Ara sıra gündeme içinden değil de dışından bakmak, yaşanılan dönemin kısırlaştırıcı etkisinden sıyrılarak olaylara geniş açıdan yaklaşmak, söz konusu sürecin daha berrak biçimde değerlendirilmesini sağlıyor.
Toplum düzeninin ani biçimde değişmesi, gününü yaşayıp gitmekte olan insanların rahatını kaçırır. Ani değişim demek olan “devrim”, bu nedenle, içinde karşıt akımların tohumunu taşır. Anadolu aydınlanmasını ateşleyen Kemalist Devrim de dokunduğu insan topluluğunun yüzlerce yıllık zihin yapısını ve yaşam alışkanlıklarını altüst etmiş, bazı kesimlerin kendilerini dışlanmış hissetmesine yol açmıştır. Esasen toplumun hiçbir katmanını dışlamamış devrim yoktur. Bu nedenledir ki, kendini devrim tarafından dışlanmış hisseden toplumsal kategoriler durmaksızın eskiye dönüş için çaba harcarlar. Bunlar, bir süre sonra fırsatını bulup iktidara tırmandıklarında da devrimin getirilerini aşındırır, devrim öncesi düzeni olabildiğince geri getirmeye çalışırlar. Özetle, er ya da geç her devrimin getirdikleri, öz veya biçim olarak, kısmen yitip gidebilir. Gelgit durulup durum “normalleştiğinde” ise, yalnızca toplumsal dokuya işlemiş devrimlerin kazanımları kalıcılık edinebilir.
Bu tür geri dönüşlere, tarihte, “restorasyon” dönemleri denir. Latince “restaurare”den gelen deyim, eskinin yeniden yapılandırılması anlamına gelir. Siyasal literatürde en çok bilinen “restorasyon” örneği, Fransız İhtilali’ni izleyen 1814-1830 monarşisi ve 1830-1848 Louis Philippe meşrutiyet rejimidir. 1789’da yıkılan krallık, rejim “restore” edilerek, yeniden tesis edilmiştir. Ne var ki, eski biçim geri gelmiş; ama devrimin özü kalıcı olmuştur. Toplumsal dokuyu gerçekten derinden etkileyip değiştiren devrimlerin kazanımları, restorasyon dönemlerinde tümüyle yitip gitmezler. Nitekim Fransız İhtilali’nin “özgürlük, eşitlik, kardeşlik (dayanışma)” ilkeleri insanların zihnine silinmeyecek biçimde kazınmıştır. Anadolu Devrimi’nin getirmiş bulunduğu aydınlanma değerlerinin belirli bir bölümü de, bu yüzyıl başından bu yana AKP eliyle içine yuvarlandığımız “restorasyon” döneminin aşındırıcı etkisine kısmen direnebilmiştir. Çünkü Fransız İhtilali gibi, Anadolu İhtilali de ürettiği değerlerin önemli bölümüyle kalıcılık kazanmıştır. Bu anlamda her iki devrimin de geçirdiği restorasyon süreçleri tarihsel akış içinde birer “parantez”dir.
AKP Parantezi
Anadolu Devrimi’nin getirileri Cumhuriyet kurulduğundan bu yana sürekli kemirilip durur. Cumhuriyet reformları, bozkırda diz çökmüş ümmetten seküler bir yurttaş yaratmaya yönelmişti. Bunun için, çok kapsamlı reformlar ve çok hızlı uygulamalar gerekliydi. Bunların, çağımızın liberal demokrasi kuralları çerçevesinde gerçekleştirilmesi pek mümkün olamazdı.
O yıllarda Anadolulu köylü, alıştığı yaşamın bütününün birkaç yıl içinde elinden kaçtığına tanık oldu. Alfabesinden giyim kuşamına, kadının ve dinin toplumsal bünyedeki yerine kadar her şey değişti ve alışkın olmadığı ve yadırgadığı bir biçime büründü. Bu ani farklılaşmanın yarattığı ve zamanında bastırılmış gerilimler insanların bir kesiminde tepki biriktirdi. Hele de dönem dönem ülkenin yönünü değiştiren bu tepkiyi hizaya sokmak için yapılan askeri müdahaleler, her seferinde bir siyasal “kurban” yarattı ve o “mağdurun” bayrağını taşıyan politikacıyı seçim düzeyinde avantajlı kıldı.
Bazı siyaset bilimcilerin “periferik tepki” diye adlandırdıkları bu siyasal karşıtlık, aşağı yukarı üç çeyrek yüzyıldır sağcı akımların ana sermayesini oluşturmuştur. Serbest Fırka’dan Menderes’e, ondan Demirel ve Özal’a tüm aydınlanma karşıtı kuruluş ve liderlerin sömürdüğü tepki budur. Ancak bu siyasal figürlerden hiçbiri Cumhuriyet’in varlığını bugün Erdoğan’ın başarabildiği ölçüde tehdit edememiştir.
