Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye ilişkin 16. İlerleme Raporu Ekim 2013’te yayınlandı. Bu raporda da önceki raporlara benzer biçimde bu raporda da Türkiye’nin üyelik sürecindeki kaydettiği ilerlemeler ve halen giderilemeyen eksiklikler ekonomiden hukuki altyapıya, siyasal kültürden toplumsal konulara değin geniş bir yelpazede değerlendirildi. Genel kanı, raporun ılımlı bir dille kaleme alındığı ve AKP Türkiye’sindeki kimi değişimleri överken temel eksikliklere de atıfta bulunduğu şeklindedir.
Raporun içerdiği temel eleştrirler
Geçen yıl hakaretamiz ifadelerle görmezden geldikleri ilerleme raporunu bu yıl büyük bir memnuniyetle karşılayan hükümet temsilcileri metindeki olumlu değerlendirmeleri vurgulamaya özen gösterse de, şüphesiz ki rapor, Türkiye’nin mevcut durumuna ilişkin bir takım önemli eleştirilere de yer vermiştir. Örneğin TEPAV AB Enstitüsü Direktörü Nilgün Arısan Eralp’e göre, raporun can alıcı noktalarından bir tanesi “Türkiye’de gerçek anlamda bir katılımcı demokrasinin henüz konsolide edilmediğini vurgulaması, ifade ve toplanma özgürlüğü başta olmak üzere ‘temel haklara’ yargı sürecinde saygı gösterilmesini Türkiye’deki siyasi reformların en önemli ölçütü olarak ön plana çıkarması”dır. Dahası, 2013 İlerleme Raporu’nda hem temel hak ve özgürlüklerin kullanımına ilişkin eksikliklere hem de yasama sürecinde çoğulculuğun sağlanması konusundaki yetersizliklere dikkat çekilmiştir. Bu bağlamda özellikle kolluk güçlerinin sebebiyet verdiği hukuk ihlallerini soruşturmak üzere bir Kolluk Gözetim Komisyonu’nun hala kurulmamış olması gerçeğine yapılan vurgu önemlidir.
Kurumsal eksikliklerin yanısıra reel politikaya dair bir dizi hatırlatma da rapor içerisinde öne çıkmaktadır. Örneğin partiler arası diyalog eksikliği, sivil toplumun yasama süreçlerine dahil edilmesindeki yetersizlikler ve kamu harcamalarının tam anlamıyla denetlenememesine yönelik vurgu oldukça güçlüdür. Parlamenter dizgenin işleyişi dışında KCK tutuklamaları ve Uludere/Roboski’nin aydınlatılamaması da raporda kendisine yer bulan konular arasındadır. Bu son hatırlatmalar bakımından AB’nin Kürt Sorunu özelindeki hassasiyetinin devam ettiği de söylenebilir.
Sıralanan değerlendirmeler ve eleştiriler arasında Gezi isyanına yönelik ifadelerin üzerinde ayrıca durmak gerekir. Rapora göre, Gezi sürecinde ortaya çıkan protestolar aktif ve canlı bir yurttaşlık olgusunun işaretleri olarak görülmelidir. Protestolar karşısında hükümetin, medyanın ve kolluk güçlerinin tavrı ise sorunludur. Raporda hükümetin müzakereci bir dil kullanmadığı, medyaya baskı yaparak sansür ve oto sansürle sonuçlanacak süreçleri mobilize ettiği belirtiliyor. Şiddet kullanımının hem polis hem de göstericiler açısından istisnai bir durumda kaldığı savunulurken, hükümetin ayrıştırıcı politikalarına karşı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “uzlaştırıcı rolünü devam ettirmesi” ise övülüyor.
Bu noktalar dışında, raporu hazırlayan Avrupa Komisyonu’nun yeni Anayasa, barış süreci ve demokratikleşme paketi gibi başka önemli konularda da AB’nin savunageldiği değerleri 2013 Türkiye’sine tercüme ederken genel anlamda çekingen, net eleştirilerden uzak duran ve Erdoğan Hükümeti’ni ‘son tahlilde’ olumlayan tavrını korumuş olduğu görülüyor. İhtimal ki, bu dikkatli üslubun arkasında AB’nin Türkiye’ye bakışındaki kalıcı durağanlık birincil derecede etkilidir. Birlik, üyelik sürecinde ne ciddi bir kırılmanın ne de gerçek anlamda bir ilerlemenin yaşanmasını istemektedir. Hükümetin, -epey bir süredir- ilişkilerin sürüncemede kalmasını kabullenen bir tavırla hareket ettiği gerçeği de dikkate alınırsa, aslında süreçteki düşük ritmin her iki tarafın da memnuniyetini yansıttığı söylenebilir. Tabii en azından söylem düzeyinde “dışlama yorgunluğuna” değinen iktidar, AB’nin tutumunu kötü niyetli bulduğunu belirtmektedir. Ancak mevcut tıkanıklığın nasıl aşılacağı noktasında bir yol haritası talep edilmediği gibi sürece ivme kazandıracak nitelikte radikal adımlar atma konusunda da her hangi bir işaret söz konusu değildir.
