AYDIN CINGI*
Sosyal Demokrat Dergi’nin 19. sayısının dosya konusu “AB ve TR-AB ilişkileri”. Bu konuda epey kalem oynatmışlığım olduğu için, ben de, AB ile ilgili bir makale yazmak istiyordum. Ancak bazı nedenlerle bu sayıya başka bir bağlamda katkı yapmayı yeğledim. Öncelikle dosya konusuna çok sayıda yazar son derecede yetkin biçimde değinmiş. Benim yazı eksik olsa pek fark etmez diye düşündüm ve AB’ye ilişkin görüşlerimi okura bir başka sayıda sunmaya karar verdim. Ayrıca bu sayıda AKP iktidarının ve onun liderinin son dönem marifetleri işlenmiyor. O konu da eksik kalmasın istedim.
Bir başbakan her olan bitene karışmalı mıdır?
Bilmem siz de benim gibi mi duyumsuyorsunuz? Benim yüreğim, Tayyip Bey’in ekranda her belirişinde ve oradan her haykırışında sıkışıyor. Hani çalıştığınız iş yerinde, idare amiri gibi her şeye karışan bir genel müdür vardır; her şeyin en doğrusunu hep o bilir. Personelin giyim kuşamından içilen çayın demine, tuvaletin temizliğine kadar her olgu ve duruma müdahale eder. O işyerinde çalışanlar kendilerini önemsizleşmiş ve aşağılanmış hissederler. Ben şahsen Tayyip Bey’in yönettiği bir Türkiye’de aynen böyle bir ruh durumuna giriyorum.
Demokratik ülkelerde başbakanlık mevkiine ulaşmanın mekanizmaları bellidir. O mevkie bilinen yollardan geçerek gelmek, başbakana insanların yaşamına müdahale etme hakkı vermez. Aslında bizimki gibi toplumlarda seçmenin çoğunluğu, iktidara getirdiği partinin lideri ile kendi kimliği arasında bir ölçüde özdeşlik kurar. Başbakan biraz da böyle bir kimliğe ve yetiye sahip olduğu için oradadır. Ancak yine de, demokratik olma savındaki bir ülkede başbakanlığa gelen her kişi her işe burnunu sokan buyurgan bir amir gibi davranabilir mi?
Yürütme erkinin başındaki kişinin yetki sınırları anayasal yollarla belirlenmiştir. Ne var ki, ülkemizde bu erke şu anda sahip olan kişinin otoriter tavrı ve çevresine saldığı korku, yetkisinin sınırlarını olağanüstü biçimde genişletiyor. Geçen yaz Beyoğlu’nda sokaktaki masaları toplattı. Bu yıl da Santralistanbul’da düzenlenen festivalde içki içilmesini yasakladı. İnsanların yaşam sevincine, kendi saplantıları uğruna ve doğrudan kişisel müdahale yoluyla musallat olmak nasıl bir duygudur? İktidar erkini kullanan kişiler, içinde gelişip oluştukları tutucu ortamları ve belirli mutlulukları “haram” sayan anlayışları, kendi kısıtlı dünya görüşleri doğrultusunda ülkenin geneline yaymak zorunda mıdır?
Bedenleri üzerindeki son söz hakkı, uygar dünyada, büyük ölçüde kadınlara aittir. Bir başbakan ne diye “kürtaj” konusuna karışır? Hele hele “sezaryen” gibi teknik bir konuya ne amaçla girer? O, her şeyi bilen midir? Bir zamanlar kafasını “zina” konusuna da takmıştı. AB “olmaz” deyince vazgeçtiydi. Hangi sabit fikirler kafaların alkole ve kadına/cinselliğe takılmasına yol açıyor? Başbakan, geleceğin Türkiye toplumunu hangi model üzerinden tasarlamak istiyor?
Türkiye Cumhuriyeti’nin yöneliş ve yönetiminde etkili ve yetkili kişi bir tür “zaptiye nazırı” ve “tek seçici” işlevi mi görmelidir? Çamlıca’da şu kadar sayıda minaresi olacak bir cami yaptırmaya yönelirken ya da Taksim’de kışlalı ve yer altı trafikli bir düzenlemeye karar verirken, görüşünü almaya tenezzül buyuracağı yetkili kurullar veya ille de badem bıyıklı olmayan uzmanlar hiç mi yoktur? Hem bu türden “demokratik katılım” gerektiren kararların alınma süreçleri ülkemizde niye kurumsallaşamamış; herkesi korkutmuş bir erk sahibi nasıl olup da kendi deyimiyle “astığı astık kestiği kestik” konuma gelerek ülkenin tek karar vericisi olabilmiştir?