Erdoğan AKP’sinin, özellikle 2010’dan bu yana ve dünya konjonktüründen de yararlanarak, Cumhuriyet Türkiye’sinde yarattığı tahribat çok özetlenerek şöyle açıklanabilir:
Öncelikle parlamenter demokratik rejim tüm unsurlarıyla yok edilmiştir. Parlamento işlevsizleştirilmiş; demokrasi, tek adam rejimine dönüştürülmüştür.
Sistem bütünüyle sağa kaymıştır. Erdoğan merkez sağı da içine alarak kendisiyle birlikte tüm sağı dincileştirip uç sağa taşımıştır. Sol-sağ ekseninin solu, ufak fraksiyonları saymazsak boştur. Merkez solda konumlandığı varsayılan CHP, popülist siyasal ortam nedeniyle üzerinde ciddi bir merkez sağa kayma baskısı hissetmiştir.
Kırdan kent çeperlerine göçün ve yağmacı düzenin yarattığı çok büyük kitleler ülkenin her yerinde kuralsızlığı egemen kılmıştır. Bunlarla özdeşleşmiş olan iktidar, benimsediği etik dışı tercihler dizisini toplumun bütününe empoze etmeye kalkışmıştır: İktidar katında, İslamcılık görünümü altında yolsuzluk yaparak zenginleşme ve her seçimde oyundan yararlanılan yandaşları kırıntılardan nemalandırma, esas amaç bellenmiş; yurttaş bütününün refahını gözeten yönetim anlayışı terk edilmiştir.
Şu anda ülke, dışarıda neredeyse her ülkeyle kavgalı, ekonomisi perişan durumdadır. Anayasasının, her gün onu korumakla yükümlü kişilerce ayaklar altına alınması artık kanıksanır olmuştur. Özetle ülke, ülke gibi yönetilememektedir. Dışarıdan kaynak bulması zorlaşan ve yurttaş çoğunluğunu çaresizliğe mahkum eden koşullar nedeniyle en çok değer üreten büyük kentlerin belediyelerini yitiren iktidar böylece yolsuzluk olanaklarının da kısıtlanmasıyla iyice sıkışmıştır. Dolayısıyla AKP’nin yarattığı restorasyon dönemi kapanmak üzeredir.
Demokrasi, demokrasi…
Türkiye, Erdoğan/AKP rejimi sonrasında bir tür normalleşme sürecine girecektir. Öncelikle demokrasi geri gelecektir. Türkiye, yıllardır “rekabetçi otoriter” denilen bir rejim ile yönetiliyor. Aslında basbayağı otoriter olan rejim, siyasal literatürde “rekabetçi” nitelemesini, yapılan “sözde serbest” seçimler nedeniyle hak ediyordu. İstanbul belediye başkanlığı seçimine ilişkin son YSK kararıyla bu nitleme de tünüyle geçersizleşmiştir.
Demokratikleşme, demokratik rejimlere özgü kural ve kurumların topluma tümüyle yerleşmesi ile oluşur. Gerçek demokrasi, tüm yurttaşlara eşitlik sağlayan ve onlara katılım ve rekabet olanağı veren kural ve kurumların bütünüdür. Bu tür bir siyasal yapının göstergeleri –ampirik olarak- belirli aralıklarla yinelenen özgür seçimler, herkese oy hakkı, çok sayıda çıkar ve baskı grubunun varlığı, birbirinden farklı ve birbirine seçenek oluşturabilecek gazete, televizyon gibi bilgi kaynaklarının mevcudiyeti ve çok önemli kamu görevlerinin seçim yoluyla doldurulması vb.dir. Türkiye’de seçimler bu koşulları asla sağlamamaktadır. Ayrıca bu ampirik tanımın temelindeki öz, toplumsal çelişkilerin barışçı yoldan çözümlenmesine elverecek kural ve yöntemlere ilişkin uzlaşma iradesidir. Erdoğan/AKP/Bahçeli ile böyle bir uzlaşma iradesinin asla oluşmayacağı kesindir.
Demek oluyor ki demokrasi, muhalefetin varlığının, tüm sosyal kategorilerin örgütlenme özgürlüğünün ve çıkar çelişkilerinin hep aynı gruplar lehine sonuçlanmayabileceğinin önceden kabullenilmesi anlamına gelir. Siyaset düşünürü Morlino’nun deyişiyle demokrasi, önceden saptanmış kuralların ürettiği “belirlilik” ortamına karşın, bu ortamda oluşacak sonuçların ve alınacak kararların “önceden belli olmadığı” rejimdir.
