Ana muhalefet, yapması gerekenlerin birçoğunu şimdilerde yapmaya başladı; hatta pek çoğumuzun yapılmasını dahi düşünmediği bir siyasal eylemi gerçekleştirdi. Gerçekten de Adalet Yürüyüşü fikrini bulanları ve onu –başta Kemal Kılıçdaroğlu- eyleme dönüştürenleri kutlamalıyız. Ancak bu makale, olumluluklardan çok, sapmaktan kaçınılması gereken bazı söylemsel karakteristikleri dile getirecek.
AKP’nin, işine gelen yorumları yandaş medyası ve troller aracılığıyla toplumun bütününe benimsetme çabası çok belirgin. Aslında bu çaba, kendileri açısından bir ölçüde başarı da sağlıyor. Nitekim kamu alanında ve siyasal arenada, kimi zaman muhalif yorumcularca bile kabul gören bir tür yandaş anlatım bütünü yürürlükte:
İktidarın sorumluluğu paylaştırılmamalı
(i) Türkiye’de yargı zaten hiçbir zaman güvenilir olmamıştı; (ii) ülkede yolsuzluk oldum olası vardır; (iii) Batı emperyalizmi bizi bugün her zaman olduğundan daha da çok zayıflatmaya çalışıyor…
Bu söylem, Cumhuriyeti yıllardır yontup kemirerek bitirmeye çalışan AKP iktidarının, sorumluluğunu –geçmiş dönemlerle ve dış güçlerle- paylaştırma; dolayısıyla hafifletme çabasının ürünüdür.
(i) Cumhuriyet yargısının geçmişte, devlet ile birey arasında denge kurmakta zorlanmış olduğu doğrudur. Bu, işgalci güçlere karşı savaş vererek kurulmuş devletlerin, kuruluş döneminde kendilerini koruma güdüsüyle davrandıklarında, düşmekten kaçınamadıkları bir hatadır. Ancak Cumhuriyet yargısı, hiçbir dönemde 12 Eylül 2010 referandumu ile FETÖ işgaline uğratıldıktan sonra olduğu kadar güvenilmez olmamıştır.
O yargının güvenilmezliği, AKP kendi ortağını oraya sızdırdıktan ve Cumhuriyet kurumlarını birlikte tasfiyeye girişmelerinden sonraki toplu davalarda belirginleşmiştir. Hele bir yıllık OHAL döneminde AKP tarafından nerdeyse bütünüyle esir alınan yargı, tehdit altında hüküm verme zorunda bırakılan savcı ve yargıç kadroları eliyle yürütülmekte olup artık “adalet” kavramı kapsamında ve “yargı” adıyla bile anılamaz durumdadır.
Gerçekten de, 20 Eylül AKP Darbesi’ne kadarki dönemde suçsuz insanlar, uydurma kanıtlarla kurulan hükümlerle ağır mağduriyetlere uğratılmıştı. Şimdi ise, insanlar, tek odaktan alınan emirle ve herhangi bir kanıt uydurmaya dahi gerek görülmeksizin tutuklanıp hapiste çürütülüyor.
(ii) Yolsuzluk, kamunun mali gücünü emme-basma tulumba gibi kullanan AKP iktidara geldikten sonra münferit olmaktan çıkıp kitleselleşmiştir. Tek parti döneminin dürüstlük simgesi devlet adamlarını geçelim. Daha sonra üst düzeyde münferit yolsuzluğun görüldüğü, küçük memur rüşvetçiliğinin sıradanlaştığı dönemler olmuştu. Ancak üst kadro yolsuzlukları, -eğer ortaya çıkarsa- cezasız kalmazdı. “Benim memurum işini bilir” diyen Özal döneminde dahi rüşvetçi bir bakanın azledildiğini biliyoruz. Bugün böyle bir şey düşünülebilir mi? 17 Aralık 2013’te ortaya dökülen rezaletin sorumlularına bile –dokunulamadığı gibi- “paraları” faiziyle iade edildi.
