Bergleute_Stadtberger_Gewerkschaft

Asbjørn Wahl – Avrupa’nın Emeği: Toplumsal Sözleşme’nin İdeolojik Mirası

AsbjornWahl3

 

 

 

 

 

Monthly Review, Volume 55, Issue 08 (Hakan Tanıttıran tarafından kısaltılarak çevrilmiştir.)

Asbjørn Wahl, Norveç belediye ve sağlık işçileri sendikası Fagforbundet’un yöneticisi ve Uluslararası Ulaşım İşçileri Federasyonu (ITF) Yol Ulaşım İşçileri Bölümü Başkan Yardımcısı.

Avrupa sendikal hareketi derin bir politik ve ideolojik kriz içinde. Halihazırda sendikalar, üyelerinin acil ekonomik ve toplumsal çıkarlarının savunucusu olarak oynamaları gereken rolü yerine getiremiyorlar. Tüm sektörler ve sanayiler içindeki temellerini yitirdiler. İkinci Dünya Savaşı sonrası kapitalist dünyanın güçlü ve etkili sendikal hareketi, bugün açıkça kafası karışmış ve açık seçik bir vizyondan yoksun bir durumda; yeni bir toplumsal ve politik yaklaşım açısındansa tereddüt içinde. “Toplumsal sözleşme”nin ideolojik mirası bugün sendikal hareketi yolundan çıkartıyor.

Neoliberal saldırı ve yeni koşullara eski politikalar

Son yirmi yıl içinde, neoliberal güçlerin yoğun bir saldırısıyla karşılaştık. Kapitalist çıkarlar saldırıya geçti ve emekle sermaye arasındaki güç dengesinde anormal bir kayma yaşadık. Emekle sermaye arasında savaş sonrasında varılmış olan “toplumsal sözleşme”, sendikalarla işverenler arasındaki barışçıl bir arada yaşama siyaseti darmadağın olmuştu. Sermaye, toplumsal sözleşmeden çekilmiş; örgütlü emeğe karşı giderek yükselen bir saldırganlık siyaseti izlemeye başlamıştı.

İşçi sınıfının gücünü harekete geçirmek, bugün Avrupa’daki sendikal hareketin gündemini oluşturmuyor. Emeğin karşı karşıya olduğu ikilem şudur: Sendikalar, içinde hareket edecekleri ekonomik ve politik iklimin anormal ölçülerde değişmiş olmasına karşın, yine de toplumsal sözleşme siyasetinin peşinden koşmaya devam ediyorlar. Onlar, küreselleşmeyi, bilinçli stratejilerle yeni iktidar ve sınıf ilişkilerinin bir sonucu olarak değil daha çok teknolojik ve örgütsel değişimlerin zorunlu bir sonucu gibi görüyorlar; ki bu da “Hiç bir alternatif yok” diyen Margaret Thatcher’ın o kötü ünlü sözünde ifade edilen konumu önemli ölçüde andıran bir konumdur. Diyorlar ki; gerekli olan, toplumsal sözleşme siyasetini ulusal düzeyden bölgesel ve küresel düzeye transfer etmektir. Kullandıkları yöntemler ise işveren örgütleri, devlet ve devlet üstü kurumlarla “toplumsal diyalog”a gitmek, resmi emek standartlarının uluslararası ticaret anlaşmalarına ve ticaret örgütlerine dahil edilmesi için kampanyalar düzenlemek, bir yandan da çokuluslu şirketlerle “şirketlerin toplumsal sorumlulukları” türünden yönetim kodları ve çerçeve anlaşmaları düzenlemek. Bu sonuncular, çokuluslu şirketlerin kendileri tarafından geliştirilmiş olan keyfi, bağlayıcı olmayan ve uygulanamaz kodlardır. Bu “toplumsal diyalog” stratejisi, güç ilişkilerine dair somut bir analize dayanmayan ve toplumsal değişimin elde edilmesi için sınıfın ve halkın gücünün seferber edilmesi gerekliliğini öngörmeyen bir temelde sürdürülmektedir.

Emekle sermaye arasındaki tarihsel uzlaşma

20. yüzyıl boyunca, Batı Avrupa’daki sendikal hareket, kapitalist çıkarlarla yavaş yavaş bir tür barışçıl uzlaşma içine girdi. Sendikal hareketin işveren örgütleriyle anlaşmaya vardığı 1930’larda, bu uzlaşma önce Avrupa’nın bazı bölgelerinde, özellikle kuzeyde kurumsallaştırıldı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, benzer bir süreç Batı Avrupa’nın tamamında gerçekleşti.

