Alphan Telek – Laiklik ve Toplumsal Adaletin Kaçınılmaz Birlikteliği Üzerine: Yeni Bir Siyasal Programın Peşinde

“Laiklik” ve “Adalet” kavramları bir süredir sadece Türkiye’yi değil, dünya kamuoyunun önemli bir kısmını meşgul ediyor. Ancak son dönemin gündelik tartışmalarında bu iki kavramdan daha çok adalet gündeme geliyor. Bunun sebebi, birçok insanın gündelik yaşamlarında göğüsledikleri işsizlik, yoksulluk, istikrarsızlık, belirsizlik ve güvencesizlik gibi sorunlar karşısında sarılacak ve sığınabilecekleri bir düşünceye ihtiyaç duymalarıdır. Adalet yürüyüşünün ya da adalet mitinginin bu kadar ses getirmesi ve toplumun değişik katmanları tarafından desteklenmesi, bir toplumsal haykırışa işaret etmektedir: Adalet ihtiyacına.

Öte yandan laiklik, en az adalet kadar ihtiyaç duyulan bir kavram olmasına rağmen, “olumsuz” bir geçmiş anlatımına tabi tutulup, “olumsuz” bir algıyla sarmalandığından, geniş kamuoyunda adalet kadar yankı bulamıyor. Özellikle devlet-toplum ilişkilerini düzenleyecek siyasal bir ilke olarak yeniden yorumlanan laikliğin ne kadar önemli siyasal ve toplumsal değişimlerin önünü çekebileceği açıktır. Ancak bu olgunun bilincine genelde varılamıyor.

Siyasal bir ilke olarak yeniden yorumlanan laiklik henüz kendine bir siyasal partinin programında, söylemlerinde, savunmasında yer bulamamıştır. Laikliğin siyasal bir program bağlamında yerini bulması esasında toplumsal bir ihtiyaçtır. Bunun farkında olmayabilecek topluma, bir siyasal programla söz konusu ihtiyacın hatırlatılması uygun olacaktır.

Bu yazıda, laiklik ve adalet’in ne olduğunu, çağımızda ikisinin neden bu kadar önem arzettiğini, neden mutlaka ikisinin de birlikte ele alınması gerektiğini ve yeni gelişebilecek tüm alternatif siyasal programların bu ikili yaklaşımı sergilemesi gerektiğini tartışacağım. Toplumun dertlerine çare olabilecek siyasal programlara ihtiyacımız olduğu, gün gibi açıktır; ancak bu programların nasıl oluşturulacağı ile ilgili çok ciddi bir bilgi, kavram ve tartışma eksikliği vardır. İnsanların sorunlarını –sadece devlet ve siyaset seviyesinde değil gündelik yaşamda– çözecek ve insanları hem siyaseten hem ekonomik olarak güçlendirecek yeni bir siyasal programa ve bunun bilimsel bilgisine ihtiyacımız vardır.

Uzunca bir süredir alternatif hareket ve programlara ihtiyacımız olduğu söyleniyor ama bunun çerçevesi ve içeriği ortaya konulamıyor. İşte bu yazı bağlamında laiklik ve sosyal adalet vurgulu bir siyasal programın yeni dönemi şekillendirebileceği konusu tartışılacaktır. Yazı boyunca laikliğin ve sosyal adaletin birlikteliğinin önemini vurgulayarak alternatif yaklaşımlara bilgi üretme amacı güdülecektir.

Bilim, cevaplardan ziyade sorularla başlar. Sorulması gereken temel soru şudur: “Üyeleri eşit ve özgür olarak yaşayan adil bir toplum mümkün müdür?” Bu sorunun, cumhuriyetleri yaşatmak için zorunlu olduğuna inanmak için elimizde yeterince veri bulunmaktadır. İnsanları özgür ve eşit olarak yaşayan demokratik ve adil bir cumhuriyetin bilgisini üretmek için “Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik” üçlemesinin yeniden değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum. Bu üçleme düzleminde, adil bir toplum arayışının peşinde, cumhuriyeti ve insanları güçlendirmenin yolu, laikliği ve sosyal adaleti yeniden tanımlamaktan; birlikte değerlendirmekten ve bir siyasal programa yansıtmaktan geçmektedir. Öyleyse başlayabiliriz. Laiklik ve sosyal adalet nedir ve neden önemlidir?

