Vesikalik-Sezen-copy

Avrupa Birliği – Türkiye İlişkilerinin 2012 Yılı Bilançosu

AYHAN KAYA*                            

 

2012 yılı Türkiye-AB ilişkileri açısından oldukça iç karartıcı bir tablo sergiledi. Bu yılın ilk yarısında AB dönem başkanlığını Danimarka gerçekleştirirken ikinci yarısında bu görevi Güney Kıbrıs devraldı. Danimarka dönem başkanlığını devraldığı zaman, AB Konseyi’nin sekiz başlığı askıya almış olması ve Fransa ile Güney Kıbrıs’ın tek taraflı blokaj yapması nedeniyle, Türkiye’nin AB ile müzakereye açabileceği sadece üç başlık söz konusuydu. Bu dönemde “pozitif gündem” söyleminin hem Türkiye hem de AB çevrelerinde altı çizilmiş ve enerji, uluslararası güvenlik ve terörle mücadelede işbirliği gibi konularda görüşmeler ağırlık kazanmıştır. Öte yandan, Güney Kıbrıs’ın dönem başkanlığı yaptığı yılın ikinci yarısında ise, Türkiye-AB ilişkileri adeta donmuş; Ekim ayında kamuoyunun bilgisine sunulan AB İlerleme Raporu Türk bürokratların önemli bir kısmı tarafından “çöpe atılmıştır.” Öyle ki, AB Bakanı Egemen Bağış’ın deyimiyle “Türkiye’nin artık AB ilerleme raporlarına ihtiyaç duymadığı, kendi ilerleme raporlarını kendisinin hazırlayacağı” şeklinde bir söylemin dahi benimsendiği görülmüştür.

Halbuki, 2012 AB İlerleme Raporu’nun ayrıntılarına bakıldığında Türkiye’deki sosyal, siyasal ve iktisadi hayatın çok ayrıntılı ve oldukça objektif bir şekilde resmedildiği görülmektedir. Raporda özellikle dikkati çeken hususlar şu şekilde özetlenebilir. Basın ve ifade özgürlüğü konusunda önemli sorunların yaşanmakta olduğu; yargılama süreçlerinde insan haklarının ihlal edildiği; kamuoyunda 4+4+4 şeklinde bilinen yasanın yeterince hazırlık yapılmadan yürürlüğe konulduğu; çocuk hakları, kadın hakları, engelli hakları gibi konularda herhangi bir ilerlemenin tespit edilmediği; kadınların iş hayatına katılım oranlarında geçen yıllara göre düşme yaşandığı; Kürt sorunu, Alevi sorunu ve azınlık hakları gibi konularda beklenen açılımların sağlanamadığı yolunda eleştiriler yöneltilmiştir.

Türkiye ise bu dönemde küresel finansal krizden görece daha az zarar görerek çıkmış bulunmanın, yanıbaşındaki komşusu Yunanistan’ın içinde bulunduğu krize bakarken biraz da böbürleniyor olmanın, öte yandan Afrika ülkeleri, Rusya, Orta Asya ülkeleri ve Ortadoğu ülkeleri ile geliştirdiği ticaret hacminin giderek büyüdüğünü görmenin gurur verdiği ve gerekirse AB’ye katılım fikrinin yeniden gözden geçirilebileceği gibi bir anlayışın AKP’nin önde gelenleri tarafından benimsendiği bir süreç yaşamıştır. AB çıpası: gerek demokrasi, gerek insan hakları, gerek şeffaflık, gerek iktidarın sorgulanabilirliği ilkesi, gerek toplumsal egemenlik bağlamında kaybedilmiştir. Bu dönemde siyasal iktidarın, içerde giderek antidemokratik, milliyetçi, dindar, mukaddesatçı, otoriter, eleştiri kabul etmeyen, kamu ihale yasalarındaki şeffaflığı reddeden, Kürt sorunu ve Alevi sorunu gibi konulardaki açılımları tamamıyla unutan, toplumsal bir polarizasyon yaratan ve siyasetin dilini sertleştiren bir yaklaşım sergilediği görülmüştür. Bu bağlamda çıkarılacak ders şudur: Türkiye AB vizyonundan uzaklaştıkça antidemokratik bir ülke olmak durumundadır. Başkanlık veya yarı başkanlık sistemi, tartışmalarının artmış olması ve hatta AKP’nin bu çerçevede anayasa taslağı hazırlama girişimlerinde bulunması ile AB’nin manyetik etkisinin azalması arasında bir bağın bulunduğu gözden kaçırılmamalıdır.

