Neo-liberal dönem boyunca küresel ölçekte finansallaşmanın ve piyasalaşmanın artması, ana akım iktisatçıların beklediği gibi, dünya ekonomilerini istikrara kavuşturmadı; aksine daha kırılgan hale getirdi. Gözler önündeki küresel dengesizlikler tesadüfi ekonomik şokların değil, kapitalizmin normal işleyişinin bir sonucu. 2007’de başlayan küresel çöküş sırasında piyasa ekonomistleri “V çıkışı” mı yoksa “U çıkışı” mı olacak diye tartışırken gelinen noktada gelişmiş ekonomiler gayet de “L harfi” şeklinde ilerliyor.
Avrupa Birliği içindeki siyasî sorunlar, Brexit ve Grexit tartışmaları, Trump’ın seçilmesi, Fed’in faizleri bir türlü arzu edilen şekilde arttıramayışı, Brezilya’daki işsizlik krizi, Çin ekonomisindeki yavaşlama, IŞİD gerçeği, Orta Doğu’daki travmatik durum insanlık için aydınlık bir gelecek göstermiyor; en azından kısa vadede. Bu karamsar gidişatı değiştirecek önlemleri almak için önce problemin iktisadi sebeplerini tespit etmemiz gerekiyor.
Kapitalist üretimin açmazları
Sürdürülebilir kapitalist büyümenin lokomotifi yatırımdır. Kapitalistler gelecekte kar edeceklerini düşünürlerse yatırım yaparlar, düşünmezlerse yapmazlar. Karlılığın azaldığı, sistemik risklerin arttığı, işçilerin üretilen mal ve hizmetlere yeterli toplam talebi gösteremediği bir ortamda biriken sermayenin önemli bir bölümü yatırıma dönüşmüyor. Bunun yerine dolar ya da avro gibi düşük riskli bir para biriminde istifleniyor (hoarding); tıpkı anneannenizin, biriktirdiği paraları yastık altında saklaması gibi. Çünkü parayı istiflemek hem reel yatırıma dönüştürmekten hem de finans sektöründe kumara yatırmaktan daha güvenli. Zira yatırıma dönüşen paranın her an eriyip yok olma ihtimali var.
Üretken sektörlerin birçoğu doygunluğa ulaşmış durumda. Mesela GM ve Chrysler’in iflas ilan ettiği; Pontiac, Saab ve Plymouth gibi markaların kapandığı; Opel ve Peugeot’un zor zamanlar geçirdiği bir ortamda girişimcilerin araba üretimi için büyük yatırımlar yapmaktan çekiniyor olması gayet anlaşılabilir. Reel üretimde kontrol etmesi hiç de kolay olmayan bir sürü belirsizlik var. Nispi fiyatlar değiştiği zaman yatırıma başlarken yaptığınız fizibilite hesabınız çarşıya uymayabilir. Sendikaların ani çıkışları üretimi aksatabilir. Tüketiciler tercihlerini başka ürünlere yönlendirebilir. Schumpeteryen yaratıcı yıkım sizin sektörünüzü vurabilir. Küresel bir kriz çıkabilir. İç çatışmalar ya da bölgesel savaşlar yaşanabilir. Bugün, bu gibi senaryoların gerçekleşme ihtimalleri 50-60 sene öncesine göre çok daha yüksek.
Günümüzde bilişim, telekomünikasyon ve enerji en karlı sektörler haline geldi. Fakat Apple, Samsung, Microsoft, Sony, Amazon, Facebook ve Google gibi şirketlerin büyüklükleri rekabetin önüne bariyer koyuyor. Otantik bir kahveci açarak kafe piyasasından pay alabilirsiniz, ama karlı diye doğalgaz işine girip GazProm ile rekabet edemezsiniz. Sadece ekonomik değil siyasi bariyerler de piyasanın seyrelmesine izin vermez.
Öte yandan, reel üretime alternatif olan hizmet sektörlerinin, özellikle gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, toplam üretim içindeki payı artıyor. Fakat hizmet sektörü ölçeğe göre artan kazanç getirmediğinden sürdürülebilir büyüme sağlamıyor. Daha önceki sistemik kriz dönemlerinde kapitalizm kendini buhar makinesi, demiryolu, otomobil, petrokimya, elektrik-elektronik ve bilgisayar teknolojileri gibi yayılma etkisi olan “icatlar” ile yenilemişti. Bu bağlamda dünya kapitalist sisteminin bir türlü aşamadığı son büyük krizin yapısal sebeplerinden biri de sistemi kurtaracak bir icat çıkmıyor olması. En karlı şirketler icatlarla değil inovasyonlarla tüketicileri sömürüyorlar. Yıllardır kasası ve model numarası değişen, ancak bir öncekinden pek de farklı olmayan telefonlar absürt fiyatlarla satılıyor. Bir icat olmayan Tesla ya da Toyota Prius gibi elektrikli/hybrid otomobille, yalnızca benzinli olanların yerini alacağı için yeni bir ekonomik alan yaratmayacak sadece mevcut ulaşımdaki enerji kompozisyonunu biraz değiştirecek.
