Aydın CINGI – Büyük Yalanlar ve Toplumun Tüm Kurumlarıyla Çökertilmesi

Bize çocukken yalan söylemenin ayıp olduğu ve gerçeğin “mutlak” bir kavram olup yalana daima üstün geleceği öğretildi. Ancak siyasal yaşamı izledikçe gerçek ile yalanın iç içe geçebileceğini öğrendik. Aslında yalanlar, onlara inananlar tarafından gerçekmiş gibi algılanabiliyor. Yalan, onların gerçeği oluyor. Tam da bu olgu, gerçeğin mutlaklığını ve her dem geçerliliğini sakatlıyor. O andan itibaren algı gerçeğin önüne geçiyor; yalan ve popülizm egemenliğini ilan ediyor.

Siyasette yalan

Makyavel, daha 16. yüzyılda, liderin dürüst olması gerektiğini, ama gerçek ona sorun yarattığı takdirde yalan söylemesi gerekebileceğini belirtir. Kuşkusuz ki insanlar kendilerine yalan söylenmesinden hoşlanmaz. Ancak yalan söyleyen lider, karşısında daima aldatılmaya hazır insanlar bulur. Aldatılmaya hazır olma hatta bu yalanları neredeyse heyecanla bekleme hali, son yıllarda Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Rusya Federasyonu, Türkiye, Macaristan, Polonya gibi ülkelerde yönlendirici bir siyasal iklim olma aşamasına gelmiştir.

Örneğin Trump gayet dürüstçe yapılan ve kaybettiği bir seçimi “kazandığı” yolunda bir “gerçek” icat etti; milyonlarca Amerikalı buna inandı ve bir kesimi hala inanıyor. Dünyanın lideri, birey özgürlüğünün ve demokratik değerlerin –sözde de olsa- koruyucusu konumundaki bir ülkenin “siyasal mabedi” olan Kongre binasına yalana “inanan” bir güruh saldırdı. ABD’nin imgesi ve kurumsal itibarı bundan büyük zarar gördü. Büyük Britanya’da Brexit, halka söylenen çok belirgin yalanlarla elde edildi. Öyle ki, zamanın Brexit taraftarı olup bugünün İngiltere Başbakanı olan Boris Johnson bile bu olguyu itiraf etti. Yeni Avrupa, yani Büyük Britanya’sız AB, yalanlardan kaynaklanan siyasal sonuçlarla şimdi yeniden şekillenmek zorunda kalıyor.

Yalan söyleyen demagog lidere inananların yanı sıra inanmayanlar da oluyor tabii. Esasen kutuplaşma denen olgu ve buna bağlı “biz ve ötekiler” politikası da buradan kaynaklanıyor. Son dönemlerin -sola zarar veren- kimlik politikaları yalnızca etnik, dinsel vb kimlikler üzerinden yapılmıyor. Esas ayrışma, yalana “inanan-inanmayan” veya “kandırılan-kandırılamayan” üzerinden gerçekleşiyor. İşte bu tür politikalar, gerçekleri eğip bükmekle kalmıyor; kendi gerçeğini imal ediyor. Yalanlarla her şeyi basitleştirerek anlatıyor. Bu bağlamda unutulmaması gereken şu: Kandırılmaya ve popülist söyleme inanmaya hazır olanlar, genellikle kandırılamayanlara kıyasla düşük eğitimli ve sorgulama eğilimleri daha alt düzeyde. İşte bunlar, “ait oldukları” yandaş grubun bütünüyle birlikte lidere koşulsuz itaat ediyor. Nitekim ABD Kongre’sine hücum edenlerin hepsi Trump’ın her bir yalanına “iman” etmiş insanlardı.

Böyle bir siyasal ortam oluştuğunda artık lidere inanma veya “aidiyet” duygusu başat siyaset biçimine dönüşüyor. Yalanlar gerçek gibi algılanıyor, komplo teorileri havada uçuşuyor ve temel siyasal birimin yani devletin gidişine yön veriyor. Yalanın da büyüğü makbul. Stalin ve Hitler, iktidarlarını büyük yalanlar üzerine kurmuşlardı. Bu bağlamda Rus kökenli Fransız düşünür Alexandre Koyré, yalanın az çok makul veya inanılır olmak zorunda olmadığını; tersine, yalan ne kadar çiğ, büyük ve kaba olursa ona inananın ve peşinden koşanın o kadar çok olacağını söylüyor.