Sessiz devrim yıllarından krizler sarmalına doğru

Son aylarda Avrupa Birliği çevrelerinde ve hatta Türkiye’de sıkça sorulan bir soru var: Türkiye dış siyasetinde bir eksen kayması mı yaşanmaktadır? Bu sorunun farklı yanıtları olabilir. Ama görünen o ki, Türkiye komşularıyla ve özellikle Ortadoğu’lu komşularıyla tarihinde hiç olmadığı kadar sıcak ve dostane ilişkiler geliştirmiştir. AKP’nin iktidara geldiği ilk günden bu yana sürdürdüğü tutarlı anlayış neticesinde ve biraz da konjonktürün yardımıyla bu noktaya gelindiği düşünülebilir. Bu açıdan bakıldığında belki de Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez gerçek anlamda bölgesel bir güç haline gelmeyi başarmıştır. Kafkaslar’dan, Ortadoğu’da, Orta Asya’da, Rusya’da ve Kuzey Afrika’da izlenen etkin dış politika açılımları sonucunda olsa gerek ki, Türkiye Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçilmeyi başarabilmiştir. Bütün bu olumlu gelişmeler yabana atılır cinsten değildir. Hatta, Avrupa Birliği entegrasyon süreci düşünüldüğünde bölgesel bir güç haline gelen Türkiye’nin AB için daha cazip bir hal aldığı da düşünülebilir.

Ancak yakın zaman öncesine kadar Türkiye Cumhuriyeti, arkasına aldığı AB rüzgarı ile büyük ve demokratik bir bölgesel güç olma durumundayken, bugün durumun oldukça farklı olduğu görülmektedir. Suriye, İran ve Rusya gibi ülkelerle zamanında geliştirilen sıcak ilişkilerin yerini soğuk bir siyasal iklim almıştır. 100.000’i aşkın Suriyeli mülteci Türkiye’nin olanaklarını aşacak ölçüde bir yük halini alırken, uygulanan hatalı politikalardan ötürü mülteciler için uluslararası desteğin sağlanamamış olması; T.C. yurttaşı Nusayri Araplar ile çoğunluğu Sünni olan mülteci Arapların yaşadığı gerilimlerin tırmanması; sınır bölgelerinde yaşanan  istikrarsızlıklar nedeniyle PKK’nın giderek güç kazanması ve akabinde ülke içinde yaşanan gerilimler ve saldırılar sonucunda çok sayıda yurttaşın hayatını kaybetmesi; Kürt Sorununun adeta içinden çıkılmaz bir hal alması ve gündelik hayatın giderek İslamileşmesi ve muhafazakarlaşması gibi pek çok sorunun aynı anda yaşanıyor olması ile yine AB çıpasının nerdeyse tamamıyla unutulmuş olması arasında da önemli bir bağlantı vardır.

Buradan çıkarılacak sonuç ise şudur: Türkiye’nin, kendi içinde istikrar yakalamak için AB çıpasına ihtiyacı vardır. Unutulmamalıdır ki, 1999-2005 yılları arasında yaşanan “sessiz devrim” büyük ölçüde güçlü AB çıpası aracılığıyla gerçekleşmiştir. Özellikle son bir kaç yılda beliren resim, Türk dış politikasını yönlendiren aktörlerin denklemin bir tarafına fazlasıyla ağırlık verirken diğer tarafını ihmal etmeleri ve yeterince dikkatli davranmamaları sonucudur. Dışişleri Bakanımız’ın ve onunla paralel çizgide bulunanların artan ölçüde yaptıkları “İslam dünyası”, “Arap dünyası” gibi vurgular nedeniyle de olsa gerek, Türkiye gittikçe farklı bir uygarlık kuşağının temsilcisi olma rolünü benimseme eğilimine girmiştir. Sünni-İslam anlayışının daha belirgin bir renk sergilediği bu dış politika anlayışının konjonktürün el verdiği ölçüde reel politik yanları vardır. Bununla birlikte, söz konusu anlayışın; normatif değerler, iç toplumsal barış ve Türkiye’nin yönelimleri açısından önemli tehlikeler barındırdığını göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Türkiye için AB, -sadece bir takım kurumların olduğu bir coğrafyaya değil- 200 yılı aşkın bir süredir katetmeye çalışılan modernleşme, çağdaşlaşma (sekülerleşme), Batılılaşma ve Avrupalılaşma çabalarına ve dolayısıyla erişilmesi arzu edilen bir anlam dünyasının coğrafyasına tekabül etmektedir.

Uygarlıklar çatışması ve uygarlıklar ittifakı: “bir fark göremiyorum, ya sen?”

