Türkiye’nin kader seçimi olarak da adlandırılan 2023 seçimleri yaklaşırken en önemli konulardan biri adayın kim olduğu sorusu üzerinde odaklanmış durumda. Kamuoyunda aday kadar olmasa da ehemmiyet verilen bir başka husus ise adayın nasıl bir seçim kampanyası ve nasıl bir iletişim stratejisi izleyeceği.
Bu noktada altılı masanın adayının söyleyeceği ve vaat edeceği içerik kadar önemli olan bir başka konu da tüm bunları nasıl sunacağı. Metot bu olmakla birlikte seçim kampanyasının temel argümanlarının ne olacağı, ağırlıkla nelere dokunulacağı halen bir nihayete erdirilmiş durumda değil. Başarılı bir seçim kampanyası ile adayın bunu nasıl sunması gerektiğinin ipuçları Türkiye’nin son 20 yılında ama özellikle 2017 yılında yaşanan sistemik değişiklik sonrası süreçte gizli olduğu düşünülebilir.
Kimlik ve ekonomi
Öncelikle Türkiye’nin de küresel ölçekteki birçok ülkede olduğu üzere bir toplumsal çatışma dönüşümü yaşadığı ihtimalini söylemek gerekir. 1990’ların ve 2000’li yılların hakim toplumsal çatışma dinamiğinin kimlikler üzerinde şekillendiği biliniyor. Kürt-Türk, Sünni-Alevi, Dindar-Seküler ayrımlarının hakimiyeti altında şekillenen toplumsal çatışma biçimleri siyasal arenada da yansıma biçimleri bulmuş ve siyasetin dilini, programını ve iletişim stratejilerini belirlemiştir.
Siyasal partilerin kemikleşmiş kitlelerinin kökenleri bu yıllardadır. Dolayısıyla Türkiye’de farklı sosyo-kültürel kimliklerin olduğu mahallelerin bu kimlikler etrafında siyasallaşması ve davalarını oluşturması da ağırlıkla 1990’lara dayanmaktadır. Bugün halen siyasal skalada sonuçlarını gördüğümüz bir sosyal gerçekliktir bu.
Partilerin kemikleşmiş desteklerinin kolaylıkla yer değiştirmediği, yer değiştirmek istese bile kararsızlar havuzuna düştüğü bu toplumsal yapının 2002 yılında İslamcı mahalleden gelen ve merkez iddiası gütmüş bir partiye – Adalet ve Kalkınma Partisi’ne – meyletmesinin en temel sebeplerinden biri AKP’nin iktidara gelirken sadece kendi kimlik grubuna değil merkez bir eğilim sergileyerek bütün mahallelere seslenmesiydi. Dahası AKP, hizmet kavramı altında yapabilir, edebilir ve muktedir olduğunu özellikle ekonomi alanındaki büyüme ve refahın kısmi artışıyla birlikte – sosyal yardımların da yardımıyla – bu algıyı toplumda daha da derinleştirdi. Bu, kemikleşmiş desteğin ötesine geçmek için AKP’ye büyük bir fırsat sundu ve 2013 yılına kadar bunu oldukça iyi kullandı.
Ancak iktidarını tehlikede hisseden AKP’li yöneticilerin 2013 sonrasında ivme ve yön değiştirdiğini ve kimlikçi temeldeki yaklaşımlarına ağırlık verdiklerini, milliyetçiliği daha çok kullandıklarını ve toplumu bu temelde dizayn etmeye çalıştıklarını görüyoruz. AKP kuruluş anından çok ötede bir yerde konumlanmış durumda. Kuruluşun merkez çizgisi yerine Akitleşen bir dinamiğe bırakmış durumda. Onun bıraktığı merkez konumu ise bugüne kadar dolduran çıkmış değil.
Ancak 2019 seçimlerinin kazanılmasından bu yana CHP başta olmak üzere altılı masanın varlığı ve aksiyonları mahalleler üstü önemli bir merkez siyaset anlayışına işaret ediyor. AKP’yi iktidara götüren toplumsal koşulların benzer bir şekilde günümüzde tekrar ortaya çıktığını görüyoruz. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan önderliğinde iktidarın kendisi iç ve dış politikada attığı adımlarla böylesi bir anda iktidarın yine tek çözüm yolu olabileceğini iddia ediyor. Seçim ekonomisi startı verilmesine rağmen AKP’nin vaatlerinin toplumda AKP’nin yeniden yapabilir, edebilir ve muktedir algısına dönüşmediğini görüyoruz. Bunun başlıca sebebinin bu algının zaman içinde parça parça kopmasında olduğunu düşünüyorum. Bu algı Erdoğan’ın dokunuşlarıyla halen varlığını koruyor ama parçalanmış ve kırılmış bir durumda. Tam bu noktada özellikle altılı masaya, onun adayına ve sosyal demokrasinin kendisine önemli bir görev alanı düşüyor.
