Street protests have erupted in Brazil in opposition to far-right presidential candidate Jair Bolsonaro, right, who is leading in polls over his opponent, Fernando Haddad, left. (Apu Gomes/AFP/Getty Images/Nelson Almeida/AFP/Getty Images/Fernando Souza/AFP/Getty Images/Carl de Souza/AFP/Getty Images/Foreign Policy illustration)

Aydın CINGI – Brezilya da Düştü!

Hem nüfus hem de yüzölçümü açısından dünyanın beşinci büyük ülkesi olan Brezilya, 2019 yılından itibaren aşırı sağcı bir politikacı tarafından yönetilecek. Yeni seçilen Jair Bolsonaro, ülkesinin geçen yüzyıldaki diktatörlük dönemlerine destek vermiş; kadın haklarına, Afrika kökenli –yani siyahi- Brezilyalılara ve homoseksüellere husumetiyle bilinen; rakiplerini tehdit etmekten çekinmemiş ve temel demokratik ilkelere karşıtlığını yıllardır açıklayıp durmuş gerici bir kişi. Güney Amerika’nın en büyük ülkesinin başkanlığına seçilmiş olmasının Brezilya, Amerika kıtası ve dünya açısından olumsuz etkileri bir yana, aynı türden aşırı sağcı ve otoriter kişilerin neden dünyanın dört bir yanında rağbet gördüklerini anlamaya çalışmak gerekiyor.

2010’da Güney Afrika (South Africa)’nın katılımıyla BRICS diye anılmaya başlayan BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan/India ve Çin/China), kalkınmakta olan dört dev ülkenin bir araya gelerek oluşturduğu bir topluluk. Bu dört ülkenin nüfusu, dünya toplam nüfusunun %40’ına denk düşen 3 milyar 100 milyon kadar. Bunların hepsinin de yönetiminde birer otokrat var: Sırasıyla Jair Bolsonaro, Vladimir Putin, Narendra Modi ve Xi Jinping. Daha Trump’a, Filipinler’de Duterte’ye, Türkiye’de Erdoğan’a ve Doğu Avrupa otokratlarından Orban ve Kaczynski’ye sıra gelmeden dünya nüfusunun %40’ının birer despotun buyruğunda yaşamakta olduğu saptanıyor. Bu arada Ortadoğu’dan, Afrika’dan hiç söz etmiyoruz. Şunun şurasında koşulsuz demokrasinin egemen olduğu bir avuç Batı Avrupa ülkesi ve Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda gibi Pasifik ülkeleri ve kaldı. Üstelik bu ülkelerin çoğunda da demokrasi karşıtı partiler siyasal sistemi ilk üç partisi içinde yer alıyorlar.

Brezilya nereden nereye?

Batı demokrasilerine musallat olan küresel gerici dalga; derin bir ekonomik düşüş yaşayan, yönetici sınıfı ağır bir kredi kaybına uğrayan ve yaygın bir suç ve şiddet sarmalına düşmüş bulunan Brezilya’da Bolsonaro gibi yıllardır sıradanlıktan sıyrılamamış bir politikacıyı birdenbire zirveye taşıdı. Konuyu biraz açalım.

Brezilya’nın iyi giden ekonomisi 2014’ten bu yana %9 oranında daraldı. İşsizlik oranı çok yüksek ve orta sınıf küçülüyor. Aynı dönemde ülkenin siyasal ve ekonomik elitleri rüşvet soruşturmaları yoluyla itibarsızlaştırıldı. Dur durak bilmez bir grup savcı ve yargıç, eski başkanlardan “Lula”yı hapse atmayı başardı; onun halefi Başkan Dilma Rousseff ise Kongre tarafından 2016’da azledildi. Rousseff azledilince yerine geçen Michel Temer ise esasen üzerinde yoğun şaibe bulunan bir politikacıydı. Yılın ilk gününde iktidarı Bolsonaro’ya devredecek olan da, zaten bu politikacı.

