15 Temmuz günü Türkiye’de yapılan darbe girişimi ülke dışındaki siyasal çevrelerce belirli bir kuşkuyla karşılandı. Darbecilerin acemiliklerine şaşan ve darbe sonucundan iktidarın yararlandığını dikkate alan gözlemciler, bu girişimin göstermelik bir darbe olduğunu dahi düşündüler.
Gerçekten de, 15 Temmuz günü ve ertesinde olan bitenler büyük ölçüde belirsizliğe büründü. Muhalefetin gerçekleri bulma çabasıyla parlamentoya verdiği araştırma önergeleri AKP tarafından ısrarla reddedildi. Öyle ki, iktidar bu konuda her türlü saydamlaşmayı elinin tersiyle ittiği izlenimini verdi.
İktidar, fırsatı yararına çevirmek üzere, hemen olağanüstü hal (OHAL) ilan etti ve bir tür cadı avı başlattı. Erdoğan’ın içtenlikli bir anında dediği üzere, bu başarısız darbe girişimi AKP iktidarı için “Allah’ın lutfu” oldu. Nitekim o günden bu yana, bir aralar ağzından düşürmediği “başkanlık sistemi” konusunu gündeme getirmez oldu. Çünkü elleri, öyle bir sistemde dahi bu ölçüde serbest kalmaz, bugün olduğu kadar keyfi bir yönetim uygulayamazdı.
Gülen-AKP işbirliği
Gülen tarikatı 40 yılı aşkın bir süredir var. Bu sürede yoksul ailelerden gelen yetenekli çocukları devşirip devlet aygıtının önemli noktalarına getirdiler. Bu yolda hiçbir ahlaki kural, hiçbir vicdani fren tanımadılar. 2002’de iktidara tırmanan ve kalifiye kadrolardan yoksun olan AKP, Türkiye’yi işte böyle bir “çete” ile kucak kucağa yönetti.
AKP’liler de Gülenciler de alınları secdeye değen insanlardı; laik Cumhuriyet yerine İslami bir rejim düşlüyorlardı. Yollarda beraber yürüdüler; biri komplo kurup öbürüne devlet aygıtını oluşturan kadroları cumhuriyetçilerden “arındırma” olanağı hazırladı; diğeri Cumhuriyet’in biriktirdiklerinden ve sıradan yurttaşın alın terinden aparttıklarını öbürü ile paylaştı.
Cemaatin “işin yükü bizde, nimetlerden biraz daha çok sebeplenelim” düşüncesi, bu verimli ama “meşum” işbirliğinin sonu oldu. Takvimler 17-25 Aralık 2013’ü gösteriyordu. O günden bu yana kardeşler didişiyor. Bu, neredeyse bir klasik trajedi; zira bir kardeş bir diğerinin gözünü oyarken öbür kardeşlerden hangilerinin kimin tarafını tuttuğunu bilmiyor. Şimdilik bir güçlü ağabey var; ona ses çıkarılmıyor, ama her taraf ihanet kokuyor.
İslam ve İslamcılık; liberallerin desteği
Tarih akıp gitmekteyken Batılılar, özellikle de Amerikalılar, birden Türkiye’yi “ılımlı Müslüman, demokratik” ve diğer İslam ülkelerine model olarak önerecekleri bir ülke konumuna getirmeyi düşündüler. Bu “mühendislik” çabasının dayandığı varsayım, ne yazık ki, yanlıştı. Bir parti aracılığıyla sisteme sokulacak İslam’ın, iktidarın bütününe talip olmayabileceği ve düşündükleri gibi “ılımlı” kalabileceğini öngörüyordu.
Kimi Türk ve Batılı politikacı ve gözlemciler ile her yönden liberaller şu ortak görüşte birleşiyorlardı: Türkiye, halkının çoğunluğu Müslüman olan bir ülkedir. Demokratik ideal, Kemalizm’in özel alana hapsettiği İslam’ın kamu alanına da yansıyabilmesini gerektirir. Bu amaçla, laiklik uygulamaları esnetilmelidir. Böyle de yapıldı. Ancak sonuçta azaltılmış laiklik çoğaltılmış İslam getirdi. Zira Müslüman çoğunluklu bir toplumda “sulandırılmış laiklik” ile İslamcılık arasında geçişlilik vardır. Böylece Türkiye’de, ılımlı olması istenen İslam’ın İslamcılığa dönüşmesi kaçınılmaz oldu.
