Şu anda Çin’in bir kenar mahallesinde
uyuyanlardan haberleri yok
Dünyada yalnız olmadıklarını bilmiyorlar
İlhan Berk
İçinde bulunduğumuz mevcut siyasal, toplumsal ve ekonomik koşulların sadece Türkiye’ye özgü olduğunu düşünmek büyük bir hata barındırıyor. Hükümet destekçilerinin ya da muhalif kesimin ortaklaştığı nadir alanlardan biri Türkiye’nin koşullarının kendine has olduğu düşüncesi. Hükümet cephesinde bu, Türkiye’nin yıllardır büyük bir saldırı altında olduğu iddiasında cisimleşiyor. Elbette bu saldırının onlara göre çeşitli veçheleri var. Dolayısıyla bir kuşatılmışlıktan bahsediyorlar. Bu kuşatılmışlık söylemi ile iktidar pozisyonlarını koruyor, kutuplaştıran politikalara yol açıyor, her eleştiriyi bastırabiliyorlar. Ancak muhalif kesimin de bu şekilde düşünmesi muhaliflerin aklının karışık olduğuna veya kamu çıkarına dayanmayan bir niyetleri olduğuna işaret ediyor. Çünkü kuşatılmışlık fikrine inanmak, var olma ve karşı çıkma enerjisini tamamıyla karşı tarafa bırakmak oluyor. Bildiğimiz siyasetin sonu.
Öte yandan akıl karışıklığı dışında muhaliflerin buna destek vermesinin bir sebebi daha olabilir. Muhalifler arasında mevcut pozisyonlarını/iktidar ilişkilerini korumak isteyenler Türkiye’nin dünyadan ayrı öznel koşulları bulunduğunu ve bundan ötürü yapılan analizlerin ve politikaların bu minvalde gitmesi gerektiğini belirtiyorlar. Elbette bunun sebebi, kendilerinin atıl durumda bulunması ve bu durumu yükselen otoriterleşme ile meşru göstermek istemeleri. İki taraf da kirli bir taht oyununun kurallarına uygun hareket ediyor. Öyleyse üçüncü bir yol, alternatif bir açıklama var mıdır?
İşte bu yazıda, dünyada son 40 yıldır gelişen ortak siyasal, toplumsal ve ekonomik bazı temel eğilimleri tartışacağım. Bu ortak eğilimlere karşı oluşturulacak ortak yanıtın sadece ulusal değil, uluslararası bir yanı olduğunun altını çizmek istiyorum. Enternasyonal ortam, bir diğer deyişle küresel siyaset ve yapı dönüşüm belirtisi göstermedikçe Türkiye’de de bir değişim/dönüşüm bekleyemeyiz. Türkiye’de otoriterleşme ve güçlü piyasacılık/rantçılık eğilimlerinin başlangıç noktası hep küresel siyaset oldu.
Rantçı kapitalizm ve popülizm
Küresel yapının ortaya çıkardığı iki temel öğe şu şekilde formüle edilebilir: Rantçı kapitalizm ve popülizm. Bu iki temel süreç birbirini besleyen siyasal, toplumsal ve ekonomik bir ilişkiler yığınını oluşturuyor. Bu yüzden iktidarın anayasal hak ihlallerini, yetkiyi tek elde toplamasını, meclislerin işlevsizleşmesini, bakanlar kurulunun ve parlamenter sistemlerin aşınmasını, toplumsal kutuplaşmayı, ekonomik eşitsizlik ve adaletsizlikleri, piyasaların güçlü hakimiyetini ve toplumun büyük kesiminin güçsüz/adaletsiz bir halde yaşamına devam edişini sadece Türkiye’ye ait kabul edemeyiz.
Bunlar farklı coğrafyalarda farklı şekilde de olsa işleyen benzer pratikler. Bugün Türkiye’de yaşananların benzerlerini Macaristan’da, Hindistan’da, Rusya’da, Çin’de, İran’da vd. görebilirsiniz. Bu anlamda Türkiye ile dünyanın geri kalanı arasındaki fark niteliksel bir farklılık değil, sadece niceliksel. Nitelik olarak benzer olduğumuz dünya ile tek farkımız tüm bu süreçleri çok şiddetli bir nicelik ile yaşıyor oluşumuz. Bu da rejim değişikliğinden kaynaklanıyor.
