Son dönemlerde iktidar, geçim sıkıntısından bunalan ve yoğun işsizlik sorunuyla boğuşan yurttaşın dikkatini farklı konulara çekme çabasını sürdürüyor. Bu amaçla, bir ara öncelikle ana muhalefete abandı. Camiden “çav bela” şarkısı söyletildi ve faili “asla” bulunmayan bu eylem, iktidar tarafından CHP’ye yüklenme vesilesi edinildi. Adana’da da eski bir CHP il yöneticisi tutuklandı. Özetle, kaygılı yurttaşın dikkati, bu türden bahanelerle geçim derdinden başka yönlere çekildi.
Ortada hiçbir belirti yokken, dolaşıma bir ara yine “darbe” söylentileri atıldı. Bütün bunların fazla tutmadığı saptanınca, AKP Genel Başkanı’nın talimatı üzerine İş Bankası’nın, Atatürk tarafından CHP’nin gözetimine emanet edilmiş payları üzerinde “çalışıldı”. Bir süre de bu konu gündemi işgal edip yurttaşların mahkum edildiği açlık sınırı altı yaşam gözlerden saklandı.
Siyasal İslam’ın can çekişmekteyken toplumu nasıl hızla perişanlığa sürüklediğini kavramak için, şu son dönemde olan biteni fazla da derin analizlere dalmadan şöyle bir gözden geçirmek yeterli.
Siyasal İslamcıların pandemiyle mücadelesi
Dua ve tevekkül; öncelikle önerilen bu! Gelişmişlik ölçüsü kuşkulu kişilerin aklına ne eserse hepimiz ona göre davranıyor; o anlayış çerçevesinde kafayı eğmiş gidiyoruz. Hiç bu kadar perişan, bu kadar umarsız ve bu ölçüde öngörüden yoksun yaşamamıştık. Baştan sona gerçeklerle bağımız kopmuş; seksen küsur milyon insan yalanla düşüp kalkıyor, yazgısını yalanlara bağlıyor.
Pandemiyle mücadele konusunda alınan kararlar çoğunlukla akılcılıkla ilişkisiz; ayrıca ulusal ve küresel kamuoyuna sunulan resmi veriler, uluslararası çevrelerde, “aldatıcı” olduğu gerekçesiyle itibar görmüyor. İlettiği verilerin geçersiz olduğu gerekçesiyle, Türkiye’yi bazen istatistiklere dahil bile etmiyorlar. Verilerdeki açık çelişkiler, uzman olmayan ama rasyonel düşünebilen herkesin gözüne çarpacak açıklıkta. Gözle görülenler ile açıklanan vaka ve ölüm sayısı arasındaki çelişkiler son derecede çarpıcı. Rakamların eğilip bükülme ölçüsü, iş oranlara vurulup dünya genelinkiyle kıyaslandığında “bu kadar da olmaz” dedirtecek nitelikte.
Bir aralar 0-18 yaş arası sokağa çıkma yasağı vardı; ama tüm kreş ve anaokulları açıktı. Kim gidecekti oralara; 18 yaşından büyükler mi? Şimdi, benim de içinde bulunduğum 65 yaş üstü kategoriden insanlara akşam 20.00’den sonra, serinlikte sokağa çıkmak yasak. Niye? Bilemiyoruz. “Şahsım”ın bir gerekçesi vardır elbet. Ancak bayramlaşmalara ve toplu namazlara kısıtlama yok; sonuçlara salgının yeniden canlanması olarak tanıklık ediyoruz zaten. Bir de şuna takıldım: Erdoğan yasaklara riayet eden yurttaşlara, daha birkaç gün önce “şahsım, ailem ve milletim” adına teşekkür etti. “Şahsım”a alıştık, ”millet”i de ona verdik; ama “ailem”in ne işi vardı?
