file-20190512-183103-ttlyuc

Aydın CINGI – Avrupa’nın Eylül 2021 Seçimleri

Eylül ayında Avrupa’nın iki ülkesinde iktidarı belirleyen parlamento seçimleri yapıldı. Bunlardan birisi, Avrupa’nın lokomotifi kimliğindeki dünyanın dördüncü büyük ekonomisine sahip Federal Almanya’daki seçim. Onun üzerinde uzunca duracağız. Ancak bir de, dünyanın en zengin ülkelerinden olup seçmeninin iki kez halkoylamasıyla Avrupa Birliği dışında kalmayı seçtiği Norveç’te 13 Eylül günü düzenlenen genel seçim yapıldı. Bu seçim, Almanya’dakinin sonucuyla bir araya getirildiğinde, Batı Avrupa’nın ileri demokrasilerinde ortaya çıkan yeni seçmen eğilimlerine ilişkin bazı ipuçları içeriyor.

Bu arada bir de kuzey komşumuz Rusya Federasyonu’nda genel seçim yapıldı. Ancak hem Rusya’yı bir Avrupa ülkesi sayamayacağımız için ve hem de bu seçim özgür bir ortamda yapılmadığından, onu inceleme konusu yapmayacağız. Putin, özgürlüğü gasp edilen bazı başka ülkelerde de görüldüğü gibi, potansiyel rakiplerini ve etkili muhaliflerini hapse attığından ve kitlesel gösterileri polis gücüyle bastırıp medyayı kontrol altında tuttuğundan, bu ülkede özgür seçim ortamından söz etmek olanaksız. Bu çerçevede, yalnızca Putin’in Birleşik Rusya Partisi’nin, bir miktar oy yitirmekle birlikte, %50 ile egemen parti konumunu koruduğu ve ikinci siyasal güç olan Komünistlerin ise bir önceki seçime göre oy kazanarak %19’a çıktıklarını not etmekle yetinelim.

Norveç’in 2021 seçimi

Önce sayısal verilere bakıp yorumlarımızı sayılara dayandıralım.  

Parti                                               2017(%)                                     2021(%)                        Mv. Sayısı    
İşçi Partisi                                             27,4                                             26,4                                     48
Muhafazakarlar                                   25,0                                             20,5                                     36
Merkez Parti                                        10,3                                             13,6                                     28
FrP (Sağcı popülist)                             15,2                                             11,7                                     21
Sosyalist Sol Parti                                  6,2                                               7,5                                     13 

Bu partilerden başka Komünist eğilimli sol parti ve Liberaller de 8’er milletvekili elde ettiler. Bu durumda “İşçi Partisi + Merkez Parti + Sosyalistler” birleşince 91 sandalye ile 169 kişilik parlamentoda çoğunluk elde ediliyor. Hele Komünistler de katılırsa 97 milletvekiline ulaşılıyor. Esasen İşçi Partisi lideri, Norveç’te 2013’ten bu yana başbakanlık görevini yürütmüş bulunan ve pandemi döneminde ülkesini etkinlikle koruyan Erna Solberg’e tüm hizmetleri için şimdiden teşekkür edip başbakanlığı devralmaya hazır olduğunu belirtti.

Tabloya bakıldığında Merkez Parti’nin çok, Sosyalist Sol’un az da olsa ilerlediği, diğer partilerin –Muhafazakarlarınki dramatik olmak üzere- oy yitirdiği saptanıyor. Hatta “seçimin galibi” sosyal demokrat İşçi Partisi’nin oyları dahi azalmış. Esasen İşçi Partisi 2009 seçiminden bu yana, yani on yıldan fazladır düşüşte. Dikkati çeken bir başka nokta da, 2005 ve 2009 seçimlerinde Norveç’in ikinci partisi konumuna gelmiş olan ve 2013 ile 2017’de de üçüncü parti konumunda bulunan sağcı popülist parti FrP’nin on yıldan fazla bir süredir düşe düşe artık ilk üçün dışında kalmış olması.

Yeni parlamentoda milletvekillerinin %50’ye yakını kadın, milletvekili ortalama yaşı 45,6 ki, bunlar birer rekor. Ayrıca toplam 169 milletvekilinin 67’si parlamentoya ilk kez giriyor. Öte yandan seçim kampanyasında başat tartışma konusunun “iklim değişikliği” olmasına karşın “Yeşiller”in parti olarak belirgin bir varlık gösterememiş olmaları, çevreci akımın Norveç’te soldaki partilerce absorbe edilmiş olduğunu göstermesi bakımından ilginçtir.

