gorusme-1-1

Aydın Cıngı – Ahval ve Şerait

aydin cingi as Türkiye, 2017’ye girerken, tam bir yangın yeri. Bu bir saptama ve bu saptamayı dile getirmek ne bozgunculuk, ne de kötümserlik; yalnızca gerçekçilik. Neyi tutsanız elinizde kalıyor; çünkü ülke yönetilmiyor. Tepedeki kadronun derdi başka. AKP iktidara, ne pahasına olursa olsun, tutunma derdinde. Esasen ülkeyi yönetme çabası gösterse dahi bunu becerebilecek yetenekte değil. Ülkenin yakasını şu anda bıraksa bile, ülkeye her alanda verdikleri hasarı gidermek çok yıl alacak. Kaldı ki, iktidar bizim yakamızı, zaten düşerse kendisininkini zor kurtaracağından korktuğu için bırakmıyor.

Nereyi tutsak elimizde kalıyor

Ürettiğimiz harcamamıza yetmiyor. Ülke açık veriyor. Açığı kapatmamız için sattığımız tarım ürünleri yeterli gelir temin etmiyor. Esas getiri sağlayabilecek yüksek katma değerli ürünlerin imaline katkı yapmaları için İmam Hatip liselerinin yeni yeni mezunlar vermesini bekliyoruz. Bu tür üretime Anadolu fen lisesi mezunlarıyla girişememiştik; şimdi onların onda biri kadar matematik/fen sorusu çözebilen imam hatiplilerle başaracağız bu işi. Öte yandan işsiz sayısı artıyor. Aç ve çok zor koşullarda yaşayan eğitimsiz kitleler çoğalıyor.

Eğitim ve güvenlik konularını açmayalım; açarsak, hatalarını büyüklerimizin yüzüne vurmuş gibi oluruz; ayıptır. Ayrıca “demokrasi” ana başlığı altında insan hakları, ifade/basın özgürlüğü gibi sorunlara değinip iktidar sahiplerimizi üzmeyelim. O konular hele bir yanda dursun. Dış politikada “Eyy!” diye başlayan “atıp tutma” söyleminin, uluslararası düzlemde mizaha katkı yapmakla birlikte ABD, İsrail, Mısır vb ile ilişkilerde sonuç getiremediği zor bela kavrandı. Zira içeride “şahin” muktedirler dışarıda artık pek bir “güvercin” oluveriyorlar: U-dönüşleri çok kıvrakça yapılıyor. Putin “hadi bakalım” derse, yakında “Esed” ile de el sıkışılacak. Gerçi yapılmış vahim hatalardan dönüşlerin can kayıpları, milyonlarca mülteci, saygınlık yitimi gibi geriye dönüşsüz ve onarılamaz sonuçları oldu. Ancak yandaş basın, yine de bu dönüşlerin, büyüklerimizin diplomatik kıvraklıklarının göstergesi olarak onların aktifine yazılmasını öneriyor. Değil mi ya; önce adamın uçağını düşür, sonra kımıldayamaz hale gelince özür dileyip barış. Potansiyel terörcüleri önce besle, büyüt, donat; sonra “ağabey devletler” kızınca tepelerine bomba at. Hayır, FETÖ’yü ve PKK’yı kastetmedim, onlar değil; IŞİD. Tabii bu arada adı geçen terör örgütleri de boş durmuyor. 2016’da yaptıklarının kısaltılmış listesi aşağıda.

AKP’nin her biriyle önce dost hatta birisiyle iç içe olduğu üç terör örgütünden PKK genel olarak ordu, polis gibi güvenlik güçlerini; IŞİD ise genelde gayrımüslim yabancı, Kürt-Alevi-laik-solcu gibi iktidarca ve Sünni çevrelerce makbul görülmeyen toplulukları hedef aldı. FETÖ ayrı bir bahis. Çok olay oldu, ama mutlaka anımsamamız gerekenler şunlar:

Ocak’ta IŞİD, Sultanahmet Meydanı’nda 10 Alman turistin;

Şubat’ta PKK, Ankara’da 29 asker ve sivilin;

Mart’ta PKK, Ankara Kızılay’da 38 yurttaşın ve IŞİD, İstiklal Caddesi’nde 5 İsrailli turistin;

Mayıs’ta PKK, Sarıkamış’ta bir mezrada 16 vatandaşın;

Haziran’da PKK, İstanbul Vezneciler’de 6 polisin ve IŞİD Atatürk Havalimanı’nda 44 yerli ve yabancı sivilin;

Ağustos’ta IŞİD, Gaziantep’te bir düğünde 57 kişinin;

Aralık’ta PKK, Dolmabahçe’de çoğu polis 45 kişinin ve Kayseri’de 14 askerin canını aldı.

