Günümüzde Türkiye, “popülist ve köktendinci” bir liderin ve onun yönlendirdiği bir partinin güdümü altındadır. Önce deyimlere açıklık getirelim. Köktenci veya radikal ne demektir hepimiz biliyoruz. “Köktendinci” de dincinin radikali/köktencisi anlamına geliyor. Evrene, nesnel olgu ve oluşumlara salt inanç veya din/mezhep penceresinden bakan ve bundan farklı yaklaşım ve yönelimlere hayat hakkı tanımayanlara böyle bir kimlik nitelemesi yakıştırılıyor.
Ya popülizm? “Popülizm”, Latince “halk” anlamına gelen “populus” sözcüğünden türer. Ne var ki, demokrasinin temel malzemesini oluşturan “halk” kavramından türeyen bir başka kavram, “popülist” sözcüğüyle tam da demokrasiyi sakatlayan bir içerik edinmiştir. Popülizm, bunalımdaki temsili sistem bünyesinde pusulasız kalan ve içinde barınan eşitsizlikler yüzünden parça parça olan toplumların yaşadığı güçlüklere verilen basitleştirici ve gerçekleri maskeleyici yanıtlar bütünüdür. Popülizmı, zorluklara karşı yarattığı temelsiz beklentilerin, demokratik ortamlarda siyasal düzleme çıkmasından yararlanarak kitleleri basit yalanlarla aldatır ve avutur. O, çağımızın sosyopolitik vebasıdır.
Erdoğan/AKP Rejimi’nin niteliği; söylemi ve eylemi
Popülizm, siyaset biliminde genellikle “izm” takısıyla sonlanan ideolojilerden biri değildir; o, daha çok bir kalıptır, bir siyaset yapma biçimidir. İçi, sağ politikacılarca ırkçılık, din, hamaset, dış mihrak vb ile doldurulabildiği gibi sol görünümlü argümanlarla da doldurulabilir. Ancak çağımızda iktidar olan sol popülizm örneği pek göze çarpmazken sağ popülistler iktidara da tırmanıp Trump’tan Putin’e, Hindistan Başbakanı Modi’ye kadar tüm dünyada ve Avrupa ülkelerinin hemen hepsinde –iktidar veya muhalefet olarak- toplumsal dokulara hasar vermekteler.
Erdoğan/AKP Rejimi’nin olumsuzluklarını sıralamakla enerji ve zaman yitirmeyelim. Bunların çok sayıda örneği her gün gazetelerde, televizyonda ve sosyal medyada sergileniyor. Yalnız şu noktanın altını çizelim: Bu rejim zora düşmüştür ve sıkıntıdadır. Biraz da bu nedenle, yapmakta oldukları ve yapacakları bellidir. RTE/AKP, popülist “dinci ve şoven” çizgisini koyulaştıra koyulaştıra ülkeyi her gün biraz daha geriye ve karanlığa götürerek çekirdek seçmenini tahkim edecek; popülizme duyarlı kararsız seçmenleri devşirecek; Cumhuriyet’in birikimlerini ve toplumsal varlıkları talan etmeyi sürdürecek; temel özgürlükleri her gün biraz daha kısıtlayarak aklın ve itirazın yollarını kapatacaktır.
Seçmen çoğunluğu elinden gitmiştir; kendilerini ve ülkeyi uçuruma sürükleyen politikalarını onaylayanların sayısı gittikçe düşmektedir. Bundan böyle, gerçekten kazanılması kuşkulu seçimlerin sonuçlarına karşın yine de “atı alıp Üsküdar’ı geçme”, iktidarı ve ellerindeki mevzileri terk etmeme yolları özel milis kuvvetleri oluşturularak aranmaktadır. Bu gelişmeler ışığında yurttaşlar yılgınlığa kapılmamalı, ama iktidarın neler yapabilme hazırlığı içinde bulunduğunun bilinciyle tutum benimsemelidir.