Yakın tarih Koyré’yi doğrulayan kanıtlarla dolu. Örnek, tüm iktidarlarını bizzat imal ettikleri gerçeklere dayandırmış olan Stalin ve Hitler’den. Stalin, 1930’larda milyonlar açlıktan ölürken, “Yoldaşlar; yaşam koşulları çok iyileşti, artık herkes daha mutlu” diye nutuk atıyordu. II. Dünya Savaşı sonunda müttefik orduları Berlin’e yaklaşmışken, Hitler Almanlara “ordularımız zaferden zafere koşuyor” diyordu. Bunlar çok kaba yalanlar; ama –günübirlik- taktik yalanlar da var. Esasen siyasette bu türden yalan ve -onun daha sofistike bir türevi olan- popülizm hiç bugünkü kadar yaygın olmamıştı.

Türkiye’de “gerçek dışılık”

Şimdi biraz da günümüze ve kendimize dönelim. Yalanın, kamu algısı oluşturma amacıyla en kaba haliyle ve en pervasızca söylendiği ülkelerden birinde yaşıyoruz. Türkiye’nin bu iri yalanları, bir Sovyetler Birliği, bir Hitler Almanya’sı, bir ABD veya bir Birleşik Krallık gibi küresel güç olmadığımız için dünyayı etkilemiyor; ama tıpkı Macaristan, Polonya, Brezilya, Filipinler gibi kendi içimizi kemiriyor ve kurumsal yapımızı tahribe uğratıyor. Örnek mi? Bizim büyük yalanlarımızdan Ergenekon, Balyoz, Casusluk Davası gibileri en güvenilir kurumumuz olan Türk Silahlı Kuvvetleri’ni (TSK) çökertmiştir.

Yalanları kimlerin nasıl söylediğine ve bunların beşeri ve kurumsal yapının tahribi ile ilişkisine göz atarken, iktidarın en üst yetkilileri bağlamında iki nedenle “yalan”dan değil “gerçek dışılıktan” veya “inandırıcılık yoksunluğundan” söz edeceğiz. Birincisi, bir cumhurbaşkanı asla yalan söylemez; ikincisi de, ülkemizdeki ifade özgürlüğünün sınırlarına ilişkin kaygımız!

Muhalif kamuoyunda genel bir kanı egemen: İktidarın tepelerinde halkın temel sorunlarına yönelik bilgilenme düzeyi düşük. Kimse iktidarın başındaki muktedir kişiye gerçekleri tüm çıplaklığıyla anlatamıyor; o da ne yapsın, her gün sokaklarda gezmediğinden durumdan habersiz. İktidarın en üst noktasının gerçekle örtüşmeyen deyişleri de, bir kesim muhalif kamuoyuna bakılırsa, işte bundan kaynaklanıyor. Somut olalım: Örneğin çöplerden yiyecek kalıntıları toplayarak midesine bir şeyler indirmeye çabalayan insanlar varken, Saray’dan yükselen “ekonomimiz gayet iyi gidiyor” ifadesi, aslında gerçeğin bilinmemesinden değil, iri bir “gerçek dışılık” söyleyerek oraya kulak vermiş yığınların, rehin alınmış medyanın da katkılarıyla, kandırılmak istenmesinden kaynaklanmakta. Esasen güzide bakanlarımızdan Zehra Zümrüt Selçuk da, Reis’inin izinden giderek “bu ülkede ne yoksulluk var ne de açlık” demiyor mu? Onu da hemen tüm kanallardan duyuyor, görüyoruz. Böylece toplumsal dayanışma eğilimi de tahrip edilmiş oluyor.

Ahlaki ve kurumsal yıkım

Yalan, AKP’nin öncülleri tarafından başlatılmıştı. AKP, bunları katlayarak sürdürdü: “Ahır yapılan camiler”, “yasaklanıp mazlum müminlerce tarlalarda saklanmış Kuran’lar”, “dedelerimizin bir gün içinde okunamaz oluveren mezar taşları”, “Lozan’da Yunanistan’a verilmiş adalar”… Daha sonra da camide içki, Kabataş bacısı vb. Bunlar, siyasetçiler tarafından “mağdur Müslüman” imgesine sığınıp mütedeyyin-milliyetçi çoğunluğun oyunu devşirmek için üretilen “gerçek dışılıklardı”.