Bizim “rekabetçi” otoriter rejimin tek rekabet unsuru olduğu varsayılan seçimlerde bile belirlilik ortamı yoktu. Nitekim işler iyi gitmediğinde devreye mühürsüz oylar sokuluvermiş, belirlilik ortamı bozulmuştu. Sonuçlar ise hep önceden belliydi. İktidar, son yerel seçimlerde özellikle İstanbul’da kendi açısından “belli” saydığı sonuç çıkmayınca, şimdiye değin tek “meşruiyet” argümanı olarak kullandığı sandığı da YSK eliyle geçersizleştirdi.
Parantez kapandıktan sonra
İspanya ve Portekiz kırk yılı aşkın, Yunanistan ise 7 yıllık baskı rejimlerinden 1970’li yılların ortalarında çıkmışlar, demokrasiye yönelmişlerdi. 1980lerin sonunda adı geçen ülkelerde yaptığım incelemeleri 1990 yılında “Diktadan Demokrasiye” adı verdiğim bir kitapta yayımlamıştım.
Dönüşüm, kavgasız gürültüsüz ama çok hızlı gerçekleşmişti. Her türlü özgürlüğe kavuşan toplumlar yeni durumu sindirmiş ve liberal demokratik rejim özgürlükçü birer anayasa yoluyla tescillenmişti. Toplumların demokrasiyi gerçekten hak ettiği veyeni özgürlükçü düzene hazırlıklı olduğu açıkça saptanıyordu.
Türkiye’nin de Erdoğan/AKP sonrası dönemi şimdiden tasarlamasında yarar vardır. Yapılacakların başında rejimi onarmak gelecektir. Parlamenter demokrasiye geri dönülmelidir. Cumhuriyetin tahribe uğramış kurumsal yapısı; Anayasa Mahkemesi, Yargıtay’ı, YSK’sı, Anadolu Ajansı, TÜİK’i vb tüm kurumlarıyla onarılmalıdır. Tüm bakanlıklar elden geçirilip liyakat esasına göre yeniden yapılandırılmalıdır.
Siyasal partiler sistemi yerli yerine oturmalı; CHP tarihin ona tahsis ettiği merkez sola geri dönmeli, merkez sağdaki boşluk dolmalıdır. Ekonomik durum düzeldiğinde ve yağma düzeni sona erdiğinde yurttaşın etik anlayışları da bundan etkilenecek; kuralsızlık ve beleşçilik sona erecektir. Bunlar, biz böyle öngördüğümüz için ve çok kısa sürede gerçekleşmeyecektir. Bunlar, Anadolu aydınlanması gibi meyvelerini vermiş bir devrimin tahrip süreci bittiğinde belirli bir zaman içinde böyle olması gerektiği için gerçekleşecektir.
Son yerel seçim ertesinde Erdoğan, biraz da yandaşlarını teselli etmek için “büyük kentleri kazandılar ama onlar ‘topal ördek’, meclislerde çoğunluk bizde, onları çalıştırmayız” diyordu. T.C. Anayasası’nın onun görev ve yetkilerini düzenleyen 104. maddesinde “Cumhurbaşkanı, Devlet Başkanı sıfatıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk milletinin birliğini temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını temin eder” diye yazıyor.
Erdoğan Türkiye’nin Cumhurbaşkanı, İstanbul ve Ankara belediyeleri de devlet organlarıdır. O, Devletin kurumlarını uyum içinde çalıştırmak şöyle dursun, bu kurumların çalışmasını engelleyeceğini açıklıyor. Bu, anayasal göreve bağlı kalmama niyeti açıklamasıdır. Türkiye artık normalleşmeli; her görevli işini tanımlanmış sınırlar içinde liyakatle yapmalıdır. Böyle bir ortamın barış içinde doğması için, iktidarın İstanbul’da sandıkla el değiştirmesi yolu şimdilik tıkanmış olsa bile, belki de çok uzun süre beklenmeyecektir.
Bundan sonra oluşacak Türkiye bu kez, kurucusunun ve Anadolu Devrimi’nin kendisine “armağan” ettiği laiklik, demokratik kurumlar, kadın hakları, sosyal devlet olma niteliği vb tüm değerleri artık şu son yılların sınavından başarıyla geçmiş bir toplum olarak tam anlamıyla hak etmiş olacaktır. O vakit Güney Avrupa ülkeleri için 1990’da yazılmış “Diktadan Demokrasdiye” kitabı Türkiye için de yazılabilecektir.
*Aydın CINGI
Siyaset Bilimci,
Eski SODEV Başkanı
acingisdv@gmail.com