Dünyayı yerinden oynatacak ve kapitalist sistemi tekrar canlandıracak bir icat çıkması kısa vadede mümkün görünmüyor. Bunun bir sebebi de giderek artan ekonomik konsantrasyon, tekelleşme ve ar-ge’nin özelleşmesi. Şirketler arası rekabetin azaldığı dönemlerde kimse çığır açan ürünler geliştirmek için para harcamak istemez. Nasılsa bu telefonu ya Apple’dan ya da Samsung’tan alacaksınız, fazla bir seçeceğiniz yok. Bilim ve teknoloji artık üniversitelerdeki araştırmacıların serbest yönelimleriyle değil özel sermayenin finanse ettiği projelerle gelişiyor. Büyük icatlar, kapsamlı yatırım ve uzun yıllar çalışma gerektirir. Kaldı ki 20-30 sene çalışıp milyarlarca dolar harcanan bir projenin başarılı olmama ihtimali de vardır. Bundan ötürü araştırma fonları, sonu gözükmeyen büyük projeler yerine kısa vadede yüksek karlar getiren ‘inovasyon’ çalışmalarına gidiyor. Çünkü uzun vadede hepimiz ölüyüz. Dolayısıyla kapitalist sistemin iç dinamikleri kendini durağanlığa itiyor. Bu açmazdan çıkmanın tek yolu, bilim ve teknolojinin kar amacı gütmeyen devlet fonlarıyla finanse edilmesidir.
Finansallaşma ve artan borçluluk
Birkaç yıldır yavaş giden S&P 500 endeksinin bugün, krizdeki dip noktası olan Mart 2009 seviyesinin 4 katına çıkarak, rekor seviyeleri ulaştığı görülüyor. Aynı şekilde BİST de rekor kırıp 100 000 sınırını aşınca endeksten iki sıfır atılması gündeme geldi. Teoride borsalar, şirketlerin gelecekteki gelir akışı ve karlılık beklentilerinin bugünkü değerlerini yansıtır. Fakat, Keynes ve Minsky’nin de öngördüğü gibi, pratikte bu hayali beklentiler ile iktisadi temeller arasında bir açı -yani balon- oluşabilir. Peki son yıllarda artan borsa endekslerinin arkasında hangi iktisadi temeller var?
Amerika’da istihdam artıyor gibi gözüküyor ama bu kaliteli bir artış olmadığı için düzenli gelire dayalı tüketim beklenen seviyelerde değil… Bazı emtia fiyatları deflasyon ile dezenflasyon arasında gidip geliyor… Gelişmiş ülkelerin faiz oranları sıfıra yakın… Ekonomik büyüme beklentileri düşük… Birtakım iktisatçılar Amerika’nın yeni bir krize doğru gidiyor olabileceğini tartışıyor… Çin ekonomisi yavaşlıyor… Kısacası ekonomik temellerin çoğu ikna edici değil. Hal böyleyken rekor kıran borsaların yeni bir balon şişiriyor olması kulağa çok da garip gelmiyor.
Küresel finans dolaşımının çekirdeğinde ekseriyetle Amerikan sermayesi vardır. Dolarlar, istikrarın gözlemlendiği dönemlerde gelişmekte olan ülkelere akarak buralarda balonlar yaratır. Sistemik risklerin arttığı dönemlerde de kendini çekip New York’a geri gelerek ne idüğü belirsiz bin bir çeşit finansal araç üzerinden getiri elde etmeye çalışır. Burada piyasanın şiştiği ve gelişmekte olan piyasalarda riskin azaldığı dönemlerde tekrar Asya’ya ve Latin Amerika’ya gider. Arada çıkan ufak tefek yerel krizler bu döngüyü aksatmaz, aksine beslerdi.
Fakat 2007 yılında başlayan sistemik krizden bu yana para sermaye artık bu şekilde dolaşmıyor; dolaşamıyor. Sermayedarlar parasını dolaştırmak yerine istifliyor, çünkü bugün paranın üzerine oturmak yatırım yapmaktan daha mantıklı. Amerika’daki durağanlık, kolay sermaye dolaşımıyla gelişmekte olan ülkeleri; gelişmekte olan ülkelerdeki kırılganlık da Amerikan ekonomisini besliyordu. Ama bugün görüyoruz ki bu mekanizma işlemiyor, sistemdeki para ne oraya ne de buraya gidiyor. Hastalık artık bir ya da birkaç ülkenin hastalığı olmaktan çıktı; virüs küresel sisteme iyice yayılmış durumda.