Tersine gerçekler; aldatmacalar
Bir taraftan da propaganda makinesi, “ters gerçekçilik” akımının egemenliğinde işlemeyi sürdürüyor:
-Yargı hiç bugünkü kadar “tarafsız” olmamıştı;
-Medya hiç bugünkü kadar “özgür” olmamıştı;
-Ekonomimiz her ay bir öncekinden daha “iyiye” gidiyor;
-Her yurttaşa 5.000 TL dağıttık;
-İşsizlik azalıyor;
Hatta, “ülke uçuyor” ama bizler bu “açık gerçeği” göremiyoruz…
Berat Bey, kendisine doların daha nerelere gidebileceğini soran televizyon habercisine, “siz dolarla mı maaş alıyorsunuz?” diye bir başka soruyla yanıt veriyor. Ben içimden “keşke” diyorum; eğer öyle olsa, dolarla maaş alsak hiç endişelenir miydik? Berat Bey, Dolar/TL paritesindeki her kuruşluk değişmenin soframızdaki domatesin fiyatını bile etkileyeceğini, mevcut dış borcumuzun milyonlarla artacağını ve bunun tüm yurttaşların alın teriyle ödeneceğini bilmez mi? Aslında yükselenin dolar değil, düşenin ve değersizleşenin Türk lirası olduğunu bilmez mi? Ne var ki, onun da amacı, doğruları saptırmak; yurttaşları aldatmak…
Türkiye Cumhuriyeti yerine kurulan aile şirketinin oluşturduğu Varlık Fonu’nun yöneticisi ve onun muavini öyle şeyler söylüyorlar ki, nostalji yapıyoruz! 2002 yılı öncesine, AKP iktidara gelmeden evvelki dumanla haberleştiğimiz günlere gidiyoruz. Güzel günlerdi ama bizim dumanla iki ev ötede oturan Hayri Beylerin dumanı bazen birbirine karışır, bizim dumanı gözleyen Kadıköy’deki akrabalarla anlaşmazlık çıkardı.
Gerçi takas aracı olarak para vardı; ama bize köyden bolca gelen bakliyattan her ay Nurettin Bey’lere birkaç çuval gönderir; onlardan da karşılığında İpek Yolu ile gelen Çin kumaşı alırdık. Mağazalardan alışverişe nadiren giderdik. AVM deseniz; o zaten hiç yoktu. Berat Bey aslında çok haklı; AKP Türkiye’si dünyanın en “devrimci” ülkesi!
Ateş çoktan bulunmuştu ama yemeklerimizi çoğunlukla taze taze ve bazen de çiğ olarak yerdik. Zira, büyüğümüzün de açıkladığı gibi, beyaz eşyadan yana çok gerilerdeydik. Yiyecekleri pişirecek fırınımız ve saklayacak buzdolabımız yoktu. AKP geldi ve çağlar atladık. Her evde buzdolabı var; ama öğrendik ki, onun da fiyatı gelecek ay artacakmış. Bu “fiyat güncellemesi”, bolluğuyla övünülen yerli ve milli beyaz eşyalarımızın yapımında kullanılan bileşenlerin %70 kadarının dolarla ithal edilmesinden kaynaklanmasın sakın!
Hep ama hep yeni sorunlar
Unutmayalım, hatta alışalım: Giderayak mutlaka rahatımızı kaçıracak bir konuya takacaklar ve huzurumuzu bozacak bir şeyler bulacaklar. Bakalım daha ne ilginçlikler göreceğiz. Bir yandan kırılıyoruz; ama, virüsle mücadelede dünya bizi örnek alıyormuş. Türk parası yerlerde sürünür oldu; ama ekonomik durum umut vericiymiş, hatta dünyanın ilk on ekonomisi arasında yer almaya her zamandan fazla yaklaşmışız; falan filan. Hiçbir şey tutmazsa yine Kanal İstanbul’dan dem vurulur. Olmadı; belediyeler ve muhalif basın-yayın ile didişmeye, ekran karartma çabalarına devam edilir!
Bu arada içime dokunan bir soruna –bağlam dışı da olsa- değinmeden geçemeyeceğim. İBB Fatih Sultan Mehmet’in portresine 6,5 milyon TL ödemiş. Yandaşlar bunu bir ara pek dillerine doladılar. Gerçekten israf mı? Bakalım!
2018’de, İBB AKP elindeyken, bu kurumun Erdoğan ailesinin fertlerinden birinin yönetiminde olduğu TÜRGEV, Okçular ve TÜGVA vakıflarına yaptığı bağışların toplamı 142 milyon 509 bin 972 TL 99 kuruştur. Tabloya verilen paranın 22 katı!