Liberallerin AKP ile işbirliği, bu partiyi ve siyasal İslam’ı çok güçlendirdikten sonra artık geçerliliğini yitirmiş görünüyor. Bu birliktelik, vaktiyle gizli gündemden söz eden muhaliflere kötü niyetli gözüyle bakıyordu. Gizli gündem konusu bir yana, şu anda, hele 15 Temmuz sonrasında, ülke üzerine ağır bir İslami baskının çökmüş bulunduğu da bir gerçek. Tam da bu dönemde türbanlı basketbolcu kızımıza federasyondan başı kapalı oynama izni çıktı; şortla gezen bir başka kızımız karateci bir Müslüman delikanlıdan tekmesini yedi; ilk kez bir ilin genelinde alkol yasağı ilan edildi; resmi toplantı ve mitinglere Kuran okunarak başlama eğilimi belirdi. Baskı iklimi “laik” muhalefeti de etkilemiş olmalı ki, CHP lideri bile, sesini geniş kitlelere duyurabilmek için, argümanlarını “Veda Hutbesi” ile destekler oldu.
Olan o ki, tüm dünya artık AKP’nin, bir Batı ülkesinde değil de bir Müslüman ülkede siyaset yapan sıradan bir muhafazakar parti olmadığını gerçeğiyle yüzleşti. Onlar da biliyorlar ki, Batı’da bir muhafazakar partinin AKP gibi bir “davası”, “kutsal yürüyüşü” olmaz; olsa olsa “vizyonu” olur.
Darbe sonrası ve perspektifler
Bu satırların yazıldığı anda fiili bir Saray darbesi hükmünü sürdürüyor. OHAL ve kanun hükmünde kararnameler (KHK) yoluyla parlamento tamamen devre dışı bırakılmış durumda. İvedilikle alınması gereken önlemler için ilan edilen OHAL kapsamında devlet baştan aşağıya yeniden biçimlendiriliyor. Uygulamanın anayasaya aykırılığı vurgulanıyor, ama iktidar hukuk devletini zaten askıya almış; baş aşağı gidiyor.
Bu arada, AKP’ye yakın çevreler dışında toplumun tüm sektörleri bünyesinde cadı avına çıkılmış. Hukuksuzluğun somut örnekleri her gün gazete sayfalarında. Kovuşturmaya uğramak, işinden olmak, hapse atılmak için darbe girişimine bir şekilde karışmış olmak gerekmiyor. Neredeyse “durup dururken” ve “sorgusuz sualsiz” denebilecek yollarla yaşamınızın karartılması için muhalif olmanız, hatta yandaş olmamanız bazen yeterli.
Türkiye şu anda üç terör odağı ile savaş halinde: IŞİD, PKK ve FETÖ. Bunların her birinin ülkeye musallat olmasında ve/veya –özellikle PKK- saldırılarının kapsam edinmesinde AKP iktidarının birinci derecede dahli vardır. Üstelik sınırlarımız dışında savaşmakta olan ordumuzun nasıl bir serüvene girmiş olduğunu bilemiyoruz.
İşte tam da böyle bir ortamda, kutuplaştırmayı bir siyaset yapma biçimi olarak benimseyegelmiş olan Erdoğan, muhalefete “birlik” çağrısında bulunuyor. Kendisi, birlik kavramıyla bağdaşmayacak her türlü söyleme başvurup her uygulamayı yapıyor; muhalefete gelince “Yenikapı ruhu”nun simgelediği bütünleşme anlayışından dem vuruyor. Amacı, ülkeyi iflasa sürüklediği ortaya çıkan siyasal çizgisinin sorumluluğunu muhalefete paylaştırmak olsa gerek. Muhalefet, başta kabul eder gibi göründüğü bu sorumluluk ortaklaşmasından kesinlikle kaçınmalıdır.
Öte yandan Erdoğan şu anda uluslararası siyaset arenasında alabildiğine yalnızdır. AB, ABD gibi müttefiklerimize her gün saldırgan bir dille meydan okuyarak yalnızlığını daha da derinleştiriyor. Kuşkusuz ki devletin başındaki kişi, dışarıya karşı ülkesinin çıkarlarını koruyacak ve bu bağlamda sert söylem ve tavır da benimseyecektir. Ama Erdoğan bunu çoğunlukla kendi demokrasi anlayışını eleştiren müttefiklere karşı yapıyor. Bunu yaparken de dünyaya, arkasında -muhalefet de dahil- tüm toplumun birlik olduğunu göstermek istiyor. Muhalefet bunu reddetmeli, tam tersine, toplumun yarısının demokrasiyle ilgisi olmayan bu rejimin ve onun başının muhalifi olduğunu göstermelidir. Türkiye, despotunun peşinde sürüklenen Irak gibi olmamalıdır. Muhalefetin dünyaya yansıtması gereken, yapay ve yalancı bir birlik görüntüsü değildir. Muhalefet, her şeyden önce bugünkünden başka bir Türkiye’nin, Erdoğan’sız ve demokrat bir Türkiye’nin mümkün olabileceğini anlatmalıdır.
(Yukarıdaki makale, 26 Eylül 2016 günü Paris’te Fransız dış politika uzmanlarına yaptığım konuşmanın özetidir. – Aydın Cıngı)
*Aydın CINGI
Siyaset Bilimci
acingisdv@gmail.com