Emekle sermaye arasındaki bu toplumsal sözleşme, üzerinde refah devletinin geliştiği zemini oluşturdu ve ücretlerle çalışma koşulları tedricen iyileştirildi. Toplumlar, emekle sermaye arasındaki çatışmaların karakterize ettiği bir süreçten bir toplumsal barış, ikili ve üçlü (emek, işverenler ve devlet arasındaki) görüşmeler ve uzlaşma politikaları evresine girdiler. Bu politika; refah, ücretler ve çalışma koşulları açısından önemli kazanımlar sağladığı için, işçi sınıfının da kitlesel desteğini kazandı. Sonuç olarak, emek hareketinin daha radikal ve antikapitalist parçaları yavaş yavaş marjinalleştirildiler. Yani bu gelişme, emek hareketinin depolitizasyonu ve ılımlılaşması ve sendikal hareketin de bürokratikleşmesiyle sonuçlandı. Bu sınıf uzlaşması siyasetini yönetmek, sosyal demokrat partilerin tarihsel rolü haline dönüştü. Bugün sendikaları zorlamakta olan sorunlar, Avrupa sosyal demokrat partilerinin sorunlarında da kendi yansımasını bulmaktadır.

Emekle sermaye arasındaki bu toplumsal partnerliğin, sendikaların ve emek hareketinin gerçek gücünden kaynaklandığını anlamamız önem taşımaktadır. İşverenler ve onların örgütleri, sendikaları yenmelerinin mümkün olmadığını görmüşlerdi. Onları işçilerin temsilcileri olarak kabul etmeli ve onlarla uzlaşmalıydılar. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin bir başka önemli öğesi, kapitalizmin yirmi yıldan uzun bir süredir istikrarlı ve güçlü bir ekonomik büyüme yaşıyor olmasıydı. Bu da karların emek, sermaye ve sosyal refah arasında bölünmesini mümkün kıldı.

Toplumsal sözleşmenin belirleyici bir parçası, sermaye ve pazarlar üzerindeki ulusal düzenlemelerdi. Sermaye üzerindeki denetim tüm ülkelerde günün kuralıydı. Emekle sermaye arasındaki düzenlemeler ulusal sınırlar içinde düzenli ve barışçıl biçimlerde yapılıyordu. Bu durumun önemli bir sonucu sendikal hareketin son derece ulusal bir yaklaşım benimsemesi oldu. Sendikal hareketin enternasyonalizmi, üyelerinin acil ihtiyaç ve çıkarları ile çok az bağı olan ya da hiç bir bağı olmayan -ILO gibi- uluslararası örgütler içinde gerçekleştirilen bir tür diplomasiye ve hatta farklı sendikal turizm biçimlerine indirgendi.

Sendikal hareket için toplumsal sözleşme, üretimin kapitalist örgütlenmesinin, üretim araçlarının özel mülkiyetinin ve işverenlerin emek sürecini düzenleme hakkının kabul edilmesi anlamına geliyordu. Basitçe söylemek gerekirse, refah devleti ve tedricen iyileşen yaşam koşulları, emek hareketinin kendi sosyalist projesinden vazgeçmesi karşılığında elde ettiği kazanımlardı. Bugün bunun çok özgün bir tarihsel bağlam içinde gerçekleşmiş olan, işçi sınıfının depolitizasyonuna ve ılımlılaştırılmasına katkıda bulunan kısa vadeli bir kazanım olduğu sonucuna varabiliriz.

Bu bağlamın önemli bir öğesi, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da rakip bir ekonomik sistemin varlığıydı. Britanyalı tarihçi Eric Hobsbawm’ın işaret ettiği üzere bu durum, Batı’daki kapitalistlerin bir uzlaşmayı kabul etmeleri açısından işlevseldi. Bu uzlaşma temelindedir ki, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen otuz yıl içinde en önemli refah reformları ve kurumları gerçekleştirildi. Bir başka deyişle, 1930’ların ekonomik ve sosyal krizinden ve savaştan doğan radikal emek hareketi, kapitalistler cephesinin bilinçli bir stratejisi ile karşılaştı. Zaman kazanmak ve emek hareketindeki sosyalist duyarlılıkları eritmek üzere gönüllü biçimde toplumsal sözleşmelerin altına imza attılar ve emeğin birçok ekonomik ve sosyal talebini tanıdılar.