Aynı yıl yine İBB tarafından Ensar benzeri çeşitli vakıflara yapılan bağış toplamı 847.592.858,27 TL ise bu tabloya verilen paranın 130 katı!
Saraylar’dan, uçak filosundan hiç konuşmayalım. Kiralık binlerce gereksiz araçtan bahsetmeyelim. Bugünün İBB’sinin, tarihini İstanbul›a getirmesini “israf” olarak nitelemek için yandaşın ar damarının çatlamış olması gerekir.
Bu arada barolara da taktılar; ama bu sorun, diğerlerinden daha ciddi sonuçlar verdi. Tüm uyarılara ve protestolara karşın, hedefteki İstanbul, Ankara ve İzmir barolarını parçaladılar. Bu, yargıyı/adaleti geriye dönüşü zor bir aşamaya taşıyacaktır. Öyle ki, “çoklu baro”, pek çok yurttaşı -haklı olarak- şu anda İslam’ın dar bir yorumunun temsilcisi olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da parçalanarak “çoklu diyanet” oluşturulma talebine yöneltse yeridir.
600 albayın bir çırpıda emekli edilmesi; sosyal medyaya müdahale; İstanbul Sözleşmesi’nin, kadına şiddete açık kart anlamına gelecek bir tutumla, iptaline heveslenme; seçilmiş muhalif yerel yönetimlerin neredeyse tüm yetkilerini gasp etme çabası ve de Ayasofya’da, bu ülkenin kurucusuna ağır hakaret içeren hutbe ve “Hilafet” çağrıları eşliğinde açılış namazı!… Önce Ayasofya’yı, Erdoğan’ın siyasal İslam’a yönelik adımları arasında ayrı bir yere koymak ve bu davranışını bir iki satırla irdelemek gerekir.
Ayasofya’nın özel anlamı
Otoriter liderlerin bir tür siyasal ölümsüzlük edinmek için sonraki kuşaklara geri döndürülemez bir “açılım” bırakma eğilimleri vardır. Tarihte bunların örnekleri çoktur; ama biz çok yakın tarihe bakalım. Bu tür liderlerden Putin, 2014’te Kırım’ı ilhak etmiş; Netanyahu, Batı Şeria’daki “Filistin” topraklarına son yıllarda sürekli Yahudi yerleşimleri kurmuş; Xi Jinping, 2000 yılında Britanya yönetiminden ayrılıp özerkleşmiş bulunan Hong Kong’un özerklik statüsünü son dönemdeki müdahaleleriyle fiilen yok etmiştir.
Bu adımlar, Rusya’nin 1991-92 yıllarında dağılmasının yarattığı travmayı Rus halkına anımsatmadan; İsrail ağır bir askeri yenilgiye uğratılmadan; Çin’e ise sömürgeleştirildiği dönemlerin alçaltılmışlık duygusu bir kez daha yaşatılmadan geri alınabilecek adımlar değildir. Dolayısıyla Kırım’ın Ukrayna’ya geri dönmesi, Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimcilerin yerlerinden sökülmesi, Hong Kong ‘un 2000’de tasarlanmış özerklik statüsüne dönmesi, büyük altüst oluşlar vuku bulmadığı takdirde neredeyse olanaksızdır.
Bizim otokratımız, şimdiye değin “siyasal ölümsüzlüğünü” tescil ettirmek için hiçbir toprak kazanımı sağlamamış; tersine, anakaramıza yakın 18 adet küçük adanın Yunanistan tarafından işgaline, ABD’nin askerlerimizin kafasına çuval geçirmesine ses çıkarmamış; Süleyman Şah türbesini Suriye’deki Türkiye topraklarından geri çekmişti. Bu aşağılanmaları telafi edecek bir toprak kazanımı da yoktu. Ondan geriye, olsa olsa gelecek kuşakların da yıkamayacağı ve baktığında onu anımsayacağı “cemaatsiz” Çamlıca Camii ve açmak için muhtemelen seçimi beklemekte olduğu Taksim Camii gibi “beton ürünleri” kalacaktı. O, benzerleri gibi ülkesini genişletmedi; ama işin kolayına kaçarak, zaten altı yüzyıla yakındır elimizdeki İstanbul’u –Ayasofya’yı güya kılıç hakkıyla almış gibi- “yeniden fethetme” gösterisine girişti. Bu noktadan sonra Ayasofya’nın yeniden müzeye dönüştürülmesi de, tıpkı diğer otokratların edimleri gibi, ilerideki iktidarlar için atılması siyaseten çok zor bir adım olacaktır.