İktidar “şahsım devletine” dönüşeli bu türden “deyişler”, besleme medya ve trol ordusu eliyle yaygınlaştırılıp kitleselleştirildi. “İşsizlik falan yok; iş çok ama beğenmiyorlar” denildi; daha ileri gidilerek, bir ekmek almak için kuyrukta bekleyenlerin fotoğrafı “varlık kuyruğu” altyazısı ile zamlar, medya tüketicisinin bilgisine “fiyat güncellemesi” diye sunuldu. Bunları hep gördük, biliyoruz. TÜİK’in verileri, inanılırlıktan, espri konusu olacak ölçüde uzaklaştı. Ne var ki bu tahribe uğramış haliyle bile belirli çevreleri mutlu edemedi; başkanı kısa aralıklarla değiştirildi.

Üzerinde zaten herkesin durduğu ekonomi konusunu çabuk geçelim; ama yine de Ziraat Bankası, Halk Bankası, Türk Telekom, PTT, Botaş, Borsa İstanbul, Milli Piyango, Çaykur, Eti Maden gibi ulusal varlıklarımızın bir tür aile şirketi niteliğinde olup denetlenmesi yasak olan Varlık Fonu’na devredildiğini de zikretmeden geçmeyelim. Ülkede özerk olarak tasarlanmış ne kadar kurum varsa “şahsım”a bağlandığını vurgulayalım.

Sonuçta “Bir çivi çakılmadı” uydurmasıyla karalanıp duran “Anadolu Devrimi” döneminde bin bir özveri ve emekle yoktan var edilmiş tüm devlet kurumlarının satılıp çarçur edildiğini de dikkatlere sunalım. Tarımdan ve çiftçiden söz etmek ise canımızı çok acıtıyor. Beslenmede kendi kendine yetebilen bir ülkeyi neredeyse yediği her lokmayı ithal eden bir ülkeye dönüştürdüler. Ayrıntılara dalmayayım, ama bu kadarını ya bir düşman işgali ya da “rantçı” adıyla anılan bir çekirge sürüsü yapabilirdi.

Adalet kurumu tam anlamıyla yıkıma uğratıldı. AYM’nin hatta AİHM’nin kararları birinci derece mahkemeler tarafından dikkate alınmaz oldu. Beğenilmeyen savcı ve yargıçlar yerlerinden alındı; 15 Temmuz 2016 öncesi Zekeriya Öz, şimdilerde İrfan Fidan türünden savcı ve yargıçlar el üstünde tutulur oldu. İnsafı zorlayan, insanları çıldırtan kararlar salt birileri öyle uygun gördüğü için çıkıyor. Bunların üstüne bir de en yüksek yerden “Bağımsız Türk adaleti” yollu “gerçekle zor bağdaşır” sözler duyuyoruz.

TSK’nın nasıl çökertildiği, arkadaki bir makalede çok aydınlatıcı biçimde anlatılıyor. Eldeki yazıda o tahribatın üzerinde durmayayım. Sağlık sektörünün de yıkımı bir başka makalede anlatılıyor. Bu alanda o kadar çok gerçek dışı beyanda bulunuldu ki, artık ne COVID-19 vaka sayısına, ne ölüm sayısına inanılıyor, ne de aşının ilgili bakanın belirttiği tarihte geleceğine. Ama “doğru olmayan” yüksek mesajlara bakılırsa dünya bize bu konuda hayran! Bir de Hıfzısıhha’ya kastetmeselerdi, mevcut küresel “hayraklık” herhalde daha da artmış olabilirdi.

Ülkenin fiziksel görüntüsü değişti; uçaktan bakarsanız bu değişimin yağma ve tahriple eş anlamlı olduğunu saptarsınız. Kaz Dağları’na, diğer ormanlık alanlarımıza bakın; nereleri tıraşlanıp maden arayıcılarına açılmış. Kentlerimize bir bakın; kupon arazilerde gökdelenler, kentin gerisi ise ufak bir depremde yıkılmaya hazır beton denizi. Atatürk’ün mirasına bile saygı gösterilmedi. Atatürk Orman Çiftliği yeşildi. AKP zihniyetinin tahammül göstermesi kolay değildi; talana uğratıldı. Ancak üst kademede söylenen “gerçek dışılık” o ki, AKP çevreye ve yeşile en çok saygı gösteren parti. Tıpkı bir yandan kadınlar birer birer katledilirken ve İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek istenirken bizden önce “kadının adı yoktu” veya bir yandan üretimi yok ederken “buz dolabını, çamaşır makinesini biz getirdik” deme gerçek dışılığı gibi…