Ülkenin ekonomisi ve yönetici sınıfı çökmekteyken, suç oranı ve şiddet çarpıcı biçimde arttı. Geçtiğimiz yıl Brezilya’da 64.000 kadar cinayet işlendi. Dünyada, 2017 yılında tabanca kurşunuyla öldürülen her 10 kişiden biri Brezilya’da vuruldu. Bu kadar kaygı verici bir ortamda demokrasiye yönelen eğilimin düşmesi de kaçınılmazdı. Bütün bunlar, Bolsonaro gibi bir otokratın iktidara yürüyüşünü yeterince açıklar niteliktedir Nitekim yönetim biçimi olarak demokrasiyi tercih edenlerin oranı 2016’da bir önceki yıla göre %22 düşerek %32’ye indi. 2017 yılı kamuoyu yoklamaları ise bu açıdan bir felaket sinyali veriyordu: demokrasiyi “çok iyi bir yönetim biçimi” olarak görenlerin oranı %8’e düşmüşken yurttaşların %33’ü onu “kötü bir yönetim biçimi” olarak mütalaa ediyordu. Öte yandan %27 oranında denek “otokrasi”ye destek açıklıyordu. Yeni başkanın iktidar yolunu döşeyen sosyal aktörler Brezilya’da farklıdır. Burada Bolsonaro’ya destek olanlar, küreselleşmenin kayıplıları veya kentli elitlere karşı tepki duyan kırsal kesimler değildir. Bu şaibeli politikacıya başkanlık yolunda omuz verenler, beyaz orta sınıf mensupları ve büyük kentler olmuştur. Aşırı sağcı politikacı, ülkenin farklı sosyal sektörlerinden yükselen taleplere yanıt getirecek bir ortak vaat sepeti oluşturdu. Evanjelistlere kutsal aile değerlerinin restorasyonunu, askere ve polise sertlik politikalarını, piyasalara ve yerleşik düzene ekonomik tutuculuğu vaat etti. Geçmiş dönemin yolsuzluklarından usanmış olanların önüne tüm kötülüklerin sorumlusu olarak bir nefret objesi gibi solun temsilcisi İşçi Partisi (PT)’yi attı. Hapiste tutulan karizmatik eski Başkan Lula Da Silva’nın yokluğunda, sola ve bir PT’ye karşı kamuoyunda bir düşmanlık havası estirildi.

Seçmenin akılcılığa vedası

Böylece Brezilya, dünyayı son yıllarda teslim almış lanetli bir zincirin son halkası olmuştur. ABD’de Donald Trump’tan, Hindistan’daki Narendra Modi’ye ve Bolsonaro’nun tıpkı benzeri olan Filipinler’deki Rodrigo Duterte’ye değin ortaya yeni bir seçilmiş otoriterler dizisi çıkmıştır. Bunlar, halk katında birikmiş kızgınlık, öfke ve kinin taşıyıcısı güçlü adamlardır. Geniş seçmen kesimleri gözünde, toplumlarının karşı karşıya bulunduğu sorunlara ilişkin derin, şaşırtıcı ve kimi olumsuz değişimlerin sözcüsü konumundadırlar: Ekonominin ve iletişimin dijitalizasyonu, farklılıkların yükselişi, geleneksel sosyalleşme alanlarının ve cinsiyetler arası eşitliğe yönelik dönüşümlerin ortadan kalkması vb.

Günümüzde bir kesim seçmenin rasyonel düşünce ile ilişkisini kesmesine tanık oluyoruz. Belirsizlikler, toplum katında kesin görüş ve yargılara yol açıyor; akışkan ve amorf moderniteye karşı sağlam referanslara ve risk içeren kırılgan toplumsal yapıya karşı da güvenliğe ihtiyaç beliriyor. Böyle bir gelgit ortamında “ulusal/ulusçu” giysilere bürünmüş sağcı popülistler avantaj ediniyorlar. Çünkü ulus, şu an ayakta durabilen tek sosyal yapı. Ulusalcılık, küreselleşmiş ve ivmesi gittikçe artan bir dünyada topluma güvence veren köken duygusunu sağlayabiliyor.