Avrupa’nın kuzeyinde “Sol” açısından en sevindirici olgu ise, şimdi Norveç’in de katılımıyla  –İzlanda dahil- 5 İskandinav ülkesinin de ilk kez “merkez sol” hükümetlerce yönetiliyor olmasıdır.

Federal Almanya‘nın 2021 seçimi

Seçim 26 Eylül günü yapıldı. Sonuçları aşağıdaki tabloda görüyoruz. Bu arada, son seçiminkilerle birlikte, parti sisteminin son 40 yıldaki değişimlerini göstermek üzere yaklaşık 20 yıl aralıklı -1980, 1998, 2017- üç genel seçim sonuçlarını da tabloya koydum. Dikkati çeken en belirgin olguları sıralayalım:

-İki büyük Alman partisi olagelmiş. Bunların ikisinin toplam oyu, 1980 yılında %87,4 iken 1998’de %76’ya, 2017’de %53,4’e ve nihayet son seçimde %50’nin altına düşüyor. Demek oluyor ki Alman parti sistemi, son 40 yıldır çift partili sistemden yavaş yavaş birbirine yakın oy oranlarına sahip çok partili sisteme, dönüşüyor.

-Alman parti sistemi, oluştuğu 1949 yılından 1980 seçimine değin, iki büyük “muhafazahar kimlikli” Hıristiyan demokrat CDU/CSU’yu ve sosyal demokrat SPD’yi ve bir de “buçuk” diye nitelenen FDP’yi içeriyordu. Bunlara, toplum içinde yeni beliren ve bu partilerce yeterince dile getirilemeyen duyarlılıklar ve gereksinimler nedeniyle yeni partiler eklendi. 1983 seçiminde Yeşiller, 1990 seçiminde Sol Parti ve 2013 seçiminde de AfD katılarak sistemde kalıcılık edindi. Şimdi, 2021’de oluşan “Bundestag” adlı Almanya parlamentosunda da bu 6 parti temsil ediliyor.

Parti                       1980(%)                1998(%)               2017(%)               2021(%)              Mv. sayısı
CDU/CSU                  44,5                       35,1                      32,9                      24,1                      196
SPD                            42,9                       40,9                      20,5                      25,7                      206
İkisinin toplamı        87,4                       76,0                      53,4                      49,8
FDP                            10,6                          6,2                      10,7                     11,5                         92
Yeşiller                                                        6,7                        8,9                     14,8                       118
Sol Parti                                                      5,1                        9,2                       4,9                         39
AfD                                                                                          12,6                    10,3                         83

Sonuçlara ilişkin yorumlar

Gelelim tablonun son seçim sonuçları ekseninde yorumlanmasına. CDU/CSU’nun Merkel sonrası çöküşü, seçimin en çarpıcı olgusu. Söz konusu parti, 2021’de, kurulduğundan bu yana en düşük seçim skorunu gördü. SPD, 1998’deki Schröder başkanlığı döneminden bu yana ilk kez CDU/CSU’yu geride bırakarak birinci parti konumuna yükseldi. Öte yandan, Mart-Nisan aylarında yapılan kamuoyu araştırmalarında birinci parti konumuna yükselmiş görünen Yeşiller için bu sonuç, en yüksek oy kazancı elde etmiş parti olmalarına karşın yine de bir ölçüde düş kırıklığı yaşattı. Buna karşılık, çöküş yaşayan Sol Parti -Die Linke-, %5’lik temsil barajının altına düşmekle birlikte, yine de -Alman seçim sisteminin bir özelliği olan- ikinci oylarla parlamentoya girebildi. Liberal FDP –Hür Demokratlar- az oy kazandı; radikal sağcı popülist AfD –Alternative für Deutschland- ise bir önceki seçimde kendini sistemin üçüncü büyük partisi yapan çıkışını sürdüremeyip oy yitirdi. 

Almanya seçiminin sonuçlarına, Norveç’inkiler ile birlikte bakıldığında göze çarpan ortak olgular şunlar: Her iki ülkede de Muhafazakarların oy kaybetti, merkez sol belini doğrultuyor gibi göründü ve popülist sağ son dönemdeki çıkışını sürdüremeyip düşüşe geçti.