Laiklik nedir ve kısa tarihi

 Bilim ile halkın arasının açılması neticesinde, kavramlar ve düşünceler konusunda uzun yıllardır büyük bir karmaşa yaşanıyor. Birçok kavram eksik bilinmekle beraber, bazen bunlar karıştırılabiliyor ve eksik bilgi ile değerlendirilebiliyor. Sonuç olarak, bırakın toplumun sıradan üyelerini, bilim insanlarının ve entelektüellerin dahi üzerinde tam olarak anlaşamadığı kavramlar ve fikirler bir kısır döngü içerisinde etkisini yitiriyor. Laiklik ve sekülerizm kavramları da bunlardandır.

Sekülerizm kavramı Latince “saeculum” kökeninden gelmektedir ve Ortaçağ Avrupası’nda kilise hiyerarşisi içerisindeki bir ayrıma işaret etmektedir. Merkezden uzak köylerde, kasabalarda yer alan kiliselerde halkın ihtiyaçları ile uğraşan, dolayısıyla dünyevi kaygıları olan din adamlarını tanımlamak için “saeculum” deyişi kullanılmıştır. Dolayısıyla kökeninde “dünyevi olan, maddi olan” anlamını taşımaktadır. Daha sonra bu doğrultuda, seküler kavramı dünyevi olanın bilgisini karşılamak için kullanılmıştır. Sözgelimi, eşyaların serbest bırakıldığında yere düşüşünü Tanrı’nın iradesi olarak değil de -yerçekimi gibi- maddi sebeplere bağladığınızda artık seküler bilgi dünyasının içerisindesiniz demektir. Batı’da gelişen Aydınlanma’nın kökeninde akıl yoluyla maddi sebepleri aramak vardır. Bu anlamda Aydınlanma’nın kökenini seküler bilgi çerçevesinde bulabiliriz.

Avrupa’da kapitalizmin gelişimi, sanayileşme ve modern devletlerin ortaya çıkışı, bu dünyayı ilgilendiren işlerin yani seküler alanın giderek büyümesini sağlamıştır. Öteki dünyayı ilgilendiren işler küçülmüş ve daralmıştır. Bu sürece ise, -maddi olanın bilgisinin, ruhani dünyanın alanını giderek daraltması anlamında- sekülerleşme denmektedir. Sekülerleşme öncesinde ruhani dünya, bilginin her yönüne hakimdi. Herhangi bir sorun varsa, bu, Tanrı böyle istediği için böyleydi. Sözgelimi, kölelerin varlığı, Tanrı’nın doğal düzeni böyle emrettiği içindi. Bu anlamda, toplumdaki tüm eşitsizlikler “Tanrı’nın iradesi budur” denerek meşrulaştırılıyordu. Ancak seküler alanın genişlemesi ile birlikte maddi dünya giderek ruhani dünyayı domine etti ve toplumdaki sorunların kökeni Tanrı’nın iradesinde değil, insanların maddi düzenlerinde aranmaya başladı. Sözgelimi kölelik veya kadınların ikincil konumu, maddi dünyanın en büyük aracı olan “akıl” yoluyla sorgulanmaya başlandı.

Bu durum giderek siyasal alana da sirayet etti. Tanrı’nın iradesini yerine getirdiğini sayan ve egemenliğini Tanrı’dan veya dinden alan yöneticilerin devri son bulmak üzereydi. Yöneticilerin tüm icraatları maddiyat üzerinden ve akıl ile değerlendirildi; egemenliğin dinden değil insanlardan geldiği fikri giderek yaygınlık kazandı. Bu anlamda sekülerizm dünyevi fikrin genişlemesi yoluyla insanları kul olmaktan çıkarıp onları yapan, eden, ifa eden, değiştiren, en azından değiştirme potansiyeli olan özneler haline getirdi. Tüm eşitlik, özgürlük ve kardeşlik fikirlerinin temeli seküler bilgiye ve sekülerleşmeye dayanmaktadır. Dolayısıyla bu fikrin bugün terkedilmesi veya sahiplenilmemesi gerektiği görüşü, insanlığın tüm bu gelişimini ve eşitlik, özgürlük ve kardeşlik fikirlerini ve icraatlarını terketmek olacaktır.