İşte şimdi toplumlar, ulus devlet demokrasisi ile küresel sistemin kavşak noktasında. Seçimle gelen otokrasi tam da burada sömürecek bir dizi çelişki bulup bunların üzerine gidiyor. Ulus devlet demokrasileri ile küresel sistem arasındaki esas çelişki -AB özelinde somut biçimde belirginleştiği gibi- siyasal güç ile ekonomik gücün farklı kaynaklardan gelmeleri, küresel sorunlarla baş edebilmek için gerekli araçların yokluğu ve karşılıklı bağımlılığın yarattığı sınırlılık. Temel özgürlüklerin geçerli olduğu bir sistemde insanlar kendilerini özgür hissediyor, ama bir oy sahibi olmakla da siyasal bir güç kazanmış olmadıklarını biliyorlar. Bu durumda, bazı özgürlükler pahasına kontrolü bir ölçüde ele almış olma duygusu edinmeyi yeğleyenler çoğunlukta. Bunu başarmak için ise, toplum çoğunluğunun iradesinin vücut bulduğu ”güçlü” kişiye yöneliyorlar. Bu ulusal kararlılık gösterisi, aynı zamanda geçmişe dönük olumlu anlatıları bir tür iyimserlik gibi sunuyor. Çünkü gelecek ve modernitenin vaat ettiği ilerleme, artık onlar için ulaşılması istenen bir istikamet ve hedef olmaktan çıkmıştır. Bu olgunun kökenindeki çok sayıda nedenin başında ise, demokratik toplumlara ve kurumlarına beslenen güvenin sarsılmasının temelindeki kabul edilemez eşitsizlikler geliyor.

Sadece popülist mi, ırkçı bir aşırı sağcı mı?

Thomas Meyer gibi siyaset düşünürleri popülizm ile aşırı sağ ve ırkçılık arasındaki ayrımları vurguluyorlar. Gerçekten de örneğin yabancı göçmenlerin ucuz emek sunarak işlerini ellerinden aldıklarını düşünüp Almanya’da AfD’nin, Fransa’da Ulusal Cephe’nin veya Hollanda’da PVV’nin popülist söylemine kapılan ve partilere yönelen sağcılaşmış emekçi ile yabancıya salt yabancı olduğu için düşmanlık besleyen ve elinden gelse onu yok etmeye kalkışacak olan ırkçı ve aşırı sağcı kişi birbirinden ayrılmalıdır. Bu anlamda Putin’i ulusalcı popülist, hatta belki Trump’ı bile “popülist” sınıfına dahil edersek, bazı bilinen politikacılar gibi Bolsonaro’yu ırkçı ve aşırı sağcı kategorisine koyabiliriz. Brezilya’nın yeni başkanı “tek iyi suçlu ancak ölü bir suçludur” deyişiyle biliniyor. Bu anlayışın, insan hakları ve hukukun üstünlüğü bakımından Brezilya’yı önümüzdeki dönemde ne gibi risklere maruz bırakacağını görmek kolaydır. Ayrıca seçtiği Dışişleri Bakanı Ernesto Araujo da, iklim değişikliği sorununu “Çin’in önünü açmak için uydurulmuş Marksist bir komplo” olarak değerlendiriyor. Brezilya’nın İşçi Partisi (PT)’nin doğan her bebeği karbon emisyonlarını artıran bir risk olarak gördüğünü öne sürüyor. Anlaşıldığı kadarıyla, Brezilya aşırı sağcılarının nezdinde PT, bizdeki aşırı sağcıların CeHaPe’sinin yerini alacak.

Özetle Bolsonaro’nun Brezilya’nın Trump’ı rolünü üstlenmesi öngörülebilir.  Bir antikomünist olarak Küba ve Venezuela ile ilişkilerini gözden geçirecektir. Bu ise Güney Amerika anakarasının bölgesel entegrasyonu için iyi bir gidiş değildir. Ülkesini Paris İklim Değişikliği Anlaşması’ndan çekmesi, özellikle dünyanın soluk borularından biri olan Amazon ormanlarının geleceği için sorun yaratacaktır. Salt antikomünist güdülerle Çin’e karşı tutum alması, zaten küresel ticaret dengelerini sarsmakta olan ABD-Çin ticaret kavgasının daha da kızışmasına yol açabilecektir.

Brezilya, Bolsonaro’nun başkanlığa seçilmesiyle sağa doğru bir viraj almıştır ve eski askeri diktatörlük dönemlerini anımsatacak ve belki aratacak günlere dönme riskiyle yüz yüzedir. Temel demokratik değerler ve hukuk düzeni açısından önümüzdeki yılların Brezilya’sı için kaygı beslememek olası değildir.

*Aydın CINGI
Siyaset Bilimci
acingisdv@gmail.com