justice

Aydın CINGI – “Adalet”in Adı Yok

Aydın CINGI
Araştırmacı
acingisdv@gmail.com

“Adalet” kavramı, uygarlaşma sürecinin temel taşıdır. İnsanlar, belirli ölçütler ekseninde bir araya gelip toplum birimleri örgütlediklerinde de adalet, bunların en önemli moral değeri olmuştur. Nitekim topluluklar, yasal düzen oluşturabilen siyasal sistemler gerçekleştirmişler; ama bu sistemler varlıklarını, ancak insanın “adalet” duygusunu tatmin ettikleri ölçüde sürdürebilmişlerdir. 

Temel kavramlar

Ucundan kıyısından hukuk okumuş olmakla birlikte hukukçu değilim. Ancak eldeki makale çerçevesinde okura, derginin ana başlığı olan “adaletsizliğin her hali” ile ilgili bazı temel kavram ve anlayışları sunmayı gerekli buldum. Hukukçu okur dostlarım bu cüretkarlığımı bağışlasınlar.

Adalet, öncelikle temel bir felsefi, hukuki ve ahlaki ilkedir. Bireyin eylemleri bu ilkeler uyarınca kantara vurularak değerlendirilir. Ne var ki, hem evrensel kapsamdaki ilke ve hem de toplumsal yaşamın ve uygarlığın temelindeki ideal olan adalet, kültürel yapılara göre değişiklik gösterebilir. Dolayısıyla adalet kavramı üç farklı düzlemde ele alınmalıdır: Önce felsefi ideal olarak; daha sonra bir toplumsal yapıdan veya bir otoriteden kaynaklanan norm olarak ve en sonunda da söz konusu norm bütününe dayalı toplumların bir kurumu olarak.

“İdeal olarak adalet”, öncelikle toplumdan bağımsız bir “evrensel adalet” fikri olarak ortaya çıkmış; daha sonraları adalet, bir dönem eski Yunan’da aslında adaletsizlikle tanımlanmış ve “adaletsizlik” olmasa “adalet” kavramının da var olmayabileceği öne sürülmüştü.

“Norm olarak adalet” ise, Roma İmparatorluğu’nda felsefi bir görüş olmanın ötesinde bir gerçeklik olarak belirdi ve meydana getirilen normların toplamına “hukuk” dendi. 

“Kurum olarak adalet”, adalet fikrinin genişletilmesiyle toplumlar bünyesinde bir erk olarak belirdi. Sonuçta adalet ideali ile temel ilişkisi kalmamış olan ve mevcut normları uygulamakla yükümlü mahkemelerden ve görevlilerden oluşan “yargı” erki ortaya çıktı. 

Yargının güzergahı

Toplumda adaleti sağlama amacıyla oluşturulan normları salgılayan Romalılar, daha o zaman, bireysel çıkarların toplamından oluşmayabilecek bir “kamu yararı” kavramından söz ediyordu. Esasen tarih boyunca kamu çıkarının birey çıkarının önünde tutulduğu saptanır. Toplum sözleşmesi fikrini öne çıkaranlardan Hobbes da, Rousseau da hep güçlü devletin yararına öncelik tanımış, ama devletin de bireye karşı “iyicil” olmasını önermiş veya böyle olacağını varsaymıştır.

Fransız Devrimi, bireyi özgürleştirmekle birlikte ulusalcılığı güçlendirmiş; bu “masum” görünüşlü akımdan hareketle farklı yollara sapanlar, o döneme kadarki kamu otoritarizmini totalitarizme dönüştürebilmişlerdir. Örneğin Nazizm, topluluğun bireye karşı mutlak üstünlüğünü vurguladığında, iyimser gözlemciler bunu, Hegel veya Auguste Comte’un toplumun bir arada tutulmasına yönelik önerileriyle karıştırmışlardı. Öyle ya; hukuk, çıkarların eşgüdümünden çok o çıkarların önem sıralamasını içeriyordu.

Bu anlayışın kolektif yapı lehine ve birey aleyhine uç noktalara götürülmesine karşı verilen II. Dünya Savaşı, bireyin onuru ve özgürlüğü için yapılmıştı. Sonuç, bireyi kutsayan düşünür Locke’un görüşleri doğrultusunda gerçekleşmedi. Şu anda da insanlık, ne yazık ki, dönüp dolaşıp aynı noktalara gelmiş görünüyor. Geçen yüzyılın totaliter rejimleri gitti; yerlerine birçok ülkede popülist otoriter rejimler geldi. Bunlardan biri de bizim topraklarımızda yeşerdi.