Öte yandan, seküler alanın genişlemesi ve siyasete sirayet etmesi bir başka sorunu gündeme getirdi. Tarihte o güne dek din ve devlet işleri hiç birbirinden ayrı düşünülmemişti. İlk defa, din ve devlet işlerinin birlikte olmaması gerektiği fikri yaygınlık kazandı. Bunun çok çeşitli sebepleri vardı. Bunlardan biri din adamı karşıtlığıdır. Din adamları, kilisenin otoritesini kullanıp devlet ile birlikte topluma haksızlık ve baskı yaparak kazanım sağlıyordu. Bunlara karşı özellikle Fransız toplumunda geniş bir karşıtlık oluşmuştu. Din işlerinin devletten kopmaması durumunda, hem devletin hem bu din adamlarının tehlikeli bir birliktelik ile topluma daha fazla acı tecrübeler yaşatılacağı düşünüldü ve sonuç olarak din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması gerektiği fikri ortaya çıktı. 19. yüzyılda Fransa’da Ferdinand Buisson bu fikri “laiklik” olarak olarak adlandırdı. Görüldüğü üzere, laiklik, din-devlet ilişkileri sorununa seküler alan içerisinde verilmiş bir cevaptır.

Laikliğin gelişimi, dünyanın maddi olarak da yorumlanabileceği fikrinin gelişmesi ile yani seküler olan ile başlamıştır. İkinci olarak sekülerleşme yaşanmıştır. Üçüncü aşamada ise, bunun devletlere sirayet etmesi durumunda laiklik fikri ortaya çıkmıştır. Bu akım aynı zamanda sekülerizm olarak adlandırılmıştır. Bunların arasındaki farkı şöyle de anlatabiliriz. Bugün IŞİD dahi sekülerleşmiş dünyanın nimetlerinden faydalanarak, terör faaliyetlerine devam eder –internet kullanımı, silahlar, kullandıkları ilaçlar ve eğitim metodları vs – ancak sekülerist ya da laik değillerdir çünkü bu siyasal bir akımı ifade eder. Bu anlamda sekülerizm ve laiklik arasında bir fark yoktur. Ancak bir fark aranmak isteniyorsa, seküler, sekülerleşme kavramlarına bakılabilir.

Laiklik neden önemlidir ve neden yeniden düşünülmelidir?

Yukarıda da belirttiğimiz gibi laiklik, Batı’da sekülerleşme sonunda gelişmiş ve din-devlet-toplum üçgenindeki sorunlara bir cevap olarak ortaya çıkmıştır. Peki laiklik sadece Batı’ya özgü ya da kabaca ifade edilecek olursa sadece Hristiyanlara ait bir düşünce midir? Elbette değil. Din-devlet-toplum etrafında gelişen sorunlar dünyanın her yerinde benzerlikler göstermektedir ve laiklik bu sorunları çözmek isteyen her ülke ve topluluk için önemli bir fikirdir.

Peki Batı dışı topluluklarda, sözgelimi Türkiye’de, neden laikliğin olumsuz bir imajı vardır? Cevabı gayet net. Türkiye’de sekülerleşme süreci yaşanmadan laiklik, elitler ve aydınlar tarafından devlet bünyesinde uygulandı. Ortadoğu coğrafyası bu yönde çok benzer bir gelişim göstermiştir. Tunus ve İran’da da laikliğin gelişimi Türkiye’dekine çok benzer bir çizgi izlemiştir.[i] Altı çizilmesi gereken nokta şudur: Batı’da laiklik, insanları siyaseten güçlü kılmak için, insanlar tarafından otoriteye karşı verilen bir mücadele sonucu gelişmişken, Ortadoğu coğrafyasında otoritenin halka rağmen uygulamak istediği bir fikir olmuştur. Bu, ne yazık ki laikliğin olumsuz anlam kazanmasında başat rol oynamıştır; tepeden inmeci bir görünüm oluşmuştur. Batı’da insanların seküler anlayış gelişimi, demokratik kurumlar için verilen mücadele ile yol alırken Ortadoğu coğrafyasında elitlerin iktidarlarını kurarken kullandıkları demokratik olmayan bir metod olarak kalmıştır.