Yalnızca iki ülkenin seçimine bakarak genellemelere yönelmek gerçekçi olmayabilir; ancak, bu seçimlerden birisi hele Avrupa’nın “en büyüğü” Almanya’da oluşmuşsa, yine de yakın geleceğe yönelik bazı sonuçlar çıkarılabilir. Bunlardan biri, pandemi döneminde sosyal devlete duyulan gereksinimin, bu anlayışı önceleyen ideolojik yaklaşımları olumlu etkilemiş olmasıdır. Seçim kampanyalarında öncelikli konu olarak ele alınan “iklim değişikliği” sorununun, doğayı ve çevreyi “üretim-kazanç” sarmalına kurban etme eğilimi taşıyan neoliberal görüşleri temsil eden sağcı akımları törpüledikleri de açıktır. İki ülkede de, sağcı popülizmin ve hatta solda popülizme yatkınlık gösteren anlayışların bu dönemde pek rağbet görmedikleri açıktır. Bunda popülistlerin başat konusu olan “göçmen” ve “yabancı karşıtlığı” konularının bu seçimlerde pek gündeme gelmemesinin de payı vardır.

Kampanya ve seçimi etkileyen faktörler

Her seçim kampanyasında bolca kullanılan sihirli sözcük genellikle “değişim” olur. Ancak Almanya’da seçimden önce “değişim”den pek söz edilmedi. Değişim dünyanın tümünde gerçekleştiği için, ona uyum vaadi zaten “değişim” demek oluyordu. Nitekim “iklim değişikliği” ve “dijitalizasyon” gibi kampanyada en çok ele alınan konular bu olgunun göstergesiydi.

Merkel’in ülkeyi on beş yıldır sessiz sedasız düzgün yönetmesi, Alman seçmeninin statükodan genel olarak pek mutsuz olmamasına yol açmıştır. Öte yandan SPD’nin şansölye adayı Olaf Scholz pragmatik yapısı ve hatta partisinin sol kanadına yakın durmaması, Alman seçmenini kısa dönemde bir devrimsel değişim talebinden uzak tuttu. Ayrıca Olaf Scholz da SDU/CSU’nun şansölye adayı Armin Laschet de karizmatik liderler olmadıklarından bu seçimde oy verme motivasyonu açısından parti programı ve taraftarlık, liderin kimliğinden büyük ölçüde daha belirleyici oldu. Gençlerin oranı, Yeşiller ve FDP içinde, iki büyük parti seçmenleri içinde bulunandan fazla oldu.

Bu bağlamda televizyonda yapılan üçlü lider zirvelerinin de sonuca etkisi oldu. İkili olduğunda Almanların “Duell” –düello- olarak adlandırdıkları bu zirveler bu kez “Triell” –ben de “triello” diyorum- olarak anıldı. Seçim öncesinde birer hafta aralıkla yinelenen “triello”lara Scholz ve Laschet ile birlikte Yeşiller’in eş başkanı Annalena Baerbock katıldı. Her zirve sonrası yapılan sondajlar Scholz’u tartışmanın galibi olarak gösteriyordu. SPD ile CDU/CSU arasındaki fark, bu triellolar sonrasında, SPD lehine 4-5 puana kadar çıkmıştı. Seçmenin çok beğendiği ve hatta iktidardan ayrılmasını dahi istemediği Merkel’in son virajda seçmene CDU/CSU’ya ve adayı Laschet’e oy verme yolunda telkini olmasa ve Maliye Bakanlığı yapmış Scholz hakkında tam da o sırada bir soruşturma başlatılmasa, o fark 1,6 puana düşmeyebilirdi.

Kampanya sırasında ele alınan başat konular, başta ekonomik sorunlar olmak üzere iklim değişikliğine karşı alınacak önlemler, “dijital ekonomiye uyum” ve bir ölçüde Avrupa Birliği oldu. Diğer dış politika sorunları, güvenlik ve korona politikası, üzerinde görece az konuşulan konulardı. Bir önceki seçimin başat konularından olup AfD’yi besleyen göç politikası, göçmenlerin uyum sorunları vb görece az konu edildi.

Partiler arasındaki başlıca farklılıklar

Partiler arasındaki görüş farklılıkları en belirgin biçimde ekonomi alanında odaklandı. Ayrıbtılara girmek sayfalar alır. Kampanyanın –ekonomik sorunların yanı sıra- baskın konularından “iklim değişikliği ile mücadele” hemen hemen bütün partilerin –tabii belirli nüanslarla- benimsediği bir çizgi. Yine de bu alanda, kuşkusuz ki, Yeşiller en ileri noktada. Dijitalleşme konusu da benzer açıdan görülebilir.

Seçmeni ilgilendiren diğer konu başlıklarından örneğin Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilere yönelik olarak görüşler epey farklılaşıyor. SPD Avrupa’da ortak bir yatırım politikası talep ederken, CDU/CSU Birliğin borçlanmasına karşı. Yeşiller Avrupa’da daha güçlü bir birliktelikten yana; FDP ile Sol Parti ise bir Avrupa anayasası öneriyor. Bu konuda diğerlerinden ayrışan parti, ülkenin AB’den çıkması görüşündeki AfD.

