Doktor
aktas68@gmail.com
Kentleşme ve kentlileşme ayrı kavramlar şüphesiz.
Kent; fiziksel mekan, ama onu oluşturan sosyal, kültürel ve ekonomik değerleri anlatan bir araçtır aynı zamanda. Kentlileşme; insana ait olandır, o fiziksel mekan içinde yaşamanın koşullarını özümseyen ve o mekana karşı aidiyet hissi duyan insanın niteliğidir.
Hangisi diğerinin ön koşuludur diye düşünüldüğünde, kentlileşme olması için mekan olarak kentin varlığı ön koşul sanki. Diğer taraftan kentliler olmadan kent ne işe yarar ki? Mesele yumurta tavuk döngüsü gibi. Bu sebeple kentleşme politikaları siyasi bir organizasyonun sırtını dönebileceği bir konu değil.
Kentleşme ve kentlileşme bağlamında kent öyle bir öneme sahiptir ki, çoğunlukla “biz kimiz” sorusuna verilecek cevap, “nereliyiz biz” sorusunun cevabi ile aynı.
Kentler tüm tarihsel süreç boyunca sakinlerinin de kimliklerini belirliyor. Örneğin Antik Yunan’da Spartalıların sert hiyerarşi ve askeri karakterlerine karşı Atinalıların demokratik ve eşitlikçi olmaları. Her ne kadar Atinalılar ve Spartalılar, Perslere karşı birleşmiş olsa da yelpazenin iki farklı tarafı olarak sonraki zamanlarda ulus devletlerin yönetiminde hep karşı karşıya gelmiştir.
Milliyetçi Spartalılara karşı sosyal demokrat Atinalılar. Sanki dünya siyasetinin bu kan davası Atinalılara ve Spartalılara dayanıyor. Spartalı Kral Leonidas “tüm cesaretinizle savaşın ey Spartalılar, bu gece belki yemeğimizi yerin altında ölülerin yanında yiyebiliriz” dedikten 2300 yıl sonra, karşı kıyıda başka bir komutan “ya istiklal ya ölüm” emrini verir askerlerine. Diğer taraftan Atinalı General Alkibiades, Boğaz’ın girişindeki küçük kayalıkta, MÖ 410 yılında Boğaz geçişini denetleyen bir gümrük kurarak bugünkü kız kulesinin temelini atar. Yine 2300 yıl sonra Anadolu’nun tam orta yerinde çorak bir kasabadan bir başkent imar eden Mustafa Kemal Atatürk’tür.
Atina ve Sparta, bu iki antik Yunan kenti bana hep şunu düşündürür: Spartalılar bir toprak parçasını vatan yaptılar fakat vatanı Atinalılar imar etti. Bu anlamda Spartalılar kentlileşme başlığı altında değerlendirilebilecek aidiyet duygusunu sembolize ederken, Atinalılar mimari açıdan kent estetiğini temsil eder benim için. Ancak Atinalı ve Spartalı karakterinin en önemli ayrımı; Atinalı yaşamak için ölürken Spartalı ölmek için yaşar. Bugün dahi Batı ve Doğu toplumları arasında en büyük fark bu ayrıma dayanır. Medenilik yaşamı kutsarken cengaverlik ölümü kutsar.
Atatürk’ün dehası da hem Spartalı ruhu hem de Atinalı aklını aynı bedende barındırmasından kaynaklanır. Hem ya istiklal ya ölüm emrini verendir hem de bayındır edendir. Mustafa Kemal’i sadece Spartalı ruhuna göre değerlendirirseniz milliyetçi, sadece Atinalı aklına göre değerlendirirseniz materyalist kabul edersiniz. Maalesef bu ülkenin en büyük hatası budur. Her ikisi de değildir Atatürk. O tam bir sosyal demokrat karaktere sahiptir; hem Spartalı hem Atinalıdır.
Anadolu insanı, geçmiş köklerine, kendi öz değerlerine bağlanarak, farklılıkları dışlamadan kendine katarak modernleştirilecektir. Atatürk, çağın gelişmelerini çok iyi değerlendirmiş; dine dayalı bir tarım toplumu olan; ancak, dünya genelindeki toplumsal değişmeleri yakalayamadığı, sanayiye dayalı bir laik toplum haline gelemediği ve kendini dönüştüremediği için batmakta olan bir toplumun küllerinden, sıfırdan, sanayiye dayalı, laik bir toplum yaratmıştır. İçi boşalmış bir toplumsal yapı devralarak ona siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel açılardan yeni bir içerik, yeni bir anlam yüklemiştir.