Son dönemde Türkiye’nin AB ile olan ilişkileri bağlamında daima altını çizdiği ve ülkemize uygarlıklar arasında bir köprü olma işlevi yükleyen “uygarlıklar ittifakı” tezine farklı bir perspektiften yaklaşmanın zamanı gelmiştir. “Uygarlıklar ittifakı” tezinin antropolojik açıdan bakıldığında aslında “uygarlıklar çatışması” tezinden pek de farklı olmadığı görülmektedir. Bunun nedeni, her iki tezin de aslında benzer dünya algılarından kaynaklanıyor olmasıdır. Kültürleri ve uygarlıkları, sınırları belli olan sabit yapılar olarak gören; diğer kültürler ve uygarlıklarla etkileşim sürecinde kendi kimliğini kaybetmeme çabasıyla hareket eden; kültürel alışverişi bozulma, yozlaşma ve kimlik kaybı olarak nitelendiren ve kültürleri, asla değişmeyen birer bütün olarak algılayan her iki anlayış da “bütünselci kültür nosyonu” dediğimiz yaklaşımın ürünüdür. Her iki yaklaşımın da dünyayı dinsel ve kültürel referanslarla tanımladığına dikkat çekmek gerekir. Sözgelimi George Bush, Angela Merkel, Nicolas Sarkozy ve Recep Tayyip Erdoğan’ın bu açıdan bakıldığında pek çok ortak yanını bulmak mümkündür. Başbakanımızın Davos’taki olaylı Gazze panelinde Şimon Perez’i eleştirirken kullandığı Tevrat referansı buna bir örnek teşkil edebilir. Günümüzün siyasal liderlerinin neredeyse tamamı dünyayı dinsel referanslarla okumaktadırlar.

Eğer günümüzdeki gelişmeleri “uygarlıklar çatışması” ve “uygarlıklar ittifakı” paradigmaları üzerinden değerlendirirsek, maddi zenginliği elinde bulunduran ülkelerin, ellerindekini gelişmekte olan ülkelerle paylaşmamak için “uygarlıklar çatışması” tezine daha fazla vurgu yaptıklarını, öte yandan gelişmekte olan ülkelerin de maddi zenginliği elinde bulunduran ülkelerle aynı hatta yer alabilmek için “uygarlıklar ittifakı” tezine vurgu yaptıklarını söylemek mümkündür. Bu açıdan bakıldığında her iki düşüncenin de sorunlu olduğu görülmektedir. Türkiye gibi toplumların bu tür kültürelist ve dinsel paradigmalara sığınmak yerine, çıkışı siyasal ve seküler paradigmalarda aramasında fayda olduğu kanısındayım. Son bir kaç yılda, “uygarlıklar ittifakı” tezine karşı Türkiye’deki bazı çevrelerden muhalif seslerin yükseldiği görülmektedir. Bu tür eleştirel sesler, haklı olarak, “Islam dünyasının” ve hatta neredeyse “Arap dünyasının” hamiliğine soyunan Türkiye Cumhuriyeti’ni bugüne değin “Batı uygarlığının” bir parçası olarak kurgulayan modernist anlatının giderek aşındırıldığını dile getirmektedirler. Diğer yandan unutulmamalıdır ki, dinsel perspektif Bush’un dünyasında geçerliydi. Obama’nın iktidarını yeniden perçinlediği dünya düzeninde dinselliğe yer olduğunu pek düşünmüyorum. Danimarka’da ve Fransa’da solun zaferi, Hollanda seçimlerinde aşırı sağ Wilders’in aldığı ağır yenilgi, ABD’de Obama’nın kazandığı ikinci zafer Batı’da seçmenlerin yeniden sağduyulu bir şekilde karar verdiklerini ve muhafazakar siyasetçilerin ve egemen medyanın dayattığı korku siyasetinin artık belli ölçüde sona erdiğini ve Arap Baharı gibi benzeri bahar iklimlerinin Batı’da yaşandığını göstermektedir.