AKP iktidarı ve AB karşılıklı isteksizlik içinde
Süreci arafta bırakan bu karşılıklı yavaşlığın, tarafların birbirine bakışındaki araçsal tutumdan kaynakladığı söylenebilir. Şöyle ki, hükümeti destekleyen İslami-muhafazakar tarihsel blok için AB üyelik süreci birincil derecede önemli bir konu değildir. Zira üyelik sürecini ve sürece paralel giden demokratikleşmeyi Türkiye siyasetinin başat öğelerinden biri olarak gören söylem daha çok toplumun seküler-liberal kesimleri bakımından anlamlıdır. Dahası, AB üyeliğinin ciddi bir politik seçenek haline gelmesi, AKP liderliğini hem yürüttüğü dış siyaset hem de iç siyaset bakımlarından zora sokacak niteliktedir. Avrupalı bir Türkiye ile İslam dünyasının liderliğine oynayan ve plebisiter demokrasiyle yönetilen otoriter Türkiye imgeleri birbiriyle taban tabana zıt bir içeriğe sahiptir. Bu bağlamda rahatlıkla denilebilir ki, AKP için AB’ye yönelik güçlü adımlar atmayı taahhüt etmek son birkaç yılda inşa ettiği iktidar matrisini gözden çıkarmayı gerektirir.
Benzer bir ikilem AB için de geçerlidir. Çünkü Türkiye birlik için önemli bir ticari ortaktır. Türkiye’ye karşı yüksek perdeden dile getirilecek bir dışlama siyaseti Avrupa ekonomisini olumsuz etkileyecek bir dizi gelişmeyi beraberinde getirebilir. Ayrıca Türkiye’nin, pek çok Avrupa ülkesi için bir dış mesele olmaktan çok ülkelerindeki Müslüman yurttaşlarıyla ilişkileri bakımından bir iç siyasal soruna karşılık geldiği gerçeği de unutulmamalıdır. Türkiye’ye karşı aşırı bir tutumun Müslüman Avrupalıların kendilerini daha da dışlanmış hissetmelerine yol açması olasıdır. İslamofobiden beslenen Avrupa aşırı sağının giderek görünürlüğünü arttırdığı dikkate alındığında, Avrupa’nın kültürel ve siyasal çoğulculuk bakımından arzu edilen seviyede olmadığı açıktır. Türkiye-AB ilişkilerinin bir kopuşa doğru evirilmesi, varolan sorunları daha da arttıracak ve İslamofobi üzerinden siyaset yapan radikal grupların siyasal bir zaferi olarak yorumlanacaktır.
Öte yandan birlik için şu anki öncelik kesinlikle genişleme değildir. Brüksel’in konjonktürel önceliği mali sorunlarını çözmüş bir Avrupa’yı tesis etmekten geçmektedir. Yine bu bağlamda mevcut yapı içerisinde entegrasyonu derinleştirmek ve bahsi geçen derinleşme ölçüsünde ekonomik ve toplumsal yenilenmede yol almak, politik ajandanın sınırlarını önemli ölçüde belirlemektedir. Yasa dışı göç gibi sorunların da tümüyle önlenemediği gerçeği dikkate alınırsa AB’nin mevcut bağlam içerisinde isteyebileceği en son şey, yeni ve büyük bir katılımcı ülke olarak Türkiye’nin tam üyeliğinin yarattığı sorunlarla karşı karşıya kalmaktır.
Tartışmayı bitirirken hem İlerleme Raporu’nun hem de daha genel anlamıyla Türkiye-AB ilişkilerinin iç siyasette azalan etkisinin altı çizilebilir. Eskiden Türkiye gündemini uzun süre meşgul eden ve ülkenin dönüşüm perspektifini büyük oranda belirleyen AB İlerleme Raporları, bugün geldiğimiz nokta itibariyle iktidar üzerindeki etkisini hayli yitirmiş durumdadır. Öteden beri ülke içerisinde tabandan bir kamuoyu baskısı yaratamayan ve büyük oranda medya ile entelektüel çevrelerin dolayımına bel bağlayan AB’nin bugün iktidar üzerindeki etkisi son derece sınırlıdır. Bundan dolayı 16. İlerleme Raporu’nda kendini belli eden araflık hali, en çok siyasal gündemlerini AB perspektifi çevresinde ören düşünürleri boşa çıkarmıştır. Gelinen nokta bakımından diyebiliriz ki, AB’nin Türkiye’de çoğulcu demokrasi mücadelesinin destekleyici unsurlarından birisi olduğu kabul edilebilirse de bu mücadelenin asli unsuru olmadığı açıktır.
*Arş. Gör. Armağan Öztürk, Ankara Ünv.,
armagan17989@yahoo.com
*Doğancan Özsel, Hacettepe Ünv.,
dogancan.ozsel@hacettepe.edu.tr