15 Temmuz 2016 Cuma akşamı CNN Türk’te iki yandaşın incilerini dinliyordum. Sunucu birden “Boğaziçi Koprüsü’nde bir şeyler oluyor” deyip oradan askeri araç görüntüleri vermeye başladı. Tarihe tanıklık edeceğimizi hemen anladım. Ancak olacakların, ülkenin gelecekteki yönelimlerinde bu kadar önemli bir kilometre taşı oluşturacağını o an düşünemezdim.
Hangi noktaya vardık?
AKP rejimi ve Erdoğan, kendilerinin kılına zarar getirmemiş bu darbe girişiminin yarattığı olağandışı ortam sayesinde, siyasal süreçleri işleterek çok zor veya ancak uzun süreler ve çabalar sonunda elde edebileceği kazanımları “bir gecede” cebinde bulmuştur:
Bir kez, AKP ve Erdoğan’ın son dönemde boyası dökülmeye başlamış “mağdur” imajı yenilenmiş; bu partiye ve demokrasi kavramıyla arasında yüzyıllar bulunan yandaşlarına ilişkin olarak “demokrat”, Erdoğan ile ilgili de “mağdur ve muzaffer” algısı oluşturulmuştur. Buna karşılık “seküler düzen”in koruyucusu gibi algılanagelen TSK’nın saygınlığı tuzla buz edilmiştir. Kamu alanları, AKP polisi himayesindeki şalvarlı, cübbeli, çarşaflı tekbircilere bundan böyle tamamen açılmıştır.
İktidar, genelleşmiş bir toplumsal “FETÖ psikozu” sayesinde hiçbir itiraz ve muhalefetle karşılaşmaksızın, HSYK ve -en önemlisi- AYM üyelerini görevden alıp tutuklatmıştır. Oysa fiilen darbeye katılıp kurşun atması mümkün olmayan bu yüksek yargı mensupları hakkında soruşturma açılması bile, olağandışı hukuk prosedürleri gerektirir. Ayrıca binlerce hakim ve savcıya da bu fırsat kullanılarak işten el çektirilmiş; yargı bu kez tümüyle AKP’lileştirilme yoluna girmiştir.
Devlet içinde yuvalanmış dinci bir çetenin, yine dinci radikal bir sağ iktidar tarafından tasfiyesi, ilerici siyasal güçler açısından hiç de olumsuz bir süreç değildir. Ancak, başta TSK, devletin tüm bürokratik yapılarında herkese Fethullahçı etiketi yapıştırılarak kurunun yanında yaşın da yakılıyor; bu vesileyle buralardaki son laik ve demokrat unsurların da sorgusuz sualsiz dışlanıyor olma olasılığı ürkütücüdür.
Ülkenin yüz bin camiinden –Erdoğan’ın sesiyle propaganda yayını da dahil- sokağa çıkma çağrısı yapılmıştır. Bir yandan artık hiçbir darbe riski kalmadığı belirtilirken, öte yandan da ”fırsat bu fırsat” deyip ülkenin tüm yerleşim birimlerinin meydanlarında geceler boyu Dombıra şarkısı çalınıp “Reis Erdoğan” adına propaganda mitingleri gerçekleştirilmiştir.
Başarısız darbe girişimi fırsat bilinerek sokaklar faşizm talimine açılmıştır. Bunlar, bir kesimi IŞİD saflarında yer alabilecek kimlikte olan, ama çoğunluğu da bilinçsizce “Ya Allah bismillah Allahüekber” sloganı haykıran lumpenlerdir. İktidarın, arkasını sıvazlayarak sokağa alıştırdığı bu bilinçsiz kalabalıklar büyük toplumsal felaketlerin habercisi olabilir.
Sonuçta Türkiye’nin, devlet yapısı ve toplumuyla -Saddam’ın Irak’ı gibi- ilkel ve dinci bir Ortadoğu ülkesi olmaya doğru gidişi, bu darbe girişimi yoluyla ivme edinmiştir. Tutuklanan subaylara dayak atıp ekranlarda göstermek, idam isteyen yığınlara “dediğiniz olur” yanıtı vermek, darbecilere cenaze hizmeti vermeyi reddetmek ve -genelde sesi pek çıkmayan- İBB Başkanı gibi onlara ayrı bir “hainler mezarlığı” tahsis etmeyi önermek… bu yolda hızla ilerliyor olduğumuzun göstergeleridir.