Adalet, yargı, demokrasi ve AKP Türkiye’si

Evrensel kurallar şunları vazediyor: Adalet önünde herkes eşit olmalı; adalete herkesin erişimi olmalı; adalet saydam olmalı vb. Bunlar, Türkiye’de gerçekleşmiş koşullar mı? Öte yandan yargının, insanlığın vardığı aşamada bazı ilkeleri var. Yargı öncelikle bağımsız olmalı; herkese açık olmalı; vereceği kararlar Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile çelişmemeli; masumiyet karinesi geçerli olmalı vb. Günümüz Türkiye’sinde bu koşulların -başta bağımsızlık olmak üzere- hiçbiri geçerli değil.

Yazdıklarını sıklıkla Türkçeleştirip alıntıladığım siyaset düşünürleri var; adları R. A. Dahl ve L. Morlino. “Demokrasi” bahsinde de sözü onlara bırakayım. Dahl, “…Batı toplumlarında geçerli anlamıyla ‘liberal demokrasi’, tüm yurttaşlara eşitlik sağlayan ve onlara ‘rekabet’ ve ‘katılım’ olanağı veren kural ve kurumların bütünüdür. Bu tür bir siyasal yapının göstergeleri, -ampirik olarak- belirli aralıklarla yenilenen özgür seçimler, ayrımsız herkese oy hakkı, çok sayıda çıkar ve baskı grubunun varlığı, birbirinden farklı ve birbirine seçenek oluşturabilecek bilgi kaynaklarının mevcudiyeti ve çok önemli kamu görevlerinin seçim yoluyla doldurulması vb…” diyor. Bu bağlamda, geçmiş seçim/referandum koşullarını, sesinin kısılması için çabalanan tarafsız medyayı ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı, Bakanlar Kurulu üyeleri, TC Merkez Bankası Guvernörü, TÜİK Başkanı gibi görevlileri ve onların görevlerine getiriliş biçimlerini anımsayın. Bu kadarı bile ülkemizde demokrasinin bulunmadığını kanıtlamaya yeter!

Şimdi de sözü Morlino’ya bırakalım: “…Demokrasi, muhalefetin varlığının, alt gelirli sosyal katmanların örgütlenme özgürlüğünün ve çıkar çelişkilerinin yol açtığı karşıtlıkların hep aynı gruplar lehine sonuçlanmayabileceğinin önceden kabullenilmesi anlamına gelir. Demokrasi, önceden saptanmış kuralların uygulanmasıyla ürettiği ‘belirlilik’ ortamına karşın, bu ortamda oluşacak ve alınacak kararların ‘önceden belli olmadığı’ rejimdir…” Fazla yoruma yine gerek yok. Çelişkiler hiç Şahsım’ın istemediği yönde sonuçlanabiliyor ve bu olsa bile kabulleniliyor mu? Yasama ve –özellikle de- yargı organında oluşacak ve alınacak kararlar, bilinen bir irade tarafından önceden belirlenmiyor mu? Yani önceden belli değil mi?

Adaletsizlik göstergeleri

Yukarıda “ideal olarak adalet” bahsinde vurguladığım üzere, toplumumuzda adaletsizlik egemen olmasa adaletten bu kadar söz etmezdik. Bir toplum bünyesinde adaletsizliğin birçok göstergesi vardır. Bazılarını sayalım:

-Adalete erişim olanaksızlığı,

-adalet önünde eşitsizlik, 

-adalette ayrımcılık,

-güçsüz olana karşı şiddet,

-emeğin/emekçinin sömürüsü,

-azınlıkların baskıya uğratılması,

-insan haklarının çiğnenmesi…

Ve daha başkaları… Bunların örnekleri günlük yaşamımızı boydan boya kat ediyor. İşte bir dizi somut örnek!

Cumartesi anneleri yıllardır adalete erişebiliyorlar mı? Ya Şanlıurfa Adalet Sarayı(!) önünde her gün bekleyip duran kadın? Veya eski kocaları tarafından sürekli tehdit edilip -sonunda da- genellikle öldürülen kadınlar? Bunların adalete erişimleri var mı?

İki günde salınıveren eli bıçaklı Ülkücü mütecaviz ile dokuz ay hapiste tutulan iki protestocu Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi adalet önünde eşit miydi? Dinci terör örgütü reisi ile poz veren kişi bakan yapılırken bir başka terör örgütü üyesi ile fotoğraf çektirmiş HDP’li milletvekilinin “defterini dürmek” amacıyla iki günde harekete geçilmesi eşit muamele göstergesi midir?

