“Bir yandan yaklaşık yarım yüzyıldır Cumhuriyet fikrinin tüm dayanaklarını ortadan kaldıran neoliberal yıkım stratejisi, diğer yandan bu stratejinin bir sonucu olarak ortaya çıkan otokratik tek adam zihniyeti ülkemizi bir enkaz altında bırakmış durumda.
Bu enkazın altında kalmamak için tek yolumuz var: Cumhuriyet’i kendi anlamına uygun biçimiyle, yani halk egemenliğiyle yeniden kurarak, laik, sosyal ve demokratik bir hukuk devleti niteliğine gerçekten kavuşturarak geleceğe taşımak”[1]
Bu ülkenin enkaz altında bırakıldığını anlatan bu satırlar yaşadığımız deprem felaketinin ardından kaleme alınmadı. Bu satırlar geçtiğimiz 29 Ekim’de DİSK olarak açıkladığımız “İşçilerin Yüzüncü Yıl Bildirgesi”nden alıntı.
O tarihte bu ifadeleri belki de “abartılı” bulanlar olmuştur. Ancak maalesef arka arkaya yaşadığımız felaketlerin, bizi sarsan acı hakikatlerle ve altında kaldığımız enkazla yüzleşmemizin ardından artık sanırım hiçbirimiz “eskisi gibi olmayacağız”, eskisi gibi düşünemeyeceğiz ve en önemlisi de bu ülkenin “eskisi gibi” yönetileceğini savunamayacağız.
Sermaye egemenliğinin en vahşi görünümü olarak neoliberalizmin yarattığı yıkımın boyutları çok acı bir biçimde deprem felaketiyle görüldü.
Rant için yapılan dönüşümlerin, denetimi özelleştirmenin, sosyal devletin yıkımının ağır sonuçlarını gördük. On binlerce insanımızın enkaz altından günlerce duyuramadıkları ve teker teker kesilen seslerini işittik. Liyakatsizliğin ve neoliberal politikaların çürüttüğü kurumların arama kurtarmadaki yetersizliklerine, şirket gibi yönetilen asırlık kurumların deprem günlerinde çadır sattığına tanık olduk.
“Gölgesini satamadığı ağacı kesen”, “memleketi adeta bir şirket gibi yöneten” bu düzen doğal afetleri bir felakete dönüştürdü. Her şeyi ama her şeyi özelleştirince, serbest piyasanın vahşi kurallarını dokunulmaz kılınca, sosyal devletten uzaklaşıp, sosyal politika “yardım faaliyetine” indirgenince, her şeyi ama her şeyi sermayenin sınırsız ve sorumsuz kar maksimizasyonu hedefine tabi kılınca; özetle memleket adeta bir şirket gibi yönetilince karşı karşıya kalacağımız acı hakikatin bu olacağını yarım asırdır söyledik, söylüyoruz.
Dünyaya paralel olarak ama çok daha ağır bir biçimiyle ülkemizde de sürdürülen neoliberal yıkım stratejisi ile nispi sosyal devlet yok edildi, sosyal politika olabildiğince zayıflatıldı, kamusal olan ne varsa yağmalandı ve en önemlisi bugün ikinci yüzyılın eşiğindeki cumhuriyetin tüm dayanakları, tüm taşıyıcı kolonları tek tek tahrip edildi.
Çalışma yaşamı sadece güvencesiz değil, güvenliksiz bir hal aldı. Çalışırken ölüm, iş cinayetleri muazzam bilimsel ve teknik gelişmeye rağmen azalmak bir yana, hızla arttı.
Sendikal haklar ağır baskılarla yüz yüze kaldı. Bunun sonucunda sendikalaşma ve toplu pazarlık kapsamı ciddi biçimde zayıfladı. Türkiye işçi sınıfının yüzde 90’dan fazlası sendikal korumadan yoksun bırakıldı.
Bu ortam içinde gelir eşitsizliği artarken, ortalama ücretler asgari ücret düzeyine geriletildi. Ağır vergi yükü işçilerin gelirlerini aşındırdı. Bu sürecin doğal bir sonucu olarak işçi sınıfı ve emekçiler finansal araçlar yoluyla daha fazla borçlandırıldı.