Emek hareketi içindeki keskin işbölümü, bu sınıf uzlaşmasının en önemli yan etkisi oldu. Emeğin alınma ve satılma koşulları görüşmeler yoluyla sendikal hareket tarafından düzenlenirken, işsizlerin sosyal güvenliği parlamentodaki sosyal demokrat partiler tarafından ele alınıyordu. Bu ise sendikal hareketin daha da dar bir ekonomist bakış açısı geliştirmesine neden oldu ki; bu bakış açısı, sosyal demokrat partiler eski reformist siyasetlerini terk ettikten sonra bile sendikaları zayıflatmaya devam etmektedir.

Toplumsal sözleşme ideolojisi

Sermaye stratejisi, toplumsal sözleşme dönemi boyunca emek hareketinde bir körleşme yaratmış gibi görünmektedir. Çalışma ve yaşama koşullarındaki yirmi yıllık sürekli iyileşmenin neden olduğu gerçek bir deneyime dayalı olarak ortaya çıkan yaygın görüş, toplumlara artık sıradan insanların sınıf mücadelesine ve toplumsal çatışmalara katılmasına gerek olmaksızın, toplumsal ilerleme ve görece adil bir refah dağılımı sunabilen bir yolun bulunmuş olduğu görüşüdür. Düşünülmektedir ki, kapitalist toplum daha yüksek bir uygarlaşma düzeyine erişmiştir. Emek hareketi tedrici reformlar yoluyla ekonomi üzerindeki demokratik kontrolünü artırmıştır. Krizsiz bir kapitalizm gerçek olmuştur. Artık bir daha 1930’larınkine benzeyen ekonomik krizler, kitlesel işsizlik, toplumsal gerilimler yaşanmayacak, artık insanlar arasında sefalete rastlanmayacaktır. Tüm toplumsal eğilimler yukarıyı işaret etmektedir. Emek hareketinin çoğunluğu açısından bu, sosyalizme giden reformcu yoldu; herkes de görmüştü ki, bu yol pekala da işe yaramaktadır!

Bu gerçek toplumsal kazanımlar, Avrupa sendikal bürokrasisinde hala derin köklere sahip olan toplumsal partnerlik ideolojisinin maddi temelini oluşturdular. Yukarıda anlatılan analiz o zaman da yanlıştı, bugün de yanlıştır. Ancak, bu hatanın sonuçları, sendikal hareket açısından toplumsal sözleşme dağıldıktan sonra çok daha tehlikeli bir hal almıştır. Bu analizin saklamakta olduğu şey, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki sınıf uzlaşması döneminde, refah ve çalışma koşulları anlamında elde edilmiş olan büyük kazanımların, bir önceki dönem yaşanmış olan çatışmaların meyveleri olduğudur. İlerleme, yalnızca güçler dengesini, yirminci yüzyılın ilk başlarında emekle sermaye arasındaki çatışmalar ve katı bir sınıf mücadelesi ile değiştirebildiği için mümkün olabilmiştir. Bir başka deyişle, daha sonra barışçıl görüşmeler yoluyla kazanımlar elde edilmesini mümkün kılan, bir önceki dönemin çatışmalı mücadeleleridir.

Toplumsal sözleşmenin dağılması

Ancak sınıf uzlaşması, tam da varlığının yüksek bir büyüme oranına sahip istikrarlı bir kapitalist ekonomiye dayanması nedeniyle, kırılgan bir yapıydı. Uzlaşma, Batı kapitalizminin 1970’li yılların başındaki derin ekonomik kriziyle birlikte yavaş yavaş eridi. Kriz; kapitalist güçleri, maliyetleri düşürmek için diğer birçok şeyin yanı sıra sendikal haklara, ücretlere ve refah devletinin temellerini oluşturan kamu harcamalarına yönelik saldırıyı içeren saldırgan bir konum almaya yöneltti.

Ilımlılaşan ve depolitize olan sendikal hareket ve emek hareketi bu gelişme ile şaşkınlığa sürüklendi. İşverenler görüşme masalarında birden bire daha da düşmanca davranmaya başlamışlardı. Daha önce ücretlerde ve çalışma koşullarında iyileştirmeler sağlayan görüşmeler, artık eski kazanımlara ve varolan düzenlemelere yönelik saldırılara dönüşüyordu. Sendikal önderliğin önemli bir bölümü, sınıf uzlaşması ve toplumsal barış çerçevesine dahil oldukları için, bu saldırılara karşı hazırlıklı değillerdi. Neoliberal saldırı, toplumsal sözleşme ideolojisi çerçevesi içinde anlaşılabilir olan bir şey değildi. Sendikal bürokrasi pasif bir konumda kaldı; birçok ülkedeki birçok işçi, sendikaları olduğu gibi terk etti; çünkü artık sendikalar, onların çıkarlarını savunma gücünde değillerdi.