Ne yapabiliriz?
Eğer Ali Erbaş’ın, eline kılıç alıp bir müsamere figürü görüntüsüyle simgelediği “şalvar/takke İslamcılığı”na, yani bu ülkenin görece küçük oranda bir azınlığına teslim olunmayacaksa; “o Kürt”, “öbürü ülkücü” türünden bahanelerle ayrışmayıp “dostlarımızla birlikte” mevcut iktidara bir siyasal seçenek oluşturmanın zamanıdır. Çünkü artık siyasal İslam’ın attığı adımların temposu yükselmiştir. Bir sonraki gün hangi adımın atılacağı konusunda fikrimiz yok. Unutmayalım ki, iktidarın başındaki kişinin, Milli Görüş çizgisine dönerek çoğunluğun rızasından vazgeçtiği ölçüde sandıktan ve demokrasiden çark etme eğilimine girme olasılığı yükselecektir. Bu yöndeki adımları da, şu anda dikkat çekecek bir ivme edinmiş görünmektedir.
İktidarın bu dur durak bilmez ajitasyonunun ardında yatan nedenler konusunda yorumlar da farklıdır. Bir kesim gözlemci, sapılan irrasyonel görünümlü yolun, ülkenin içine sokulduğu sosyal, ekonomik ve diplomatik çıkmazı seçmenin gözünden kaçırmak amacıyla gündem saptırmaya dönük olduğunu düşünüyor. Bu kesim, mevcut yoksullaşma ve çöküş ortamının 2023 yılına değin sürdürülemeyeceği ve bir erken seçim perspektifinde, seçmeni şimdilik yapay bir gündemle meşgul edip acı gerçeklerle yüzleşmesini erteleme amacı taşıdığını öne sürüyor.
Bir diğer kesim ise Erdoğan’ın artık gerçekle ilişkisini zayıflattığı ve yukarıda belirtildiği üzere, siyasette ilk çıktığı “Milli Görüş” noktasına geri döndüğü kanısında. Dolayısıyla o, seçim kazanmaktan öte, siyasal İslam’ın sözcüsü ve temsilcisi kisvesiyle Cumhuriyet’in özüne dokunma ve bir başka yöne doğru yol alma niyetindedir. Ayasofya bu yönde bir ilk adımdır ve artık durmaya niyeti yoktur. Esasen bu nedenle ülkenin temellerini atan kişiye ve kadroya saldırılar yoğunlaşmış ve Cumhuriyet döneminden bir” parantez” gibi söz edip kanatlanılacak yeni ufuk ve yazılacak yeni öykülerden söz etmeye başlanmıştır.
Gerçekte amaçlanan, belki de bu iki tezin birleştiği yerdedir. Bir olasılıkla toplum, bu köktenci adımlarla gerçek sorunlarına odaklanmaktan bir süre daha alıkonulacaktır. Sonunda bir de dış serüvenle seçmen, “Müslüman” ve “milliyetçi” iktidarla birlik olmaya çağrılarak seçim şansı denenecektir. Her durumda iktidarın ve AKP Genel Başkanı’nın işi artık zordur.
Şundan emin olalım; bir Cumhuriyetçi ve aydınlanmacı yurttaş olarak toplumsal yaşamdan ne bekliyorsak, siyasal İslam ve Erdoğan onun tam aksini istiyor ve bunları, kendisine “oylarımızla bahşedilmiş” konumu ve yetkileri sayesinde ve ülkenin de olanakları elverdiği ölçüde gerçekleştiriyor. Dünya görüşümüzün “antitezi” olarak niteleyebileceğimiz talepler bütününün sözcüsü olan birinin bize dayattığı düzen altında yaşamaya daha ne kadar devam edebileceğiz? Bilemiyorum. Ancak şundan eminim: Şimdiye değin yapılanları ve yapılmakta olanları çok uzun süre sessizce kabullenebilen bir toplum demokrasiyi hak etmiyor, siyasal İslam’ın diktasına teslim oluyor demektir.
*Aydın CINGI
Siyaset Bilimci
acingisdv@gmail.com