Sonuç olarak ülkemizde 24 Ocak ve 12 Eylül ile başlayan iktisadi açıdan liberal, siyasal açıdan otoriter ve baskıcı rejim geçmiş yarım asırda giderek kurumsallaştı. Kuvvetler ayrılığı ortadan kalktı, tüm kuvvet tek kişide toplandı, denge ve denetleme mekanizmaları işlemez oldu. Yargı bağımsızlığını ve tarafsızlığını tamamen yitirdi; uluslararası antlaşmalar bile bir kenara atıldı. Ve şu anda ülkemizin üzerine bir kara bulut gibi çöken başkanlık rejimi adım adım hayata geçirildi.
Memleketi bir şirket gibi yöneten zihniyetin eseri olan başkanlık rejiminin halkımızı altında bıraktığı tek enkaz, depremde yıkılan binaların enkazı değil. Sermayenin sınırsız ve sorumsuz egemenliğine dayalı bir sistem kurma çabalarının sonucu olarak ülkemize getirilen otoriter başkanlık rejiminin işçi sınıfı için, halkımız için çok ağır sonuçları oldu.
Yüzde 15’ten -baskılanmış resmi rakamlarla bile- yüzde 51’e fırlayan enflasyon ile alım gücümüz hızla geriledi.
Yüzde 68’e yükselen gıda enflasyonu ile ekmeğimiz küçüldü.
5 TL’den 19 TL’ye yükselen dolar kuru ile yoksullaştık, Türkiye küresel sermaye için “ucuz işgücü cenneti” haline getirildi.
Başkanlık rejimi boyunca 5,5 milyon işsize 3 milyon yeni işsiz daha eklendi.
Ücretlilerin sayısı hızla artarken emeğin milli gelirden aldığı pay yüzde 38’den yüzde 25’e düştü.(…)
Milyonlar yoksullaşırken bir avuç zengin daha zengin oldu. Sermayenin milli gelirden aldığı pay 5 yılda yüzde 44’ten yüzde 57’ye yükseldi.
Sonuç olarak temel meselemiz bu başkanlık rejimine son vermek, demokratik bir Cumhuriyet’i inşa etmektir. Demokratik bir Cumhuriyet’i en özet haliyle neyin üretileceğine, nasıl üretileceğine ve nasıl bölüşüleceğine halkın karar verdiği bir düzen olarak tarif ediyoruz. Bunun da yolu örgütlü olmaktan, işçi sınıfı için sendikalı olmaktan geçmektedir. Yurttaşların dörtte üçünün ücretli çalıştığı bir ülkede işçilerin dışlandığı bir cumhuriyetin, sendikal hakların olmadığı bir demokrasinin olamayacağı açıktır.
Bu nedenle demokrasinin ve cumhuriyetin yeniden inşa edilmesinin başlangıç noktalarından birisi, sendikal hak ve özgürlüklerin ILO standartlarına uygun biçimde tanınması; yani sendikalaşma, toplu pazarlık ve grev hakkının önündeki tüm engellerin kaldırılmasıdır. Otoriter bir rejime giden yol, işçi sınıfının örgütlü gücünün dağıtılması ve sermayenin tek taraflı olarak tüm müzakere/diyalog masalarını devirmesi ile başladıysa, bu rejimden çıkışın yolunun başlangıç noktasında da yıkılanları yeniden inşa etmek olmalıdır. İşçi sınıfı olmadan cumhuriyetin mümkün olmadığını, demokratik bir cumhuriyetin hiç mümkün olmadığını bu ülke acı bir tecrübe ile öğrenmiştir.
Evet, emek eksenli yeniden kuruluşun başlangıç noktası, emeğin örgütlü olması; neyin üretileceğine, nasıl üretileceğine ve nasıl bölüşüleceğine halkın karar verdiği bir düzen olarak demokratik bir cumhuriyetin inşa edilmesidir. Bu sayede bugüne kadarki tüm politik tercihlerin de değişeceği açıktır.
Bu başlangıç noktasından biraz ilerleyelim: Bir avuç sermayedar ve zenginin yararına işleyen, toplum ve kamu yararını, toplumsal ve kamusal çıkarları ve en nihayetinde ekolojiyi tahrip eden, toplumsal kaynakları rant uğruna talan eden, tüm çarkları zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapmak için dönen bu düzen yerine, insanı ve doğayı önceleyen toplumcu/kamucu politikaları hayata geçirmek mümkündür. Daha fazla sosyal politika ve daha fazla sosyal devlet bu politik tercihlerin değişmesiyle mümkün olabilecektir. Yaşadığımız ekonomik kriz ve deprem felaketi karşısında politik tercihlerdeki bu değişim sadece mümkün değil, aynı zamanda zorunludur.