Eğitimin (4+4+4) yoluyla “dinci” kuşak yetiştirmek için nasıl tahrip edildiğine; gençlerin imam hatip okullarına yönlendirilerek nasıl nesnel bilgiden uzaklaştırıldığına geçtiğimiz yıllarda tanık olduk. Şimdi de internetsiz, bilgisayarsız yerlerde çocuklara güya uzaktan eğitim veriliyor. Üniversiteleri hiç sormayalım; çoğu talep görmeyen ve derme çatma yerlerde ve hatta bir apartman katında kurulup AKP kadrolarına kazanç kapısı yaratılıyor. Kendine ciddi bir eğitim alanı yaratmış köklü üniversitelerde “şahsımın” tercihlerine boyun eğmeyen öğrencilere de “terörist” deniyor. O da “gerçek dışı”.

Dış politika, iç politikanın bir uzantısı niteliğinde. İyi yetişmiş kadrolar tarümar edilmiş. Esasen “Dışarıyla Atışma Bakanı” dünya üzerine serpiştirilmiş AKP yandaşı büyükelçilerimizin Dışişleri kadrolarından yetişmiş olanlardan daha etkin ve yetkin olduğu iddiasında. Tabii, onun ölçütleri kuşku götürür. Bu konuyu da hakkıyla işlemiş bir makale, derginin yazıları arasında yer alıyor. O nedenle ben üzerinde durmayayım.

Yalanımız yok; ya da çok az

Bu arada Ayasofya’yı açtık. Ümmet sevindi, ama AKP de bu vesileyle 1990’ların Refah Partisi’ne dönüştüğünü kanıtlamış oldu. Yalan değil, bu arada doğalgaz bulduk. Ne kadar bulduk, ne zaman kavuşuruz; ayrıntı yok. Millet sevindi, ama ısınmak için gittikçe artan tutarlar ödemeye devam edince sevinci kısa sürdü. Aya gideceğiz; ancak Uzay Programına ayırdığımız yıllık bütçenin, Saray’ın bir günlük giderlerinin çok altında olduğunu saptayınca o heyecan da üç günde söndü.

Biden’dan telefon bekliyoruz. Bir görüşebilsek ona muhtemelen, 2,5 milyar doları yakma pahasına S 400’leri depoda çürümeye terk edeceğimizi söyleyeceğiz. Ama onlar da bize F-35’leri vermemişlerdi de, ondan S-400’leri aldık desek, yine “doğru değil”. Çünkü veriyorlardı ama teknolojiyi paylaşmıyorlardı ki, Ruslar da kendilerinkini paylaşmadılar.

Oyu düşen iktidarın gereksindiği bir sınır dışı zafer niyetiyle gerçekleştirilen Gara operasyonumuz hüzün vericiydi. Çocuklarına, kaza ile şehit olmasınlar diye askerlik yaptırmaktan kaçınmış olanların, oğlu henüz toprağa verilmemiş bir şehit annesini arayıp “ne mutlu sana oğlun şehit oldu” diye kutlaması ise –bırakın gerçeği yalanı- her türlü ayıbın ötesindeydi. Sonuçta yıllardır oralarda unuttuğumuz rehinelerin öldürülmelerine göz göre göre yol açtık. Muhalefet ilk kez hamasete kanıp iktidarla hizalanmadı. Sinirleri oynayan AKP Genel Başkanı’nın muhalefet partisi liderine karşı ağzını nasıl bozduğunu gördük. Bu davranış da bize beşeri kalitedeki tahribatı gösterdi.

Özetle toplumu tüm kurum ve kurallarıyla yıkıma uğratan bir siyasal örgütten kurtulacağımız günü bekliyoruz. Ama beklemekle yetinmememiz ve süreci hızlandırmamız gerek. Toplumu ve ülkeyi onarmamız zor olacak, ama bunun için yeterli enerjimiz var. Siyasal İslamcılar korkaktır; onların Türkiye şubesi olan AKP de öyle! Yeter ki onlarsız bir Türkiye’nin var olabileceğine inanalım; buna dünyayı da inandıralım. Seçmene, Reissiz ve AKP’siz, yalansız bir Türkiye için seçenek sunmanın zamanıdır. Bu seçenekte ise, AKP ve MHP dışında tüm demokratik siyasal görüşlerin yeri olmalıdır.

*Aydın CINGI
Araştırmacı
acingisdv@gmail.com