Bugün yolsuzluk resmileşme aşamasındadır. Devlet aygıtı, AKP eliyle bir tür “varlık transfer aracı” gibi kullanılmaktadır. Eğitimli ve üretici ücretli kesimin gırtlağına basılarak alınan ağır vergiler aracılığıyla bu partiye oy vermeyen kesim zayıflatılmaktadır. Bu girdinin bir kısmı, haksız ihale benzeri denetim dışı işlem ve aktarım yollarıyla yandaşa ve AKP’ye eğilim gösterebilecek eğitimsiz kesimlere transfer edilmektedir. Bu arada, güya varlıklıdan yoksula servet aktarımı yaparak popülist politikaya elverişli imaj da oluşturulmaktadır.
İktidar üst kademesi, bu transfer yöntemiyle ve Cumhuriyetin birikimlerini çarçur ederek kendi varlığına varlık katmakta; yandaşı palazlandırma ve yeni yandaş kitleler üretme yolunda gelecek kuşakları bile borçlandırmaktadır. Fazla uzatmayalım; ama lütfen günümüzde rejimin özelliği durumuna gelmiş yaygın yolsuzluk ortamını gözlerden kaçırmaya yönelik “yolsuzluk hep vardı” türünden argümanlara yol vermeyelim.
(iii) Ulus devletlerden oluşan bir küresel yapılanmada, her ülkenin, dış politikasını kendi çıkarları doğrultusunda oluşturması doğaldır. Bu bağlamda birbiriyle çelişen ulusal çıkarlar, ikili veya çok taraflı müzakereler yoluyla hatta kimi zaman -klasik diplomasinin yetmediği yerde- savaşarak çözüme kavuşturulur. Her ülkenin dış politikası bunun için vardır. Ancak “AKP Türkiyesi”nde durum farklılaşmıştır. Özellikle “one minute” çıkışının seçmen nezdinde prim yaptığı saptandıktan sonra, Türkiye dış politikası bütünüyle AKP’nin ve Erdoğan’ın iç politika çıkarlarına hizmet eder biçimde düzenlenir olmuştur.
Tüm “dost” ülkelerle sürekli çekişmek; ülkeyi, uluslar topluluğu gözünde nefret objesi durumuna düşürmek Türkiye’nin yararına değildir. Ne var ki, seçmeni gözünde “dünyaya meydan okuyan reis” imgesini pekiştirmek, Erdoğan’ın kişisel yararına hizmet etmektedir. İlgili bakanlıklar, neredeyse dost ülkeler ve AB ile “kavga bakanlığı” gibi işlemektedir. AKP rejiminin ve Erdoğan’ın, saldırganca söylemleri yüzünden küresel düzlemde sevilmediği, hatta müttefiklerce “maliyet unsuru” gibi görüldüğü de açıktır. Ancak hiçbir ülke Türkiye’ye, çıkar çatışması olmaksızın ve durup dururken “düşman” değildir. Dolayısıyla, uluslararası düzlemde –hatta iç politikada- karşılaşılan her olumsuzluğa “emperyalizmin oyunu” diye kulp takıp iktidarın sorumluluğunu gözlerden kaçırma yoluna sapılmamalıdır.
Yineleyelim ki dış politikada karşılaşılan sorunlar; bu politikanın, dar bir üst yönetici kadrosunun ideolojik saplantıları ve iç politika çıkarları doğrultusunda düzenlenmesinden kaynaklanıyor. Geçmişte en yetkin bürokrasiye sahip olan Dışişleri’nde bu kadrolar “monşerlik” yaftalamasıyla tasfiye edilmiş; onların yeri çoğunlukla “Reis”lerine sadakatten başka bir yetisi bulunmayan siyasal İslamcı memurlarla doldurulmuştur. Sonuçta, 10-15 yıl öncenin parlayan yıldızı Türkiye Cumhuriyeti, uluslararası düzlemde sevilmeyen, Erdoğan’a kızıldığı için çıkarları baltalanan ve yapayalnız bir “Ortadoğu ülkesi”ne dönüştürülmüştür. Bu acı gerçek, öyle “emperyalizmin oyunları ve Batı’nın düşmanlığı” bahaneleriyle açıklanabilecek bir trajedi değildir.