Şu andaki demokrasi yoksunluğundan, yapılan zulümden, yolsuzluklardan yakınmanın; bunları düzeltmeye çalışmanın anlamı sınırlıdır. Rejimin meşruiyet sınırlarını aştığı söylense ne olur, söylenmese ne olur! Nitekim Erdoğan’dan icazetli yerel mahkeme AYM’yi dinlemiyor; aklımızın alamayacağı şeyler birer birer oluyor. Artık tüm sınırlar aşılmıştır ve bundan sonra ne kadar giderlerse gideceklerdir; daha ötesini onlar da bilmiyorlar. Dolayısıyla bu rejim budur ve böyledir. “İtiraz edilmemeli” demiyorum; “muhalifler kendi aralarında yalnızca yakınıp durmamalı” diyorum. “Seçimlere hazırlanılmamalı” da demiyorum; “HÖH’e ve KHK 696’ya bakın, siz de durumun bilincinde olun” diyorum.
Halk iradesi
AKP’nin söylemi, kuramda yazılı popülist parti söylemi ile neredeyse birebir denktir. Bu söylemin belirli basitleştirmelere dayandığı biliniyor. Öyle ki, AKP popülistlerine göre halk, sanki toplumun, “seçkinler” (monşerler), “karşıtlar” (CeHaPe) ve “teröristler” (FETÖ, PKK, DHKP-C, hatta ateistler) çıkarıldıktan sonra kalan “sağlıklı” kesimidir. Gerçek halkı ise yalnızca kendilerinin temsil ettiği savındadırlar.
Bir başka önemli popülist basitleştirme de toplumsal bağlara ilişkindir. Örneğin AKP, halkın birliğini sağlayan unsurun “ortak” kimlik -Müslüman, Sünni, mütedeyyin, muhafazakar vb- olduğunu; bu birliğin, sosyal ilişkilerin içerik ve niteliğiyle ilgisinin sınırlı olduğunu düşünür. Siyasetin alanını sürekli sosyoekonomik alandan “çoğunluğunu kapladığı” sosyokültürel alana kaydırır. Özetle siyaseti sınıftan, sosyal ve ekonomik ilişkilerden soyutlayıp salt kimliklere indirger. Dolayısıyla, demokrasinin günümüzdeki “çoğunlukçu” yapısını savunarak popülizmle mücadele etmek olanaksızdır. Popülist düşüncenin üstesinden gelmek için demokrasinin yeniden yapılandırılması, yani Erdoğan/AKP sonrası demokratik yapının şimdiden tasarlanması gerekir.
AKP’li popülistlerin, halkın/milli iradenin tek sözcüsü oldukları ve onun özlemlerinin dile getirilme işlemini tekellerine aldıkları yolundaki kabul edilemez savlar sürekli karşımıza çıkarılıyor. Bunlara, kuşkusuz ki, her platformda aynı tondan karşı çıkılmalıdır. Esasen “halk” çeşitli bileşenlere ayrılabilir; iradesini çeşitli biçimlerde ortaya çıkarabilir. Seçimlere katılan, sonucu oylarıyla ortaya çıkaran, iradesi rakamla ifade edilebilen topluluk bu bileşenlerden biridir. Popülist politikacılar, buna bakarak, “halk şöyle ya da böyle istiyor” diye halkın sesini güya dile getirirler. Ama ne ki seçim sonucu, toplumun tümüne yakın çoğunluğun görüşünü değil de sadece seçim sisteminin gerektirdiği ölçülerdeki çoğunluğun görüşünü yansıttığı sürece, halkın son sözünün veya milli iradenin ifadesi değildir.