Neoliberal saldırılara karşı eyleme geçmeye çalışan İngiliz maden işçileri gibi az sayıdaki sendika yenildi. 1990’ların başında, Doğu Bloku’nun dağılmasıyla, Batı kapitalizmi karşısındaki tek alternatif de ortadan kalktı. Kapitalizm tüm cephelerde zafer elde etmişti ve işverenler açısından emekle uzlaşmak artık gerekli değildi. Artık kapitalist güçler daha dar ekonomik ve politik çıkarlarını daha az kısıt altında gerçekleştirebilirlerdi. Sınıf uzlaşmasının -ya da uzlaşma modelinin- Batı Avrupa’nın tümünde dağılmasının nedeni budur. Bu tür bir uzlaşmanın tarihsel ve ekonomik ön gereklilikleri artık mevcut değildi ve bu uzlaşmanın en önemli ürünü olan refah devleti de, artan bir baskı altındaydı.

Güç ilişkilerine dair bu analiz günümüzün sendikal önderliğinin egemen kanadı tarafından anlaşılmamaktadır. Neoliberal saldırganlık yirmi yıl kadar önce başladığında ve işverenler toplumsal partnerlik siyasetini tedricen ortadan kaldırdıklarında, sendikal bürokrasinin buna verdiği tek yanıt, uzlaşma siyasetinin devamı yönünde formülasyonlar geliştirmek oldu.

Sendikal hareketin önemli bir bölümü, sınıfsal analizlere ve güçler dengesinin kavranmasına dayalı bir strateji yerine, işyeri sendikacılığına ve yasalcı formalizme kaydı.

Sendika bürokratları, hem ulusal hem de uluslararası düzlemde, kendilerini emekle sermaye arasındaki aracılar olarak görmeyi sürdürmekteler. Kapitalist güçlerin saldırı halinde oldukları ve bu durumun sermayenin küreselleşmesine karşı koyan uluslararası bir toplumcu adalet ve dayanışma hareketinin gelişimini kışkırttığı günümüzde uluslararası sendikal hareket, kendisini bu hareketle sermayenin çıkarları arasında bir aracı olarak tanımlama hevesindedir.

Bu politikaların yıkıcı sonuçları, sendikal hareketin egemen bölümünün refah ve çalışma koşullarında adım adım gerilemeyi kabul etmesi olmuştur. Sendikalar, işin artan oranda “esnekleştirilmesini” kabul etmişlerdir. Farklı Avrupa ülkelerinde hastalık yardımları ile emeklilik ikramiyelerindeki indirimlerle, işsizlik yardımlarındaki kesintilerle, kamusal eğitim ve hemşirelik okulları ile sağlık ve sosyal hizmetlerde artan fiyatlarla, kar amacı gütmeyen barınma projelerinin iptal edilmesiyle karşı karşıya geliyoruz. Çalışma koşulları, fazla mesai ödemelerinin azaltılması, birçok sanayide vardiyalı çalışmanın yeniden başlatılması, azalan iş güvenliği, daha fazla geçici mevsimlik istihdam, daha fazla sözleşmeli ve kiralık işçi istihdamı ve sözleşmelerin daha fazla adem-i merkezileştirilmesi gibi yöntemlerle kötüleşmiştir. Bu gelişmenin önemli bir etkisi, üyelerinin çıkarlarının korunamaması sonucunda işçilerin demoralize olması ve sendikaları terk etmesidir.

Stratejik değerlendirmeler

Anlaşılması gereken ilk şey, çokuluslu şirketler ve diğer sermaye çıkarlarının saldırgan siyasetleri ile kafa kafaya mücadele edilmesi gerektiğidir. Sendikal harekette -ulusal ve yerel olduğu ölçüde uluslararası düzeyde de- bu anlamda anlaşmazlıklar ve çelişkiler mevcut. Yani örgütlerini canlandırmak isteyen sendika üyeleri, hareketin en canlı parçalarına dayanan yeni ittifaklar oluşturmak durumundalar.