Darbeye karşı olmak…
Kendini “demokrat” olarak niteleyen insan darbe yanlısı olmaz. Bugünlerde herkes darbe girişimine lanet okuyor. Ancak bu arada, malum gece TSK’da bir kesimin ve kimi diğer önemli siyasal çevrelerin, darbe girişimine karşıtlıklarını deklare etmek için başarısızlığın kesinleşmesini beklediklerini de biliyoruz. “Darbe”, mevcut yönetimin/düzenin aniden, legal süreçler işletilmeksizin ve güç kullanılarak değiştirilmesi anlamına geliyorsa, bunun askeri olanı savuşturulmuştur. Ancak mevcut anayasal düzeni hukuk dışı yöntemlerle ve kısa sürede değiştiren bir sivil darbe, bir süredir ve şu anda daha da yoğun olarak iktidar eliyle yürürlüktedir. “Aman darbe girişimi savuşturuldu, ucuz kurtulduk” diyen insanlar, aslında ne tür bir felaketten “kurtulduklarını” -tahmin etmekle birlikte- tam olarak bilemiyorlar; çünkü böyle bir olasılık gerçekleşmedi. Ancak bunlar, nasıl bir felaketten “kurtulamadıklarını” da bilmelidirler: O insanlar, daha da sertleşeceğini ve ülkeyi faşist eğilimli lumpen kalabalıklara dayanarak yöneteceğini, girişim sonrası iki gün içinde belli eden Erdoğan’ın İslamcı otokrasisinden kurtulamadılar; orası açık bir gerçek!
Net olayım! Ben AKP ve Erdoğan rejimine muhalifim. Onların iktidardan uzaklaşması için kendi çapımda yaza konuşa mücadele ediyorum. Ancak, bu çağda iktidarın darbe yöntemleriyle el değiştirmemesi gerektiği açıktır. Öte yandan her türlü şiddet ortamının iticiliği ve böyle bir darbenin ülkemizi çok uzun bir belirsizlik dönemine sokacağı gerçeği, herkesi bu girişimin karşısında yer almaya yöneltti. Ne var ki, bir demokrat olarak, Erdoğan’ın çağrılarına uyup sokaklarda “sözde demokrat” kalabalıklara karışmak benim aklımdan geçmedi. Neden?
Erdoğan, camiyle işbirliği halinde halkı sürekli sokağa çağırarak farklı bir darbe kurguluyor, kan dökülmesine hatta iç savaşa davetiye çıkarıyor. Çağrısı toplumun tümüne değil, kendi destekçilerine yönelik. Ben Cumhuriyet’e, TC Devleti’ne ve onun kurumlarına sahip çıkıyorum; ama sahip çıktığım, AKP Hükümeti değil. Erdoğan ve AKP o devletin sahipleri değil, “devlet” denen o aygıtın geçici olarak kumandasında bulunuyorlar ama “geçici” statüsünü “kalıcı”ya dönüştürmek için her şeyi göze alıyorlar. Ayrıca bunların ve de özellikle Erdoğan’ın Cumhuriyet’e ve onun kurucu ilkelerine hangi gözle baktığını biliyoruz. Bu çerçevede, AKP merkezine bayrağın ve Atatürk posterinin asılması, takiyeciliğiyle maruf bir kurumun inandırıcılığına ilişkin kuşkuları yok etmeye yetmiyor.
Ben milli iradeye sahip çıkıyorum; ama onlar milli iradenin bütününü temsil etmiyor. Milli irade toplamı içinde muhaliflerin iradesi de var. Temsilcisi oldukları milli irade kesimini elde etme yöntemleri de şaibeli. Benim vergilerimi kullanarak medya tekeli ediniyor; kamu araçlarıyla yandaş toplayıp miting düzenliyor; din bezirganlığıyla ve ülkeyi zarara uğratan dış politikayı içeride kullanma yoluyla seçmenin bilincini saptırıyorlar. O da olmazsa, sonucunu beğenmedikleri seçimi yok sayıp ve o arada kaos çıkarıp seçmeni korkutarak, hatta seçim sisteminin boşluklarından yararlanarak oy devşiriyorlar.
Ben demokrasiye sahip çıkıyorum; ama bunlar demokrat değil. Ben sokağa çıkarsam, demokrasi değerlerini korumak için çıkarım. Bunların ve minarelerin çağrılarına uyup din adına AKP iktidarına sahip çıkan kalabalıkla hizalanmam.
Ben mevcut anayasaya sahip çıkıyorum; salt Erdoğan’ın başkumandan olmasıyla ilgili madde içerdiği için değil, “tarafsız” olması gerektiğine ilişkin hükümler de içerdiği için.