Bir başka halk iradesi, belirli sosyal çatışmalara bağlı taleplerle ortaya çıkar ve zaman içinde belirip kaybolan ortaklıklar ekseninde oluşur. Örneğin –nükleer enerji karşıtlığı veya hayvanları koruma yasası çıkartılması için düzenlenen kampanya vb gibi- sosyal medyada somut biçimde beliren bu türden toplumsal bütünleşmeler de halk iradesinin bir ifadesidir. Onun da sözü dikkate alınmalıdır. Ortak yaşamı temellendiren belgelerin tanımladığı ve asal bir role sahip olan ilkelerin, anayasanın, hukukun belirlediği –ve günümüzde iktidar tarafından ayaklar altına alınan- irade de halk iradesinin bir diğer ifadesidir. Nihayet bir de sokakta rastlanan, her konuda kendince bir fikri olan ve şekli/kapsamı belirlenemeyen bir halk vardır. Onun da –günümüzde iktidar tarafından esir alınmış medya tarafından kısmen biçimlendirilen- iradesi, halk iradesinin bir bileşenidir.
AKP sonrası demokrasi için…
İşte bu farklı halk iradesi tiplerinin tümü özgürleştirilmeli ve hepsine de ifade hakkı tanıyan bir sistem oluşturulmalıdır. Bunların görüşlerinin özgürce alınabilmesi için irade beyanı, görüş açıklama alanlarını çoğaltmak ve böyle alanların yeni formlarını bulmak gerekir. Çünkü çoğulcu demokrasilerde halk çok sesli olmalıdır ve tüm seslerin duyulmasını sağlamak kesin bir zorunluluktur. Gerçek çoğulcu demokrasilerde halktan, popülistlerin uydurdukları gibi, “halk/milli irade öyle diyor” deyimiyle belirlenecek tek bir ses çıkmaz.
Ayrıca, toplumsal iradenin açıklanma biçimi de tek olmamalıdır. Seçimler belirli aralıklarla düzenlenir; oysa demokrasi sürekli olmalıdır. Demokrasi, karar vericilerin hatta -bizim şu anda eline düştüğümüz türden- otoriter popülist yönetimlerde tek karar vericinin seçimle belirlenme; ondan sonra da onların/onun halk adına karar verme süreçlerinden ibaret olmamalıdır. Demokrasi salt bir yönetim ve karar rejimi olamaz. Demokrasi, süreç içinde durmaksızın yeniden oluşan bir toplumsal irade rejimidir. Dolayısıyla demokrasi, yöneticilerin gittikçe artan bir gözetime, sık sık hesap vermeye, daha yoğun denetime tabi tutulduğu rejimdir. Aksi takdirde otoriterleşme eğilimi ve yolsuzluk, kaçınılmaz olarak baş gösterir. Yurttaş, ortak bir gözetim ve değerlendirme erkini elinde tutabilmelidir. Halkı bu erkten yoksun bırakan yönetimler, yinelenmelidir ki, saydamlıktan uzaklaşan ve yolsuzluğa sapan yönetimlerdir.
Toplum, ortak bir yaşamın üreticisi olarak tanımlanmalıdır. O, asla salt bir seçmenler topluluğu olarak ele alınmamalıdır. Ortak yaşam ise, yalnızca seçim zamanlarında veya ulusal anma günlerinde değil gün be gün yaşanan ve karşılıklı güvene, toplumun tümünce kabul görecek kamusal kaynak dağılımına ve kamu alanlarının paylaşımına dayalı ortak süreçlerden oluşmalıdır. Gerçek bir 21. yüzyıl demokrasisine yönelen toplum, ortak yaşamı daha katılımcı ve paylaşımcı bir demokrasi aracılığıyla yeniden tanımlamalıdır. Kalıcı bir toplumsal sözleşme, zor bela %51 ile çıkartılan bir anayasa değildir. O, daha eşitlikçi bir toplum arayışıyla ve her bir yurttaşın katılımıyla yenilenmelidir. Demokrasiye aç toplum, AKP sonrası için bu türden arayışlara girecektir. O arayışların halka ve emeğe dönük yolunu şimdiden belirlemek biz sosyal demokratların görevidir.
*Aydın CINGI
Siyaset Bilimci,
SODEV Önceki Başkanı
acingisdv@gmail.com