IŞİD’in 2015’te Suruç’ta ve Ankara Garı’nda Kürt-Alevi-Solcu genç kırımını, yukarıdaki 2016 listesine katmadık.

2016’da, terör örgütlerinin marifetleri çerçevesinde FETÖ’ye özel bir yer ayırıyoruz. Onlar da 15 Temmuz’da bir darbe girişiminde bulunup 240’tan fazla yurttaşın ölümüne neden oldular. Gelişimi, failleri, uzantıları kapkara bir belirsizliğe gömülmüş bulunan bu girişim, bilindiği üzere AKP Hükümeti için –kendi deyimleriyle- bir “lutuf” oldu. AKP iktidarı, bu darbe girişimi “sayesinde” o gün bugündür ülkeyi OHAL rejiminde yaşatıyor ve FETÖ’cülerin yanısıra -başta medya- tüm muhalif kesimlerin mağduru olduğu veya olma korkusu çektiği farklı bir terör dalgası estiriyor.

Araya bir de, müzakerelerde elimizi zayıflatan bir “büyükelçi suikastini” ve bir de sınırlarımız dışında bir savaşı sığdırıldı. Kültürel eksende kutuplaşmaya uğramış toplum bünyesinde bir kesim dinci, resmi söylemden cesaret alarak seküler yurttaşa yılbaşı kutlamalarını yasaklama çabasına girdi. Yasağa uymayıp bir kulüpte eğlenenler canından oluyor. Oysa, Cumhurbaşkanı’nın da belirttiği gibi, kimsenin yaşam tarzı tehdit altında falan değil ama, oluyor işte böyle şeyler… Yandaş, resmi/gayrıresmi dinci kışkırtmaları görmezden gelip katliamı dış mihraklara havale ediyor.
Toplum şu anda ürkmüş ve umutsuz. İşte böyle bir ortamda yeni bir anayasal düzenleme yapıyor; ülkemizi tek adamın himmetine havale edecek biçimde rejim “yeniliyoruz”.

12 Eylül 1980’den önceki dönemde de terörist eylemler o aşamaya gelmişti ki, yurttaşlar can korkusuyla demokrasiden falan vazgeçmişler, kendilerini bir cuntanın kollarına atmışlardı. Benzer bir toplumsal refleksin, 2015 yılının iki seçimi arasında da oluştuğuna tanık olduk. Hatta 10 Ekim 2015 günü Ankara Garı saldırısından hemen sonra bir iktidar yetkilisi, AKP oylarının bu terör olayından olumlu etkilendiğini bile açıklamıştı. Bazı kesimler, her terör saldırısından sonra yine benzer bir sürecin işlediği düşüncesinde olabilir. Ancak sosyal bilimlerle ilgilenenler “doz aşımı” diye nitelenen olguyu yakından bilirler. Dolayısıyla sürecin, bir aşamadan sonra tersine işlemeye başlayabileceği de dikkate alınmalıdır.

Üç-beş kişi anayasa yapıyor; kapağına “millet iradesi” yazılıyor!

1990’lı yılların başında TÜSES (Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı) tarafından yayımlanan bir kitap yazmıştım. Güney Avrupa ülkelerinden İspanya, Portekiz ve Yunanistan’ın Avrupa Topluluğu’na girmeden önce geçirdikleri demokratikleşme süreçlerini incelediğim “Diktadan Demokrasiye” adlı bu kitapta, demokrasi-anayasa ilişkisini incelemiştim. Kitapta, demokratikleşme sürecinin en önemli anahtarlarından birisinin, demokrasi koalisyonuna katılan siyasal ve sosyal güçlerin dayandığı tabanın genişliği olduğunu ileri sürmüştüm.