Görüşleri üstelik de çoklukla anlamlı ve isabetli bile değilken, niye sesimiz çıkamıyor? Acaba bu, bir kupanın stadın içinde mi yoksa dışında mı verileceği hususunu dahi kendisinden soran çocuksu ve sorumluluk kaçağı zihniyetimizden mi kaynaklanıyor? Tayyip Bey, dünyanın gözü önünde, “olimpiyatları bize Müslüman ülke olduğumuz için mi vermiyorsunuz?” diyor. “Çin bile olimpiyat oyunları düzenlediyse biz de yaparız” buyuruyor. Bir kez ifade, nezaket kurallarını zorluyor; hatta ırkçı tınılar içeriyor. “Çin bile…” ne demek? Çin, Londra olimpik oyunlarında şu ana değin ABD ile birlikte en çok madalya toplamış olan ülke. Ayrıca 2008 Pekin Olimpiyat Oyunları şimdiye kadar yapılmış en düzenli olimpik organizasyon. Böyle aklına estiği gibi ve de “doğruyu söylediğini sanarak” ileri geri beyanda bulunmak, acaba bir tür “olmadık cesaret”ten mi kaynaklanıyor?
Şirketlerde personel bu türden bir müdürü protesto eder, onun çekip gitmesi için eyleme girişir. Bunun benzerini ülke çapında yapabilmenin tek yolu, “ülke müdürünün” sandıktan çıkmamasını, siyasal sahneden ayrılmasını etkin muhalefet ile sağlamak. Oysa o, bırakın ayrılmayı, bu kez “başkan baba” sıfatıyla daha uzun süre ensemizde boza pişirmenin planlarını yapıyor. Şu son yedi sekiz ay içinde demokratik bir hükümeti düşürecek kaç olay oldu; eğer gidecek olsa, onlardan birini istifa nedeni sayardı.
Her hatayı yapıp kendini hep kusursuzmuş gibi sunabilme sanatı
Uludere’de ne oldu; hala bilmiyoruz. Demokratik bir ülkede iktidar, 34 vatandaşının yaşamını yitirdiği böyle bir olayda hem hiçbir açıklama yapmaz hem de konumunu koruyabilir miydi? Gelin son üç ayı gözden geçirelim. Mayıs 2012’de, 1300 kadar çocuğumuz okulda kendilerine verilen sütten zehirlendi ve hastanelik oldu. Sorumlular, önceleri “psikolojik” vakalardan dem vurdular. Daha sonra sütün bozuk olduğu ortaya çıktı. Demokratik bir Batı ülkesinde hükümet mutlaka düşerdi. Burada ise “ülkenin müdürü” oralı olmuyor; etrafa öfke saçıp duruyor. Herhangi bir şey yolunda gitmemişse, suç mutlaka başkasındadır zaten!
Suriye, Haziran’da, uçağımızı düşürüyor. Olayın meydana gelmesine yol açan koşulları hala bilmiyoruz. “Zaptiye nazırı” yine köpürüyor; ancak nedir, ne oldu, nasıl oldu haberimiz yok. Yetmiş iki milyonun açıklama bekleyen kesimi yine avucunu yalıyor. Yaptırımdan yoksun ve milliyetçi tınılı, içi boş bir esip gürleme sürecine tanık oluyoruz.
Temmuz’da, TOKİ’nin Samsun felaketi geliyor. Genelde özelleştirme meraklısı olan hükümet, nedense(!) yalnızca inşaat sektörünü -tüm resmi denetim süreçlerini ortadan kaldırdığı TOKİ eliyle- fiilen devletleştiriyor. O sektör de bu durumda işte! Başka taşkınlarda dere yatağına inşaat yapan vatandaş kabahatliyken, Samsun’daki can kaybı “takdir-i ilahi”! Bir yıllık yağmur bir günde yağmış! Bir olasılıkla “ulema” yağmur duasını abartmıştır.
Bu arada, “demokratik koşullarda” iktidarı sarsma hatta düşürme potansiyeli taşıyan bazı olayları, sondan başlayarak, dikkatlere sunalım. İhalesi yapılıp da bir türlü inşa edilmeyen korunaksız karakollarda dizi dizi genç askerin ölüp gitmesi; AKP milletvekilinin oğluna “saygısızlık” etmiş polislerin apoletleri sökülerek sıraya dizilmeleri; bir tek sınavı doğru yapsa bayram edilesi ÖSYM’nin sürekli dürüstlük ve beceri gösterileri; iktidarın, 4+4+4 sistemini –ki gelecek kuşakların zihin yapısını, dolayısıyla ülkenin geleceğini belirleyecektir- 24 saatte yasalaştırma ve muhalefete fiziki engel oluşturarak söz hakkı tanımama ayıbı; Deniz Feneri rezaletinde sanıkların bırakılıp savcıların kovuşturulması; Mavi Marmara ekseninde sürekli laf ebeliği ve üfürme edebiyatı… Ve de seçmeni her alanda kutuplaştırmaya yönelik kesintisiz demagoji ve inanç sömürüsü.
Başbakanlık mevkiini, bazı eski hesapları görme ve zihninde yıllardır biriktirdiği problemleri kendi meşrebince çözümleme platformu gibi kullanmayacak bir yürütme erki başkanına gereksinmiyor muyuz? Uygar ve demokratik Türkiye için, buyurgan bir müdür ya da despot bir zaptiye nazırı gibi davranmayan samimi bir lider yönetiminde ciddi bir iktidar istemiyor muyuz? Bu yüzden, muhalefet partimizin artık gerçekten yola koyulması gerekiyor.
*Siyaset Bilimci, sosyaldemokratdergi@gmail.com