Öyleyse, rantçı kapitalizm ve onun mevcut siyasal görünümü olan popülizm, deneyimlediğimiz tüm siyasal, toplumsal ve ekonomik olguların altında yatan ilişkileri belirleyen temel kavramlar. Bu kavramlar, enternasyonal ya da evrensel bir çizgi izlemelerine rağmen, pratikte bulundukları coğrafyanın kültürel kodlarına bürünüp çalışıyorlar. Bu yüzden tüm bu ortak ilişkileri ve eğilimleri ulusal ve kendimize has zannediyoruz. Görüntü ile özü ayırdetmek ve görüntünün arkasındaki ilişkileri belirlemek için ise dünyayı takip etmek ve tecrübe edilen ortaklıkları tespit etmek gerekiyor.
Eğer bu tespitleri iyi yapabilir, bunları akılcı bir şekilde değerlendirirsek, ancak o zaman ilerici toplumsal siyaseti oluşturabiliriz. Yani uygulanmak istenen adaletsiz politikalara akılcı ve toplumcu bir karşı çıkış yaratabiliriz. İlerici siyaset, toplumun gündelik yaşamını adil hale getirecek bilgiye ihtiyaç duyar. Peki bugün içinde bulunduğumuz çağın ortak özellikleri yani rantçı kapitalizm ve onun siyasal görünümü olan popülizm nasıl gelişti?
Yeniden hatırlanması gerekenler: Üretim ilişkileri ve sınıf
Üretim ilişkileri ve sınıf kavramlarını yeniden hatırlamak ve siyasete bunları sokmak özellikle bugün muhalifler için büyük bir önem taşıyor. Mevcut popülist yönetimler kimlikçi politikalarla iktidarları etrafında kalın bir kalkan örüyorlar. O yüzden bu kalkana kimlikçi yaklaşımlar ile – laiklik, milliyetçilik, yerlicilik – müdahale etmek kalkanın çapını daha da genişletmekten başka bir iş yapmıyor. O yüzden gündelik hayatı esas alan ve yeni küresel sınıf yapısını dikkate alan – özellikle prekarya yani güvencesiz yaşam biçimini– bir sınıfsal yeniden şekilleniş esastır. Peki nedir bu üretim ilişkisi?
Bir dönemin üretim ilişkisi, insanların üretim sürecinin hangi konumunda olduğu veya üretimi yapan araçlar karşısındaki konumu ile belirlenir. Anlaşılmasının zor olduğunu kabul ediyorum, ama amacım anlaşılmayan cümleler kurmak değil; o yüzden açıklama getirmeliyim. Üretim de ilişki de soyut kavramlar. Fakat garip bir şekilde yukarıdaki formülasyon önemli sonuçlar barındırıyor. Bu ilişki ağı, hayatlarımızın her veçhesini belirleyen – arkadaşınızla sinemaya giderken, vergi öderken, çalışırken ve hatta camideyken – olaylar silsilesinin başında geliyor.
Güvencesizlik ve prekarya
Bu anlamda üretim ilişkisi sadece bir ekonomi ilişkisi değildir, toplumsal ilişkiler olarak da adlandırılabilir ve dönemin hakim anlayışına göre şekillenebilir, şekillendirilebilir. İçinde bulunduğumuz çağın hakim ilişkisi ise güvencesizlik. Bu güvencesizlik, mevcut rantçı kapitalist anlayışla daha da derinleşiyor. Üretim olarak rantçı kapitalizm sadece ekonomimizi değil tüm toplumsal ilişkimizi yani diğer insanlarla kurduğumuz bağları, gelecek algımızı, yaşadığımız hayatı, statümüzü, ihtiyaçlarımızı, beklentilerimizi, hislerimizi belirliyor.
