileri, yıllardır suçsuz yere tutsak edilen Kavala ve Demirtaş’ı, seksenlik generalleri, Gezi tutsaklarını falan çok da umursamadığı biliniyordu. Esasen bütün kamuoyu yoklamalarında da başta –konjonktüre göre- ekonomi ve türevleri ile güvenlik gelir; demokrasi, adalet hatta eğitim gibi kalemler aşağı sıralarda yer alırdı. Yeter ki “ezan susmasın, bayrak inmesin” idi.
Ancak bu kez, -AKP’liler dahil- tüm seçmenleri en çok etkileyen gıda enflasyonu doruktaydı. Ülkede ücretli çalışanların yarıdan fazlasını oluşturan asgari ücretlinin alım gücü “patates-soğan” ikilisini gönlünce satın almaya yetmiyor, açlık kol geziyordu. “Bal tutan parmağını yalar” kafasının genellikle yadırgamadığı ve bazıları olağanı yüz kat aşan garantili yolcu veya hasta-müşteri sayısına endeksli dev yolsuzluklar, “çalıyorlar ama çalışıyorlar” düzleminde yuvarlanıp giden toplumu dahi artık rahatsız etmeye başlamıştı. Ekonomik koşullar, iktidarın değişmesine son derecede elverişli idi.
2015 yılında iktidarı zor durumdan birden patlayıveren terör dalgası kurtarmıştı. Ne hikmetse; her bir yandan bombalar zuhur ediverince seçmen can derdine düşmüş, mevcut güçlü kişinin yanında toplaşıvermişti. Güvenlik kaygısı öncelik kazanmıştı. Bu kez yine ekonomik kaygılar ön plandaydı; iktidar, seçmen tercihini güvenliğe yönlendirmek için bu kez bombaları değil, ama bomba atanlarla muhalefetin sözde “işbirliğini” kullandı. Terörün görece sakin olduğu bir dönemde ortaya “bölücülük” kaygıları yaydı ve “milliyetçilik” tekeline oynadı.
“Deep fake” denilen düzmece videolarda Kılıçdaroğlu ile terörist komutanın şarkı söyleyip el çırptıkları görüntüler gösterildi. Sonuçta bizim “ferasetli” seçmen yine güvenlik ile ekonomi arasında tercihe zorlandı. Benim Suadiye’deki oy kullandığım sandıkta Tayyip Bey, 28 Mayıs’ta, oyların ancak %9’unu alabildi. Şimdi orada oy kullanan seçmenin %91 kadarı beş yıl daha ferasetli tercihlerin sonuçlarını sırtlamak durumunda olacak.
Muhalefet cephesi ve son durum
Seçime birkaç ay kala muhalefet lehine %5 kadar bir fark olduğunu ileri süren dostlarıma hep söylemiştim. Fark eğer en az %10-15 olmazsa hiç güvenmemek gerek; çünkü iktidar %5 gibi farkları kolaylıkla kapatabilir. Son anda tercihi kimlik veya güvenlik politikasına kilitler ki, nitekim öyle oldu. Ayrıca vatandaşlık verdikleri Arap, Afgan vb seçmenleri kullanır; mükerrer oy kullandırma hilebazlığına başvurur; deprem bölgesinde seçmen kargaşası var, ondan yarar sağlar; YSK ve il ve ilçe seçim kurullarındaki hakimler ondan yana vb. Şöyle bir %10-15 fark atılmalı ve bu fark sokaktaki seçmen düzeyinde hissedilmeli ki, muhalefet rahat olsun. Olmadı.
CHP içindeki kaynamalar ve istifa edip etmeme sorunu bir yana, Kılıçdaroğlu, muhalefetin cumhurbaşkanı adayı olarak çok çaba harcadı. Millet İttifakı cephesinde gösterilen çabalar birbiriyle orantılı olmadı. CHP’den 40’a yakın milletvekili koparan küçük partiler nispeten sessiz kalırken, iki belediye başkanı çok koşuşturdu. Öte yandan, “bir oy Kemal’e, bir oy Meral’e” sloganı tutmadı. YSP (HDP) seçmeni ise yine akılcı davrandı.
Muhalefet kazansa iyi olacaktı. Örneğin Bilge Yılmaz, ekonomide ne gibi iyileşmeler sağlanabileceğini gerçekçi ve anlaşılabilir bir dille anlattı. Bu yöntemle ülke düzlüğe çıkabilecekti. Şimdi ekonominin başına getirilen Anglosakson ekolünden kişiler, rasyonel politikalarını Cumhurbaşkanı’nın “nas” inadıyla nasıl bağdaştırabilecekler; hepimiz için merak konusudur. Toplum o ölçüde kutuplaştı ki; kimilerimizin “daha da batalım da ferasetli seçmen görsün gününü” dediğine sıkça tanık oluyorum.