Öte yandan, bugün laikliği yeniden yorumlamak ve gündemimize almak için bir çok zorlayıcı sebep ve koşul bulunmaktadır. Buna, devrim sonrası İran’dan örnek verebiliriz. İran 1979 sonrasında İslami rejim kuruluşuna tanıklık etmiş bir ülkedir. Rejimin kuruluşunun 2 temel yönü bulunmaktadır: Din-devlet birlikteliği ve siyaseten tekçi bir siyasal yapı. İran’lı dindar entelektüellerin önemli bir kesimi İslam rejiminin bu iki temel ilke ile yol aldığını ve biri olmadan diğerinin de yaşayamayacağını belirtiyorlar. Bu anlamda tekçi siyasi yapı ve din-devlet birlikteliği din ile yönetilen rejimlerin temel özellikleridir diyebiliriz. Son yıllarda, İran’lı entelektüeller bu yapıya karşılık, laikliğin demokratik versiyonunun uygulanmasını ve uyanışını talep etmekteler. Çünkü İslami rejim, din-devlet birlikteliği ve tekçi yapısıyla toplumun tüm fay hatlarını kışkırtmış, bazı kimlikler hariç çoğunu siyasal karar alma mekanizmalarından dışlamış ve baskılamıştır. Oysa bir toplumda yaşayan herkes siyasal karar alma mekanizmalarına katılabilmeli, temel haklarını kullanabilmelidir.

Nasıl ki laiklik sadece Batı’ya ait olmayan bir düşünceyse, din temelli rejim kuruluşları da sadece İran’a özgü değildir. İran ölçüsünde olmasa da başka diyarlarda da bu bahsettiğim iki eğilime rastlayabiliriz. İşte bunun karşısında laiklik yeniden bir ihtiyaç olarak beliriyor. Ancak bu kez laiklik, demokratik kurumlar –demokratik anayasa, meclis, siyasal partiler kanunu– çerçevesinde düşünülmelidir. Önümüzdeki dönemde laikliği siyasal bir ilke olarak ele alırsak, bu, Türkiye’nin yeni Tanzimat dönemi olur. Tanzimat düzenleme demektir ve Türkiye’nin siyasal ve hukuki her alanda demokratik bir düzenlemeye ihtiyacı bulunmaktadır. Laikliğin siyasal bir ilke olarak yorumlanışı bu itkiyi sağlayacaktır. Fakat laikliği siyasal bir ilke olarak tek başına yorumlamanın da artık ihtiyaçlara tam olarak yanıt vermediğini düşünmekteyim. Bu yüzden, bir başka fikre daha ihtiyacımız bulunmaktadır.

Toplumsal adalet ve kamusal yarar

Bir cumhuriyeti sadece özgürlükler ve temel haklar yaşatmaz. En az bu kadar önemli olan bir başka düşünce, bu özgürlüklerin ve temel hakların kullanılabilmesidir. Bir vatandaşınıza hak vermeniz, onun bu hakkı her durumda kullanabileceği anlamına gelmez. Anayasanız özgür seyahat hakkı tanır; ama bu hakka sahip herkes seyahat edebilir mi? Ekonomik olarak gücü yetmeyen birine bu hakkı tanımanız bir anlam ifade etmemektedir. Bunun gibi, bugüne kadar tüm temel bildirgeler ve anayasalar –ki Türkiye Cumhuriyeti bunların altına imzasını atmıştır– her bireyin eşit ve özgür bir yaşam hakkı olduğunu kabul etmiştir. Fakat bu hakkın nasıl kullanılacağı en az bu hakkı tanımak kadar önemlidir ve bugüne kadar eksik kalan da budur. İşte bu yüzden, dünyanın her yerinde ekonomik eşitsizlikler, güvencesizlik, belirsizlik zirve yapmıştır. İnsanlar, yaşadıkları ekonomik belirsizlik ve güvencesizlik karşısında, yeni siyasal temsilci arayışına gitmiş ve popülistleri, milliyetçileri, fanatikleri tercih etmeye yönelmiştir.