Daha da sayabilirim…
Darbeci subaylara hatırlatma
Bu arada unutmadan not düşeyim; Akılsız darbeciler Türkiye’ye ve bizlere çok ciddi kötülük yapmışlardır. Bunlar,
– gencecik askerleri kurban ettiler;
– askerle sivili, askerle polisi, hatta askerle askeri karşı karşıya getirdiler;
– TSK’nın saygınlığını sıfırladılar;
– milli iradeyi simgeleyen TBMM’yi bombalayarak halkın bütününü orduya hasım ettiler;
– “cami”nin siyasal sahnede bu kez “alenen” baş aktör olarak belirmesine yol açtılar;
– Erdoğan’dan durup dururken bir halk kahramanı, korkusuz bir “başkomutan” yarattılar;
– mevcut rejimin daha da otoriterleşebilmesinin, Erdoğan’ın başkanlığının yolunu açtılar;
– her bir seküler yurttaşı, bundan böyle, cübbelilerin “ya Allah bismillah”ı karşısında savunmasız bıraktılar….
Bundan sonra ne olacağı malum
Bu işleri başımıza kim mi açtı? Türkiye’de herkes bir FETÖ ezberlemiş, önüne gelen de ezberci kalabalığa uyuyor. Daqha ayrıntılı bir analize nadiren rastlanıyor. Dış basının farklı kesimlerine baktığımda ise, darbeyi bütünüyle söz konusu örgüte yükleyip gerisini es geçen yorumcu pek yok. Hemen hemen hepsi, bu girişimin, Erdoğan rejiminin daha da otoriterleşmesine yol açma olasılığına odaklanıyor.
Türkiye’de ise, tüm sorumluluğun “Gülen Örgütü”ne yüklenmesi herkesin işine geliyor. Aslında darbeci subayların tümünün “FETÖ” denen örgütten olma veya bunlar arasında çok ağırlıklı olarak “Fethullahçı” denen kişilerin bulunma olasılığı yüksektir. Ancak aralarında AKP’nin ve Erdoğan’ın hukuksuzluklarına ve laiklik karşıtı gidişlerine “dur” deme sevdasındaki hiç bir muhalif subayın bulunmadığı da iddia edilemez. Düşük de olsa, böyle bir olasılığın hiçbir tarafça dile getirilmemesi, hem iktidarın hem de geniş muhalif kesimlerin işine geliyor. Bu, AKP açısından, kendi anti-laik yönünün ve seküler topluma karşı tutumunun ordu bünyesinde de infiale yol açtığı gerçeğinin kamuoyunda konu edilmemesi içindir. CHP ve seküler kesim ise, aynı olasılıktan, kamuoyu gözünde zor kurtuldukları “darbeci” etiketinin üstlerine yeniden yapışmasını ve Kemalizmin –darbeci subaylar aracılığıyla- yenilgiye uğruyor alghısını yaratmamak açısından söz etmiyor.
Donanımsız bir tabana sahip olan AKP’nin, iktidara geldiğinde yönetim kadrolarını dolduracak doğru dürüst kimsesi yoktu. Opus Dei tipi, siyasal misyona sahip bir din örgütü olan Cemaat’ın kadrolarına o nedenle muhtaçtı. Biri bilgisini ve yetisini, diğeri siyasal iktidarını ortaya koydu ve beraber yürüdüler. Aralarındaki paylaşım kavgası, en çok 17-25 Aralık’ta belirginleşen -ve artık neredeyse unutulmuş görünen- “üst düzey hırsızlık”ların ortaya çıkarılmasıyla başlayıp MİT tırları vb ile sürdü. Artık son raunda gelinmiş görünmekle birlikte, hesaplaşma yine de tümüyle bitmiş değil.
Bu aşamada muhalefet iktidara yeni bir kredi açmışa benziyor. Dünyanın dört bir tarafında da Erdoğan’a itidal tavsiye ediliyor. Dinlediğim ve okuduğum tüm yabancı televizyonlarda ve gazetelerde, ona, bu durumu, otoritesini pekiştirme ve muhaliflerini sindirme vesilesi olarak kullanmaması öneriliyor. Onlar, Erdoğan’ı ve biatçı AKP’li kadrolarını tanımıyorlar. Ben, gelecek günleri derin kuşkularla bekliyorum; çünkü onları çok iyi tanıyor, neler yapabileceklerini gayet iyi biliyorum.
Ama yine de tümüyle kötümser olmayalım. İtiraf edeyim; içimden bir ses beni belki bu kez şaşırtabileceklerini söylüyor.
Aydın CINGI
Siyaset Bilimci
acingisdv@gmail.com