Yeni ekonomik sorunlar
Toplumsal problemlerin ve çatışmaların zemini kimlikten ekonomiye kaymış durumda. Kimlik halen çok güçlü ama tıpkı AKP’yi iktidara taşıyan 2002 koşulları gibi yoksullaşma ve güvencesizleşme kemikleşmiş mahalle destekleri dışında farklı kesimlerin desteği açısından önemli bir rezerv yaratıyor. Merkez inşasının ve iktidara giden stratejinin burada olduğunu düşünüyorum. Doğal olarak, mahallere bölünmüş ve şiddetli bir kutuplaşma dönemini deneyimlemiş bir yerde tek seçmen tercihinin ekonomi ve ekonomi kaynaklı sorunlar olduğunu söyleyemeyiz. Fakat AKP’nin sistemik değişiklikle birlikte hızlandırdığı otoriterleşme süreci ve aynı zamanda kötü ekonomi yönetimi mahalleler arasındaki kemikleşmiş ayrılığı ve aradaki duvarı sarstı. Henüz gedik açılmış değil. Fakat duvarda bir delik açabilmek ve buradan geçişi hızlandırabilmek için koşullar olgunlaşmış durumda.
Toplumun iktidarın son 1 yıldaki iç ve dış politikada attığı adımlara rağmen AKP’ye gitmemesi, dahası AKP’deki ve iktidar ortağındaki daralmanın devam etmesi – daralmanın hızı yavaşladı sadece – bize toplumun bir arayış halinde olduğunu ve duvardaki deliği beklediğine işaret ediyor. Bu yüzden tam böylesi bir anda gediği açabilecek olanın yoksullar ve güvencesizleşenlere yönelik bir politik söylem ve strateji olduğunu düşünüyorum. Ancak bu stratejiye doğal olarak eşlik eden kimlik temelli toplumsal barış ve uzlaşı söylem ve modellerinin de olması gerekmektedir. Kemal Kılıçdaroğlu’nun önerdiği helalleşmenin bu kapsamda iktidar stratejisinin önemli bir ayağı olduğu görülüyor. Ancak yukarıda da belirtildiği üzere bu ayağın diğer ayaklarla birleşmesi – ekonomi politikası ve dış politik temaslar – iktidar stratejisinin ayaklarının yere basabileceğini gösterir.
Türkiye’de hem otoriterleşmenin getirdiği yoksullaşma hem pandemi ile birlikte daha da yayılan prekaryalaşma – güvencesizleşme – ve mutlak yoksulların sayısının artıyor oluşu karşımıza ekonomik politika, söylem, vaat bekleyen ve dahası bu alanlarda güvenceli bir geleceğin yol haritasını talep eden bir kitle çıkarıyor. Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı sadece derin yoksulluk eğrisi değil – yoksulun daha da yoksullaştığı ve mutlak yoksula dönüştüğü- aynı zamanda orta sınıfların da statü ve beklentilerinin altüst olduğu bir dönem. Dolayısıyla, böylesi bir toplumsal gerçeklik karşısında güvencenin ve istikrarlı bir hayatın sunulduğu, temel alındığı ekonomi politikaların varlığı kaçınılmaz hale geliyor.
İktidarın şimdiden seçim ekonomisi startı vererek konuttan istihdama, yurt sorunundan KYK borçlarına, esnafa ucuz krediden EYT’ye kadar geniş bir skalada söz vermeye ve adım atmaya başladığı görülüyor. İktidar kendi yarattığı yoksulluk ve güvencesizlik karşısında gediğin açılmasını istemediği için duvara yığınak yapıyor. Fakat muhalefetin elinde bundan çok daha fazlası olabilir ve olmalı. Güvenceyi ve refahı – helalleşme ile birlikte – merkezine alan bir stratejinin duvarda büyük bir gedik açarak arzulanan toplumsal mutabakatı ve desteği sağlayacağını düşünüyorum. Bu açıdan seçimin anahtarı gerçek anlamda yoksullarda, güvencesizlerde ve kendilerine helalleşme kapsamında – toplumsal barış için- el uzatılmasını bekleyen farklı kimlik gruplarındadır. Yoksullar, güvencesizleşen orta sınıflar, Kürtler ve muhafazakarlar bu açıdan iktidar stratejisinin dayanması gereken kaçınılmaz köşetaşları konumuna gelmektedir.