Jean Jaures’in dediği gibi “Fransa’da Cumhuriyet insanları şehirde vatandaş yaptı ama işyerlerinde onları köle yaptı.” Bu kölelik durumu büyük bir eşitsizlik yaratarak insanları çaresizliğe, belirsizliğe ve en nihayetinde onlara sorunlarını çözeceğini ifade eden, şovenist siyasal akımlara itti. Bu doğrultuda, bugün popülist siyasetçilerin dünyanın her yerinde yükselişte oluşunun nedenlerini anlayabiliyoruz. Temel hakların verilip bunları uygulatacak ekonomik güvence ve korumanın verilmemesi bir tür ikiyüzlülüktür. Bu algıyı içselleştirenler tercihlerini, kendilerini kurtarabileceklerini düşündükleri popülistler yönünde kullanmışlardır.

İşte bu nedenledir ki laikliğin siyasal bir ilke olarak ele alınması, temel hakların ötesinde ve siyasal adalet dışında -kamusal yararı da gözeterek- ekonomik güvenceyi ve ekonomik korunmayı da içermelidir. Laiklik, toplumun üyelerini ancak bu geniş yaklaşımla gerçekten eşit ve özgür yapabilir. Bu yüzden önümüzdeki dönemde, programlar, temel haklar vurgusu kadar kamusal yarar vurgusu da yaparak ekonomik güvenceyi insanlara sağlayacak şekilde yazılmalıdır. Bir cumhuriyet ne sadece özgürlük ne de sadece eşitlik anlayışı ile yönetilebilir. İkisi de olmak zorundadır yoksa cumhuriyet yaşayamaz. Kamusal yarar ve ekonomik güvenceler ise sadece toplumsal adalet temelinde gelişebilir. Toplumsal adalet vergilerin adilane toplanmasını, çok kazanandan daha çok vergi alınmasını, zenginlerden dayanışma vergisi alınmasını, ücretsiz kamusal eğitimi, ücretsiz sağlık ve ulaşım hizmetlerini, sosyal korumayı vatandaşların bir hakkı olarak görür ve anayasada bunlara yer verir. Ayrıca gıda fiyatlarını denetlemeyi, onları aşağı çekmeyi, piyasaya müdahilliği, rantı azaltmayı, rant kazananların kaynakları üzerinde fon kurarak bu fonun ihtiyaç sahibi olanlara eğitim, sağlık, ulaşım hizmetleri olarak dönmesini sağlamayı öngörür. Toplumsal adalet herkesin düzgün bir konutta yaşamasını da içerir; bu anlamda konut politikası oluşturur. Toplumsal adalet, ekonomik olarak insanları iş yerlerinde patronlarına karşı güçlendirmek ve onların söz sahibi olmasını sağlayacak düzenlemeler yapmaktır.

Bunlar olmadığı takdirde, sadece laikliğin dar anlamıyla temel hakları insanlara vermek bir ikiyüzlülük olacaktır ve insanlar bunu cezalandırma yoluna giderek popülistlere ve fanatiklere meyledecektir. Öyleyse, çağımızda laikliğin siyasal bir ilke olarak yorumlanması ve yeni gelişecek programlarda toplumsal adalet ile birlikte ele alınması kaçınılmazdır. Çağımızda bu birlikteliği dikkate almayan her siyasal program başarısızlığa otomatik olarak mahkumdur.

[i] Edgar Şar ve Alphan Telek, “Rethinking Secularism as a Political Principle in the Middle East: From Negative to Positive Understanding and Perception of Secularism,” The Sources of Secularism: Enlightenment and Beyond, (Palgrave Macmillan, 2017).

*Alphan TELEK
PS:EUROPE Avrupa Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü Türkiye Direktörü ve ikincisi Sciences Po
Paris, Doktora Adayı.
alphan.telek@gmail.com

Bir cevap yazın