İlgilenenlerce bilinen bir gerçektir ki, demokratikleştirici güçler ne denli geniş bir cephe oluşturur, köklerini ne ölçüde “dinamik” katmanlardan alırlarsa, hızlı ve sağlam demokratikleşme olasılığı o oranda yüksek olur. Demokratik uzlaşma süreci, sonunda somut ifadesini bir yazılı belgede, toplumun bütünü ile yapılan bir anlaşmada bulur. Ancak, bu belgenin –yani anayasanın- oluşturulmasına katkıda bulunan siyasal grupların olabildiğince geniş bir cepheyi temsil etmeleri, toplumsal anlaşmanın sürdürülebilirliği açısından gereklidir. Aksi durumda, yeni anayasa bir karşıtlık ve çelişki işlevine bürünür. Yeni düzenlemelerin “dışladığı” kesimler, daha bunların yürürlüğe girdiği gün değiştirilmeleri yönünde çaba göstermeye başlar. Örneğin aynı dönemde yürürlüğe giren İspanyol ve Portekiz Anayasası’ndan ilki, tüm kesimlerin mutabakatına dayalı olarak toplumun bütününce tartışmasız benimsenmiştir. Oysa, ılımlı sağın dahi dışlandığı bir siyasal kategori tarafından hazırlanmış olan Portekiz Anayasası’nın değiştirilmesi, yürürlüğe girdiği 1976 yılından itibaren hep siyasal gündemin başında yer almış ve o anayasa 6 yıl içinde revize edilmiştir.

Türkiye’de de, ne ölçüde ileriye dönük olursa olsun, toplumun bir bölümünün içine sinmemiş olan 1961 Anayasası, yürürlüğe girer girmez, kendini “dışlanmış” ve “mağdur” gören sosyal/siyasal kesimler tarafından tartışma konusu yapılmıştı. Hatta çok kısıtlı çevrelerin sözcülüğünü üstlenen kişilerce hazırlanmış ve -%92’lik çoğunlukla onaylanmasına karşın- toplumsal güçler arası bir uzlaşmanın ürünü olmayan 1982 Anayasası da, yürürlüğe girdiği andan itibaren, Türk toplumu için bir gerilim kaynağı olmuştu.

Böyle bir belge sürdürülebilir bir düzen oturtamaz

Şu anda AKP-MHP ortaklığının yapmak istediği, üst kademede birkaç kişinin uygun gördüğü bir düzenlemeyi toplumun bütününe dayatmaktan ibarettir. Rejimi değiştirme yolundaki bu belge, -bırakalım toplumsal mutabakatı- toplumun tüm muhalif kesimlerine yani yarısına rağmen dayatılıyor. Yürürlüğe girdiği andan itibaren karşısına geçecek “dışlanmış/mağdur” kesimi şimdiden üretmiş durumda; toplumda gerilim kaynağı olacak ve sürdürülebilirliği yok. Düzenlemenin amacı, “tek adamı”, karşısında oluşmuş bir siyasal husumet cephesine karşı her anlamda güvenceye almak ve yapılış sürecine katmadığı üretici ve dinamik toplum kesimlerini sessiz katmanların pasif “olur”una dayanarak gütmek. Bir oligarşik yapının, eğitimsiz bıraktığı yığınların sessizliğine yaslanıp kendini vergileriyle besleyen üretici kesimlerin değer yargıları üzerinde tepine tepine hüküm sürme çabası sürdürülebilir değildir. İktidara, konumunu koruyabilmek için her gün daha çok baskı ve şiddet gerekecektir. Bunun da siyasal literatürde adı “faşizm”dir.

Esasen AKP’li çevreler de durumun büyük ölçüde farkında. Yoksa böyle önemli bir belgenin TBMM’deki “demokratik(!) müzakere ve özgürce(!) oylanma” süreci halkın gözünden ısrarla kaçırılır mı? Utanç mı baskın; korku mu? Niye bazı sivil toplum çevrelerinin, “başkanlık rejimi” diye niteledikleri bir düzenlemeyi sokakta protesto etmelerine gazlarla, tazyikli sularla müdahale ediliyor? Tek adamın, adamlarına “hadi bakalım, bir an önce bitirin” diye havale ettiği bu işi “zorla, demokratik olmadığı biline biline ve de kanırta kanırta” bitirmek için mi? Hiç böyle ısmarlama bir anayasa kalıcı olur; halka ve hatta onu yapanlara/yaptıranlara hayır getirir mi?

*Aydın CINGI
Siyaset Bilimci
acingisdv@gmail.com