Savunma politikası ve ittifaklar bahsinde ise, yine diğer partilerden ayrı duran AfD’ye bu kez Sol Parti de katılıyor. Bu iki parti örneğin NATO’nun gereksizliğine inanıyor; hatta AfD Rusya’ya daha yakın olunmasından yana. Diğer dört parti de NATO’da kalmayı istemekle birlikte SPD, söz konusu ittifakın ülkeye ekonomik maliyetini tartışma konusu ediyor. Yeşiller nükleer silahlardan arınmış bir NATO, FDP ise bu örgüt içinde Almanya için daha önemli bir rol talep ediyor.

Gündeme eski seçimlerdeki oranda gelmemiş olan “göç” konusunda AfD’nin kesin reddedici tutumu biliniyor. Diğer partilerden CDU/CSU, kabul edilecek göçmenlerin Alman toplumunun değerlerini benimsemeleri koşulunu öne sürerken, Almanya’nın bir göç ülkesi olmasını savunan Yeşiller ve FDP’nin yanı sıra SPD de göç alanında epey cömert bir tutum benimsiyor. Önemli başlıklarda sistem partilerinin hemen hepsinden farklı bir konum alan AfD, yerleşik siyasal düzen tarafından “sistem dışı” bir parti olarak görülüp koalisyon müzakerelerinin dışında tutuluyor.

Koalisyon olasılıkları

735 sandalyelik parlamentoda çoğunluk elde edebilecek kombinasyonlara yani koalisyon olasılıklarına göz atacak olursak şöyle bir durum ortaya çıkıyor:

SPD + CDU/CSU’dan oluşacak büyük koalisyon: Merkel’in şansölyeliğinde iki dönemdir yürüyen bu koalisyon biçimine bu dönem hiçbir gözlemci olasılık tanımıyor. Çünkü bu kez birinci parti SPD; dolayısıyla şansölyelik konumu SPD adayı Scholz’a verilmek durumunda. Ancak iki dönemdir koalisyonun büyük ortağı olmuş bulunan CDU/CSU “küçük ortak” konumuna razı olmaz; hele de aradaki fark 1,6 puan gibi çok düşük bir fark olunca. Bu nedenle, Almanya’nın bu kez “büyük koalisyon” denen iki partili koalisyon ile yönetilme olasılığı “yok” denecek kadar küçük.

SPD ile ideolojik açıdan en yakın duran Yeşiller’in toplamı –yanlarına Sol Parti’yi alsalar dahi- parlamenter çoğunluğa yetmiyor. Aynı durum, CDU/CSU ile ona yakın duran FDP için de geçerli. AfD zaten dikkate bile alınmıyor. Böyle bir durumda mutlaka üç partili bir koalisyon hükümeti oluşacak. Seçim sonucunun ortaya çıkardığı aritmetik 3. ve 4. parti konumundaki Yeşilleri ve Liberalleri “anahtar partiler” konumuna getiriyor. Öyle ki, neredeyse bu iki parti aralarında anlaşıp hangi büyükle koalisyona gideceklerine karar verecek.   

SPD + Yeşiller + FDP’den oluşacak koalisyon: Bu koalisyon, partilerin renkleri –SPD/kırmızı, Yeşiller/yeşil, FDP/sarı- dolayısıyla “trafik lambası” koalisyonu olarak anılıyor. En çok oy alan parti olarak koalisyon müzakerelerine başlama önceliği SPD’de. Ancak, bilindiği üzere SPD ile FDP arasında ekonomi politikaları konusunda karşıtlık mevcut. Örneğin SPD’nin, yüksek gelirlere vergileri artırma politikasına karşı FDP vergilerin asla artırılmasını istemiyor. Bu iki partinin ekonomiye yaklaşımları arasında, bir sol anlayış ile bir liberal yönelim arasında düşünülebilecek neredeyse tüm farklılıklar var.

Öte yandan unutulmamalı ki, Alman seçmeninde öncelikle partisinin programına bakarak oy verme eğilimi baskındır. O programdan çok fazla özveri göstermek de ilgili parti için ciddi bir risk oluşturur. Merkel’in Alman siyasal çevrelerine iki dönemdir aşıladığı uzlaşma kültürü burada da etkili olabilirse böyle bir koalisyon mümkün olur; aksi takdirde diğer seçeneğe gidilir.