Çokuluslu şirketlerle mücadele edebilmek için, ağlar oluşturmak ve aynı sektördeki işçiler arasında hem ulusal hem de şirketler düzlemindeki bir işbirliğini teşvik etmek gerekiyor. Uluslararası, sınıf temelli dayanışmanın gelişmesi için, “bizim” şirketi, “onların” şirketine karşı kayıran işyeri sendikacılığı eğilimi ile mücadele etmek zorunlu. Bu eğilim, ABD sendikacılık hareketinde Avrupa’da olduğundan daha yaygın olmakla birlikte, apolitik ve ılımlı sendikaların, diğer ülkelerdeki şirketlerle rekabet halinde olan “kendi” işverenleri ile ulusal istihdamı korumak üzere güç birliğine gittikleri son yirmi yıl içinde oldukça güçlendi. Bu dar ve yanlış stratejinin yerine, üretimin ve dağılımın demokratik kontrolünü merkezine alan birleşik bir sınıf temelli mücadele konulmalıdır.

Yeni bir enternasyonalist sendikal ittifakın örgütlemesi gereken bir başka önemli mücadele, kamu hizmetlerinin sermayeye devrilmesine karşı mücadelenin inşa edilmesidir. Bunun anlamı da, özelleştirme ile savaşmak ve refah devleti aracılığıyla elde edilmiş olan kazanımları korumaktır. Toplumun bu parçalarının sermaye tarafından devralınması, emekle sermaye arasındaki güç ilişkileri kayması açısından, son derece önemli bir öğe durumundadır.

İlerici bir sendikal stratejinin bir başka önemli öğesi, sendikal bürokrasinin egemen düşünme biçimine; toplumsal partnerlik ve emekle sermaye arasındaki barışçıl uyum ideolojisine meydan okumaktır. Hareketimiz içinde bu özel konuda, zor ama dostça bir iç tartışma yaşamak zorundayız. Emekle sermaye arasındaki uzlaşmanın nasıl gerçekleştiğini ve nasıl ortadan kalktığını açıklayan yeni analizlere ihtiyacımız var. Halkın mevcut gelişmeler karşısındaki hoşnutsuzluğu ciddiye alınmalıdır. Hoşnutsuzluklar ve kaygılar politikleştirilmeli ve bunlar, çalışma ve yaşama koşullarını düzeltmeyi hedefleyen sendikal ve sınıf temelli siyasal stratejilere aktarılmalıdır. Halkın sağcı partilerce seferber edilmesini engellemenin tek yolu budur.

Refah ve çalışma koşulları; çalışmanın, ekonominin giderek büyüyen parçalarının pazar rekabetine açılmasının bir sonucu olarak vahşileşmesi; işçilerin çalışma günü ve emek süreci üzerindeki denetimlerinin ortadan kalkması gibi konular üzerinde odaklanmalıyız.

Bütün bunların, halkın özgüveni ile de yakından ilişkili olduğu anlaşılmalıdır. İşçilerin onuru işyerinde, medyada, genel kamusal tartışmalarda ve burjuva fikirler ve değerleriyle neoliberal siyasetin egemen olduğu bir toplumun sosyal ve ekonomik ikliminin içinde sistemli biçimde saldırıya uğruyor. Bütün bunlar yalnızca üretken emek, sınıf ilişkisi ve sınıf kimliği kavramları yeniden sahiplenilerek değiştirilebilir. Ancak bütün bunlar, sınıfa dışarıdan dayatılamaz. Bunlar, ancak toplumsal mücadelenin bir parçası olarak ve toplumsal mücadele sırasında geliştirilebilir.

Toplumsal sözleşme, asla emek hareketinin bir amacı olarak tanımlanmış olmayıp özgün tarihsel koşulların ürünüdür. O, emekle sermaye arasındaki güçler ilişkisindeki kaymaların sonucu olmuştur. Rus devriminin, Batı’daki güçlü sendikal ve emek hareketinin, üçüncü dünyadaki güçlü kurtuluş hareketlerinin ve kapitalist ekonomide İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan uzun istikrarlı ekonomik büyüme döneminin kombinasyonu, görece istikrarlı bir sınıf uzlaşması dönemini mümkün kılmış olan son derece özgün koşullardır. Çok daha elverişsiz güç ilişkileri altındaki mevcut koşullarda, yeni bir sınıf uzlaşmasına, yeni bir toplumsal sözleşmeye ulaşmak tam bir yanılsamadır. O halde amacımız, toplumsal sözleşme ve refah devletini aşmak olmalıdır. Çalışanların çıkarlarını güvence altına alabilecek tek yol, neoliberal politikaların restorasyonunu yaratan maddi önkoşulları sarsacak ölçüde derin bir toplumsal dönüşümdür.