Muhalefetin söylemi iktidarınki ile uyumlu olmamalı
İktidarı sorumluluklarından kısmen sıyıracak bazı şablonlardan kaçınılması gereği belirtildi. Ancak ana muhalefet, kendi söylemini düzenlerken başka bazı hatalara da düşmemelidir. Muhalefet, öncelikle toplumun hangi kesimine hitap etme durumunda olduğunu açıklıkla saptamalıdır. Bu bağlamda, AKP ile onun sahasında yarışa kalkılmamalıdır. Dincilik ve popülizm AKP’nin alanıdır. Bu partiyle, İslam alanında ve popülizm yoluyla yarışılmaz; öncelikle etik ve ideolojik gerekçelerle, ayrıca zaten bu iş onun kadar becerilemeyeceği için. Sözgelimi “hukuk” ve “yargı” gibi seküler kavramları ele alırken; söylemi, “sevgili peygamberimiz de böyle buyurdu” diye güçlendirmeye çalışmak anlamlı değildir. Hukuk ve yargı konusundaki isabetli gözlemleriniz ve haklı önerileriniz toplumca paylaşılacak ve benimsenecekse; bu, İslami gerekçelerinize bakılarak gerçekleşecek değildir.
Bu noktada, toplumsal yapının bu tür referanslara duyarlı olduğu yolunda itirazlar olabilir. Ancak toplumun da, bir liderin anlayışları doğrultusunda belirli ölçülerde dönüştürülebildiği olgusu dikkate alınmalıdır. Örneğin Erdoğan, on yıllardır merkez sağa oy veren seçmeni kendi dinci anlayışları doğrultusunda radikal sağa taşımıştır. CHP liderliğinin de, mütedeyyin kitlenin vicdanlı bölümünü din kitaplarından alıntı yapmadan seküler argümanlarla ikna edebileceği kesindir.
Muhalefetin, iktidarla uyumlu davranma çabası kesinlikle bir yana bırakılmalıdır. Kendini Türkiye’nin “sahibi” sanan bir politikacıyla ve yalnızca kendi seçmenini “millet” sayan bir partiyle uyumlu davranılmaz. CHP, karşısında, demokrasiye bağlı sıradan bir parti bulunmadığının; iktidara yapışmış ve onu bırakmamak için her şeyi göze alacak kimlikte bir İslamcı totaliter örgütsel yapı ile karşı karşıya olduğunun bilincine varmalıdır.
Bu bağlamda örneğin “Yenikapı ruhu” ile uyum sağlama çabası baştan beri yanlıştı. Bu “ruh”un, Cumhuriyeti yok etme hedefine odaklanmış iki örgüt arasındaki “kardeş kavgası”nı seçmen gözünde “anlamlı” ve arkadan gelecek “yoğun bastırma ve yıkım” sürecini meşru kılmak için üretilmiş bir mitos olduğu daha baştan fark edilmeliydi. CHP’nin bu alanda yapması gereken, 15 Temmuz kutsamasında AKP ve MHP’ye katılmamak; ulusal ve uluslararası kamuoyunun “20 Temmuz Darbesi”ne ve OHAL icraatına odaklanmasını sağlamaktı. Bu aradan bir yıl geçtikten sonra, ancak şimdi yapılmaya başladı.
Bir başka yanlış uyum sağlama çabası, Erdoğan’ın kavgacı dış politikasını, her durumda ve ülkeye maliyeti ne olursa olsun “dışarıya karşı” destekleme çabasıdır. İktidarın ölçüleri uyarınca “milli” olma popülizmine boyun eğilmemelidir. Milli olmak, insanlığa ve evrensel doğrulara sırt çevirmek değildir.
Olumsuz örnekler çoğaltılabilir; ama makaleyi olumlu perspektiflerle bağlayalım. Adalet Yürüyüşü, 16 Nisan Referandumu’nda kristalleşen “Hayır” cephesinin kendini pekiştirmesine yol açmıştır. Bu cepheyi CHP öncülüğünde kapsayıcı bir muhalefete, bir Saray ve AKP karşıtı siyasal cepheye dönüştürmek CHP’nin becerisine kalmıştır. Aydınlanmacı, cumhuriyetçi muhalefet ve “kötülüklere” gözünü kapatmayan –Türk ve Kürt- tüm vicdanlı ve namuslu yurttaşlar bir araya getirilmelidir. Unutulmamalı ki bu mücadele, siyasal olmanın öncesinde ahlakidir; ayrıca, ülkenin bekası ve geleceğiyle ilgilidir.
*Aydın Cıngı
Siyaset Bilimci,
SODEV Önceki Başkanı
acingisdv@gmail.com