CDU/CSU + Yeşiller + FDP’den oluşacak koalisyon: Bu koalisyon da, partilerin renkleri –CDU/CSU/siyah, Yeşiller/yeşil, FDP/sarı- dolayısıyla “Jamaika” koalisyonu olarak anılıyor. Bilindiği üzere Jamaika’nın bayrağı bu renklerden oluşuyor. Hür Demokratlar’ın kendilerini Muhafazakarlar ile daha rahat hissedeceklerine kuşku yok. Buna karşılık Yeşiller’in CDU/CSU çizgisinden rahatsız olabilecekleri de çok açık. Ne var ki Yeşiller, ilk kez bir hükümete girip icracı olarak yükümlülük almak ve seçmene kendilerini kanıtlamak istiyorlar. SPD ile FDP uzlaşamaz ve bir önceki koalisyon olasılığı ortadan kalkarsa, Yeşiller görece uzlaşmacı davranarak bu üçlü birlikteliği mümkün kılacağa benziyorlar.

O vakit de, seçimden yengi ile çıkan ve her televizyon tartışmasından sonra seçmenin %40-45 kadarının galip ilan ettiği Scholz değil de ancak %20 oranında seçmenin tartışmanın galibi ilan ttiği Laschet şansölye olacak ki,  bu pek de seçim mantığına uygun sayılmaz. 

Bütün bu zahmetli müzakerelerin, her bir konu üzerinde tek tek durularak yapılması epey uzun sürecek Nitekim Scholz, hükümetin yılbaşından önce kurulma aşamasına gelinebileceği yolunda umudunu kamuoyuyla paylaştı. Bu durumda daha epey bir süre, mevcut hükümeti yönetmeyi sürdürecek olan Merkel ile ayrılmayacağız demektir.

Türkiye’nin yeni Alman hükümetinden beklentileri

5-10 yıl öncesine değin, özellikle sosyal demokrat Alman parlamenterleriyle sıkça Berlin’de veya Brüksel’de karşılaşırdım. Buraya geldiklerinde de SODEV’e uğrarlar veya heyet kapsamlı ise bir otel salonunda oturup tartışırdık. Belledikleri şema CHP’nin otoriter laiklere, AKP’nin de Müslüman Demokratlar’a platform oluşturduğu şeklinde idi. Bu görüşlerinin yanlış olduğu yolundaki tartışmalarımızda ikna edemediklerime, “bekleyin, size gerçeği ancak bizzat Erdoğan’ın gösterebileceğini anlıyorum” derdim. Nitekim son yıllarda gerçeği gördüler ve havaları değişti; ama Almanya’nın Türkiye’ye karşı tutumu, beklediğimiz ve dilediğimiz yönde değişmedi.

Avrupalılar ve Almanlar, Türkiye’yi artık demokrasi, insan hakları vb değerlerin geçerli olması gereken ülke olarak gözden çıkarmış görünüyorlar. “Realpolitik” diye Ortadoğu ve Afrika ülkelerinden –şimdi de Afganistan’dan- gelen göçmenleri Avrupa’ya göndermemesi için otoriter bir yönetime para verip onun ülkemizi cehenneme çevirme politikasını destekliyorlar. Avrupa’da Türkiye’ye, artık ülke olarak muhatapları değilmiş gibi davranılıyor. Türkiye demokratlarının –çoğunluğun- “kendileri açısından kullanışlı” bir otokrasi tarafından ezilmesine aldırılmıyor; bu ülkeye, yalnızca ticari partner ve göçmen deposu gözüyle bakılıyor. 

Avrupa’dan, Türk halkına karşı, en azından kendi değerlerine uygun davranmasını bekliyoruz. Türkiye, Erdoğan ve çevresinden ibaret değildir. Türkiye’de, Cumhuriyet kültürü ve değerleriyle Avrupa aydınlanma sürecinden esinlenmiş bir muhalif aydın kitlesi vardır. Üstelik muhalefetin yakın bir gelecekte iktidara gelmesi de beklenmekte. Türkiye’de iktidarın antidemokratik niteliği ve uygulamaları bu ölçüde açıkken, Almanya’dan bu alanda değerlerine uygun bir söylem duyulmaması ve bu ülkenin salt kendi kısa dönemli çıkarlarına bakması düş kırıklığı yaratıyor.

Almanya’da SPD’nin başını çektiği ve “insan hakları” gibi konularda duyarlı olan Yeşiller’in ikinci ortağı olduğu “trafik lambası” koalisyon hükümeti, beklediğimiz ve özlediğimiz tutum farklılığı getirebilir. Böyle bir koalisyon oluşmasa dahi, SPD’nin en büyük grubu oluşturduğu parlamentodan, otokrasinin değil Türkiye halkının çıkarına yönelik söylem ve eylem bekliyoruz.

*Aydın CINGI
Araştırmacı
acingisdv@gmail.com