Depremin yaralarını sarmak ve ülkemizi yeniden inşa etmek için bilime, sosyal politikaya ve sosyal devlete her zamankinden daha çok ihtiyacımız bulunmaktadır. Bu anlayışla, özellikle deprem bölgesinde acilen alınması gereken önlemler vardır. Depremzedelere yaşamlarını sürdürmek ve yeniden kurabilmek için doğrudan veya dolaylı çeşitli kamusal destekler sağlanmalıdır. Bu kapsamda depremzedelerin elektrik, su, doğalgaz ve iletişim fatura borçlarının silinmesi, bu hizmetlerden bedelsiz yararlanmaları; vergi borçları ile kredi kartı ve ihtiyaç, konut ile taşıt kredi borçlarının silinmesi; depremde hayatını kaybedenlerin hak sahiplerine koşul aranmaksızın ölüm aylığı bağlanması; yine prim ve süre şartı aranmaksızın malullük sigortasından aylık bağlanması; eksik, yetersiz ve işverenler tarafından kötüye kullanmaya açık “fesih yasağı”ndaki istisnaların kaldırılması; işsizlik sigortası ödeneği ile kısa çalışma ödeneğinin ön koşulsuz verilmesi şarttır.
Daha genel olarak yapılması gereken ise 40 yıllık neoliberal dogmaların terk edilerek, halkın yaşamını iyileştirecek, işsizlere iş bulacak, daha iyi işler yaratacak, daha iyi ücretler sağlayacak politikaların hayata geçirilmesidir. Bu doğrultuda atılabilecek ilk adımları ise şu şekilde sıralayabiliriz:
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi, Avrupa Sosyal Şartı ve temel ILO sözleşmelerine uygun, İNSAN ONURUNA YARAŞIR ÇALIŞMA YAŞAMI tesis edilmelidir. İnsan onuruna yaraşır bir çalışma yaşamının temel şartları, sosyal güvence, işçi sağlığı ve iş güvenliği, ayrımcılık yasağı, grevli ve toplu iş sözleşmeli sendikal haklar ve insanca yaşamaya yetecek bir gelirdir.
Emeğin haklarını, insanca çalışmayı, toplumsal gelirin adil yeniden dağılımını, katılımcı demokrasiyi, toplumsal cinsiyet eşitliğini ve herkesin sosyal güvenliğini sağlayan yeni bir kalkınma modeli benimsenmelidir.
Başta sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik olmak üzere temel toplumsal ihtiyaçların, eşit, parasız, nitelikli ve ulaşılabilir olması şarttır. Deprem bölgesi öncelikli olmak üzere barınma hakkının da temel bir hak olarak görülmesi ve konut ihtiyacının kamu tarafından karşılanması gerekmektedir.
Vergide adalet, yani çok kazananların daha çok vergi vermesinin sağlanması, dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payının düşürülmesi; yani verginin tabana değil tavana yayılması zorunludur.
Sonuç olarak, 40 yıllık neoliberal dogmanın enkazının üzerinde yeni bir düzeni inşa etmek zorundayız. Nüfusunun büyük bölümü ücret gelirleriyle geçinen bir ülke “küresel ucuz işçi kampı” olarak kurgulandığında ortaya çıkan sonucu hep beraber yaşıyoruz. Dünyada sendikal haklarda son sıralardan kurtulamayan, çalışma saatlerinin en uzun olduğu, en alt sıralarda yer alan asgari ücretinin dahi ortalama ücret haline geldiği, iş cinayetlerinde her dönem liderliğe oynayan bir ülke olmaktan derhal kurtulmamız şarttır.
AKP başta olmak üzere neoliberal dönemde, “en alttakilere yardım” faaliyetlerine daraltılan sosyal politikaların da sosyal devletin de odaklanması gereken alan budur. Büyük çoğunluğu ücretlilerden oluşan bir toplumda, demokratik bir yeniden kuruluşun da, cumhuriyetin demokrasiyle taçlandırılmasının da, sosyal politikaların da, sosyal devletin de odağında emek olacaktır, olmalıdır.
[1] https://disk.org.tr/2022/10/iscilerin-100uncu-yil-bildirgesi-demokratik-ve-sosyal-cumhuriyet-ile-emegin-turkiyesi/