22 Temmuz 2011 tarihinde Norveç’te yaşanan katliam, Batılı ülkelerde yaşanan ırkçı saldırılardaki sayıca artış ve daha pek çok olumsuz gelişme Batılı iktidarların ve siyasal çevrelerin ektikleri nefret tohumlarının ve korku politikalarının ürünlerini biçmeye başladıklarına işaret etmektedir. Diğer bir deyişle, 1974 yılından bu yana giderek katmerlenen yoksulluk, dışlanmışlık, eşitsizlik ve işsizlik gibi yapısal sorunları çözemeyen Batılı neoliberal iktidarlar, adeta İslamofobyayı siyasal bir ideoloji olarak kullanmak suretiyle -ne pahasına olursa olsun- sadece yurttaşlarının oylarının peşinden koşmuşlar ve İslamofobyanın olası olumsuz toplumsal ve siyasal sonuçlarını hiç hesaba katmamışlardır. İşte, bugünlerde yüzünü yeniden gösteren aşırı sağ ve ırkçılık, sadece oy peşinde koşan ve günü kurtarmayı kendisine hedef edinen bağnaz iktidarların neden olduğu olumsuz gelişmelerdir. Bu nedenle, Bush rejimi tarafından Türkiye’ye giydirilen “ılımlı Müslüman ülke” kimliğinin artık anlamını yitirdiği görülmektedir. Dinsellikten uzak sosyo-ekonomik parametrelerle dünyaya bakan bir anlayışa geri dönmek durumunda olduğumuzu düşünüyorum.

Türkiye-Avrupa Birliği perspektifi

2023 hedefine bir de 2071 hedefinin eklendiği ve Türkiye’nin giderek AB vizyonundan koptuğu 2012 yılında Avrupa Birliği de önemli ölçüde güç yitirmiş ve krizlerle mücadele etmiştir. Türkiye, -AB’nin çekici manyetik güçünü yitirmesinden kaynaklanan nedenlerle- AB çıpasını zaten göz ardı etmiştir. Ancak unutulmaması gereken bir şey var; o da, Avrupa’nın sürekli krizlerle yaşamayı öğrenmiş güçlü bir coğrafya olduğudur. Dünya savaşlarının ve 1929 Buhranı’nın küllerinden doğan ve önce iktisadi ve daha sonra siyasal ve kültürel bir nitelik kazanan AB, 1974 petrol krizinin üstesinden genişleyip büyüyerek ve Avrupalılık kimliğine vurgu yaparak gelmiş ve de krizden adeta güçlenerek çıkmıştır. Sonraki dönemde üye ulus-devletlerin çıkarları yerine topluluğun ortak çıkarlarına vurgu yapılmıştır. Ancak daha sonra -özellikle 2000’li yıllarda- “demokratik açığı” sürekli gündeme getiren sağ siyasal oluşumlar, kullandıkları milliyetçi ve popülist retorikle ulusal çıkarları ön planda tutmuş; Birliğin küresel bir siyasal aktör olmasına engel olmuş ve vizyoner yaklaşımları engellemişlerdir. Bu süreçte ortaya çıkan 2008 krizinde -bu tür nedenlerden olsa gerek- AB yeterince hızlı kararlar alamamış ve krizin daha da derinleşmesine neden olmuştur.

Neoliberal ekonomi politikası çizgisinin yön verdiği popülist ve sığ bir korku siyaseti üreterek ‘içerdeki düşman’ sendromunu yeniden üreten ve kültürelist-dinsel ayrımlara vurgu yapan siyaset yerine, -Hollande’ın Fransası’nda olduğu gibi- “normalleşen”, büyümeyi hedef alan, bir “birlik” olduğunu hatırlayan, dönüştürücü-demokratikleştirici özelliklerine yeniden işlerlik kazandıran ve Türkiye’yi daha etkin bir ortak ve hatta üye olarak gören bir siyaset  böyle bir dönüşümün habercisi olabilir. Avrupa, tarih boyunca -bir anka kuşu gibi- daima küllerinden doğmasını bilmiş, her zaman bütünleşme ve çözülme şeklinde bir diyalektik örgü sergilemiştir. İtalya’da 25 yaş altı gençlerin % 35’i, İspanya ve Yunanistan’da ise % 50’si işsizlik sarmalına girmişken; AB’nin son bir kaç yıldır kronikleşen işsizlik ve ekonomik küçülme gibi sorunlara ivedilikle çözüm bulması gerekmektedir. Siyasal olarak geçtiğimiz onyılda daha çok içe kapanık bir çizgiyi benimseyen AB, bu krizden ancak ve ancak kendini yeniden dış dünyaya açarak, tam istihdamı sağlayarak, büyüyerek, genişleyerek ve derinleşerek çıkabilecek gibi görünmektedir. Gücünü yeniden toplayan bir AB, Türkiye için, hiç şüphesiz, bir cazibe alanı olacaktır. Burada vizyoner Avrupalı siyasetçilere önemli görevler düşmektedir. Avrupa’da “yarınlar”, Türkiye’yi tam üyeliğe kabul ederek küresel bir güç haline gelmenin hayalini kuran siyasetçilerindir

 

* Prof. Dr. Ayhan Kaya, İstanbul Bilgi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi, ayhank@bilgi.edu.tr

 Tekrar içindekiler sayfasına dönmek için tıklayınız