Hiçbir geçerli gerekçe olmaksızın seçildiği görevden alınıp hapse atılan ve yerine kayyım atanan HDP’li belediye başkanı ile kendi bakanlığına kendi şirketinden fahiş fiyatla mal satıp soruşturmaya dahi uğramayan AKP’li sabık bakan adalette ayrımcılığa örnek oluşturmuyor mu? İBB “yolsuzluk” bulabilmek amacıyla dört koldan kuşatılırken, yolsuzluğu patentli bir kişinin Cumhuriyetimizi büyükelçi olarak temsil etmesine ne demeli?

Kadının kas gücü erkeğinkine kıyasla düşük. O yüzden her gün erkek şiddetine uğrayan -ve yine adalete erişimi olmayan- kadın; copundan ve kalkanından güç alıp savunmasız protestocu gençlere, kadınlara şiddet uygulayan polisin tutumu, adaletsizliğin göstergelerinden “güçsüz olana şiddet” kalemine girmiyor mu?

Enflasyon etkisinin alım gücünü anında alıp götürdüğü emekçinin maaşına eklenen “nominal” fazlalık iktidarın boş böbürlenmelerine yol açıyor. Emekçinin ekonomik durumu her gün daha zayıflarken kimi AKP’li çok sayıda maaş alıyor. Nereden mi? Tüm faturalarımıza her gün yenileri eklenen vergilerimizden. Bu ortamda ayrıcalıklı müteahhitlere aksatılmadan ödenen döviz cinsinden köprü-tünel-havaalanı paraları ve onlara yönelik vergi afları, emeğin sömürüsünü sergileyip adalet duygusunu zedelemiyor mu?

Azınlık deyince etnik azınlıkları, Kürtleri mi; yoksa –çoğunluğu oluşturmakla birlikte- AKP’li olmayan tüm yurttaşları mı ele almalı; bilmem. HDP’li seçilmiş belediye başkanlarından yalnızca beş adedi kalmış; geri kalanlarda AKP’li kayyımlar hüküm sürüyor. Eğer AKP’li veya “dinci” olmayıp da iş arayan yurttaşlara göz atacaksak, onların da yolları KPSS ertesi mülakat türünden hileli sınavlarla kesiliyor.

İnsan haklarından fazlaca söz etmeden hemen Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala’yı analım. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni imzalamadık mı? Seksenlik generaller, ağır hasta Aysel Tuğluk niye tutuklu? Bu insanlara ve ülkeye bunu reva görenleri, bizzat kovuşturulma riskine girmeden nasıl hak ettikleri gibi niteleyebiliriz ki!

Gelecekte…

Birçok toplumun tarihinde şimdi Türkiye’nin içinde bulunduğu türden utandırıcı dönemler olmuştur. Bu dönem de atlatılacaktır ve sorumluları ileride elbette hayırla anılmayacaktır. Örnekleri salt Avrupa ile sınırlı tutacaksak, geçtiğimiz yüzyılda Almanya, İtalya, Yunanistan, İspanya, Portekiz böyle dönemler yaşadı. Şu anda hepsi, o dönemleri, genç kuşaklara kötülük ve ibret malzemesi olarak gösteriyor. Şimdi de, Avrupa’da, bizden başka Macaristan, Polonya, Belarus gibi ülkeler ileride anımsamaktan utanç duyacağı süreçlerden geçiyor.

II. Dünya Savaşı sonunda Müttefikler bir yandan, Sovyetler diğer yandan Berlin’e girmek üzereyken iktidarın tepe noktasından ve yandaşlarından zafer naraları duyuluyordu. Bu “tür”den olanlar böyledir. Tarih, onların düşmekteyken “şahlanıp uçtuklarını” ama sonunda çakıldıklarını yazar. Daha sonra özgürlük rüzgarları eser; sanatçılar o güne değin ortaya çıkması engellenen yaratı gücünü özgür bırakır. Bugün bile Nazizm’e, İspanyol İç Savaşı’na ilişkin yazını hala okuyor, filmleri hala izliyoruz.

Türkiye’de de öyle olacak. Bundan yirmi-otuz hatta elli yıl sonra çocuklarımız, torunlarımız bugünün zulme dönüşmüş adaletsizliğini sanatsal çerçevede sergileyen yapıtları görecek, okuyacak, dinleyecek ve izleyecek. Özgürlüğün ve demokrasinin tadını çıkararak hem de! Onlar demokrasiyi, yalnızca bir büyük önderin –değeri bilinememiş- armağanı gibi değil; direnç ve çabalarıyla bu kez onu gerçekten özümseyip hak etmiş insanların çocukları olarak yaşayacaklar!