Falih Rıfkı Atay, Çankaya adlı kitabında, Jansen’in Atatürk ile yaptığı ilk görüşmeyi şöyle aktarıyor: “Jansen bir sual sordu: Bir şehir planı tatbik edebilecek kadar kuvvetli bir iradeniz var mıdır? Atatürk kızdı. Koca memleketi yedi düvelin elinden kurtarmışız. Bir Ortaçağ saltanatını yıkarak yerine bir Yeniçağ devleti kurmuşuz, bunca devrimler yapmaktayız. Bütün bunları başaran bir rejimin, bir şehir planını tatbik edebilecek kuvvette olup olmadığı nasıl sorulabilirdi? Biraz sertçe cevap verdi. Dik kafalı Prusyalı: Belki sizin hakkınız var, dedi. Biz Almanya’da bile türlü güçlüklere uğruyoruz da, onun için sormuştum” (Atay, 1969:20).
Ankara’nın başkent yapılması, yeşil alanların genişletilmesi, kent topraklarının mülkiyetinin kamu denetimine alınması, bugünün gelişmekte olan ülkeleri için çok önemli şehircilik ilkeleridir. Yeryüzünde çok az başkent, yönetimin ve önderlerin dünya görüşleri ve ideolojileriyle bu ölçüde açık bir özdeşleşme içine girmiştir.
Ülkemizin temel sorunlarından birisi olan kentleşme olgusudur. Kentleşmenin kalkınma planları, hükümet programları, siyasi parti programları ile sivil toplum örgütlerinin tüzük ve yönetmeliklerinde yer almasına karşın, sağlıklı bir kentleşme sürecinin yaşandığını söylemek mümkün değildir. Zira alınan kararlar, yapılan yasalar, hazırlanan plan ve programlar sadece sözde kalmakta ve bunların uygulanabilmesi için gerekli olan kararlılık gösterilememekte, çaba ve çalışmalar yetersiz kalmaktadır. Bilhassa siyasi kararlılık, kentleşme sürecinde çağdaş standartlara uygun bir kent yaratabilmenin temel faktörlerinden birisidir. Demokratik değerler tam olarak yerleşmediği ve sivil toplum örgütleri gelişmediği içinde toplum kentleşme sürecinde yeterince etkili değildir. Bir başka deyişle toplumsal baskı grupları kentleşme sürecinde yaşanan sorunların çözümüne katılamamakta ve kamu yönetimi üzerinde etkili olamamaktadır. Diğer yandan yerel yöneticiler de halkın sorunlarına, istek ve beklentilerine karşı duyarsız kalmaktadır. Ayrıca kamu yönetimi kentleşme sürecinde kültürel değişim, yeşil bir çevre ve çağdaş bir kent yaratabilmek için gerekli olan tedbirleri almaktan uzaktır. Bilhassa kentleşme sürecinde yeşil alanlar hızla yok edilmekte ve kentler adeta bir beton yığını haline gelmektedir.
Mimar dostum TMMOB Mimarlar Odası Merkez Yönetim Kurulu üyesi İshak Memişoğlu’nudan duyduğum “kentleri biz yaratıyoruz, daha sonra onlar bizi” cümlesi, insan ve kent etkileşimini açıklayan en etkileyici ifade. O halde şimdi yaşadığımız “kentsel dönüşüm” adı altında uygulanan “rantsal dönüşüm” kültürel yozlaşmanın da bir parçası oluyor. Kentleşmeyi sadece bina dikmek, inşaat yapmak olarak algılayan bir yönetim anlayışı maalesef hücrelerimizde mutasyona yol açıyor ve toplumsal canavarlar yaratıyor. Kent planlamasından uzaklaşmak, planlamanın “kendi kaderine karşı duruş” ya da “ kendi kaderini belirleme inisiyatifi” anlamlarına ihanettir.
Kentleşmenin en önemli kısmı, bilim ve yaşamın gerçeklerine uygun kent planlaması yapabilmektir. Kentleşmeyi “kentlerdeki yeşile saygı ilkesi”, “kent planlaması anlayışı” ve “sağlıklı ve yaşanabilir kentler” noktalarını ön plana çıkararak uygulamak, iktidar amacı taşıyan her siyasi organizasyonun projelendirmesi gereken konudur.