Sıfıra yakın faiz maliyetiyle kolay ve ucuz kredi imkanı var ama kredi çekip parayı koyacak karlı yatırım alanları yok. Bundan ötürü düşük faiz, ucuza borçlanıp reel yatırım yapma imkanı sağlamak yerine tüketimi şişiriyor. Hem hane halkının hem özel şirketlerin hem de devletlerin borçları bütün dünyada artıyor. Çoğu devlet, Maastricht kriteri olan %60’ın çok üzerinde borçlanıyor. Resmi devlet kurumları, kendi borç/GSYH oranlarının kısa vadede daha da artmasını bekliyor. Peki dünya ekonomilerinde bu borçluluğu karşılayacak gelir üretimi var mı? Yok ise bunun sonu büyük bir çöküş ya da savaş olur.
Bölüşüm sorunları
Kapitalist ideoloji, az gelişmiş ülkelerin zaman içinde gelişmiş ülkeleri, fakir bireylerin de zenginleri yakalayıp daha dengeli bir bölüşüme ulaşılacağını pazarladı. Fakat gelinen noktada görüyoruz ki, bu vaatlerin ikisi de suya düştü. Gelir ve servet dağılımı makası, kapanmak bir yana, hem ülkeler hem de bireyler seviyesinde daha da açıldı. Malum kitabında Piketty, tıpkı Marx gibi, bunun bir anomali değil kapitalizme içkin bir dinamik olduğunu geniş ve uzun bir veri seti üzerinden anlattı. Gelir dağılımındaki adaletsizlik, neredeyse tanım gereği, kronik bir eksik tüketim yarattığı için sistemin kuyusunu kazıyor. Serveti vergilendirmenin de sistemi kurtarmanın tek yolu olduğu düşünülüyor. İktisadi kusurları bir yana, bu servet vergisi önerisinin siyasi olarak imkansızlığını rahmetli Mustafa Koç “daha ne vereceğiz, bir gömlek kaldı zaten” diyerek göstermişti.
Gelir ve servet dağılımı adaletsizliği her zaman vardı, ama ilk defa 8 kişi dünyadaki servetin yarısına sahip oluyor. Kitlelerin durumdan rahatsız olduğu aşikar. Dünyaya yayılan Wall Street’i İşgal Et eylemleri, IMF-DB gösterileri, G-20 protestoları sistemin kitlelerin rızasını imal etmekte zorlandığını gösteriyor. Sistemin işçileri satın alma gücü giderek azalıyor. Artan tüketimin büyük bir kısmı kısa ve orta vadeli kredilerle finanse edilebiliyor, çünkü bireylerin mevcut tüketimlerini maaş gelirleriyle karşılaması mümkün değil.
Bölüşümdeki adaletsizliğin sistem içindeki müsebbiplerinden biri, neo-liberal dönemde sendikal hakların yok edilmesi. Amerika’da %10, Türkiye’de %5’lere inen sendikacılık oranı işçilerin pazarlık payını elinden alıyor. Nitekim sendikacılık oranının yüksek olduğu İskandinav ülkelerinde durum, yavaş yavaş kötüleşiyor olsa da, Amerika ya da Türkiye kadar vahim değil.
Sistem tıkanmış durumda
Çeyrekten çeyreğe açıklanan büyüme oranlarına ya da aylık enflasyon rakamlarına bakıp gündem değerlendirmesinde bulunmak biraz miyopluk yaratıyor. Önümüzdeki 10-20 yılın neler getireceğini anlamak için büyük resme bakmalıyız. Girişimci yatırım yapacak karlı alanlar bulamıyor, finansallaşan bir ekonomide finans sermaye dönmüyor, sistem kendini toparlayacak büyük bir icat çıkaramıyor ise yakın gelecekte ciddi bir iyileşme beklemek aşırı iyimserlik olur.
Kapitalizm küresel bir sistem olduğu için mücadele de küresel boyutta, enternasyonal bir şekilde sürdürülmelidir. Amerika’da Sanders, İngiltere’de Corbyn, Yunanistan’da Çipras ve İspanya’da Iglesias gibi isimlerin yükselişi, özellikle aslında gelişmiş batı ülkelerindeki rahatsızlığın bir tezahürü. Kanımca, bu hareketlerin, kısa vadede sol yönelimli bölgesel ortaklıklara vesile olarak, sistemde yapısal kırılmalar yaratması gerekiyor. Radikal tavır almadan aşırı temkinli bir şekilde hareket eden sol hareketler, görüyoruz ki, sistem tarafından çok kolay sindiriliyor.
*Anıl Aba
Dr., Boğaziçi Üniversitesi
anilaba82@hotmail.com