Şehirde yürürken, otobüse binerken, çocuğumuzu okula gönderme planları yaparken, bütçemizi oluştururken, kitap alırken, çalışırken, işe başvururken, işten çıkarken kısacası günlük hayatımızın her anında güvencesizlik ilişkisi ve rantçı kapitalizm anlayışını deneyimleriz. Peki bu güvencesizlik ile neyi kastediyoruz? Kapitalizm, son 40 yılda yapılan siyasi düzenlemelerle elitlere, şirketlere ve siyasetçilere büyük birikim sağlamanın yolunu açtı. Ancak bunun karşılığında halk üyelerinin sahip olduğu güvenceliliği almak zorundaydı. Ancak bu şekilde akışkan, hızlı hareket edebilen, çabuk uyum sağlayan küresel piyasalara uyumlu bir toplum ve birey ortaya çıkabilirdi. Ancak tüm bunları yaparken, tüm dayanışma biçimlerini yok etmek zorundaydı: meslek odaları, sendikalar, halkın haklarını koruyan tüm diğer sosyal organizasyonlar gibi. Bu işin sadece görünen yüzü.
Peki toplum üyelerinin birbirine güveni, gelecek planları, aile ve arkadaşlarıyla kurduğu ilişkiler, toplumsal hisleri? Tüm bunlar da mevcut güvencesizliğin gölgesinden kaçamayacak durumda. Pierre Bourdieu, 1997 yılında yazdığı kısa makalede kapitalizmin geldiği noktada her şeyi belirleyenin bu güvencesizlik olduğunu yazıyordu. Peki bunu hayatımızda nasıl görüyoruz? Birikim yapamamak, kolay iş bulamamak, iş bulsak da her an kovulma tehlikesiyle yaşamak, kısa süre içerisinde birden fazla iş değiştirmek, borç batağına saplanmak, borç ve işsizliğin gölgesinde işyerinde ve toplumsal yaşamlarımızda neredeyse dilenci konumuna gelmek, tatil yapamamak, özellikle büyükşehirlerde rantın etkisini doğrudan deneyimlemek, hayat pahalılığı karşısında giderek savunmaya çekilmek, yalnız olduğunu ve geleceği olmadığını düşünmek gibi bazı unsurlar güvencesizliğin hayatımıza doğrudan yansımalarıdır. Bir üretim ilişkisinin toplumsal ilişki biçimi olması bu şekilde görülebilir.
Öte yandan, İngiliz ekonomist Guy Standing, bu güvencesizliğin yeni bir sınıfsal yapı ürettiğini belirtiyor. Bu yeni sınıfsal yapıda eski proletaryanın görevinin ise prekarya (güvencesiz sınıf) tarafından alındığını ve prekaryanın vereceği mücadelenin dönüşümü ve değişimi getireceğini iddia ediyor. Artık prekaryanın alanındayız ve günümüz siyasetinde prekaryanın adalet talebini teşhis ediyoruz. Yurtdışında ortaya çıkan prekaryanın siyasallaşmış biçimlerinin talepleri buna işaret ediyor. Fransa’da Boyun Eğmeyen Fransa hareketi, İtalya’da Beş Yıldız Hareketi’nin bazı bölümleri, İngiltere’de Jeremy Corbyn önderliğinde İşçi Partisi, ABD’de Demokrat Parti içerisinde Sanders ve onu destekleyenler, siyasallaşmış prekaryanın bazı örnekleri.
Siyasal yansımalar
Bunun gibi unsurların ulusal olduğunu düşünmek büyük bir bilgisizliktir. Ortada küresel eskilerin deyişiyle “beynelmilel” bir durum var. Tüm bunlar yaratılan küresel piyasalara uygun siyasi-ekonomik kararlar ile başlatıldı ve devam ettirildi. Teknolojik gelişmeler ve internetin varlığı ise alınan kararları ve güvencesizliğin uygulanmasını genelleştirdi ve derinleştirdi. Burada teknolojiye olumsuz bir anlam atfetmek istemediğimi belirtmeliyim. Teknoloji ve üretim ilişkileri arasında karşılıklı bir ilişki var ve onun, hakim ilişki biçimine göre şekillenmesi ve kullanılması esas oluyor. Ancak bir yandan da bu güvencesizliği yaşayanlar tarafından hayatta kalmak, kendi gibi olanları bulmak ve dayanışma göstermek için de bir mecra haline getirilmesi söz konusu.
Peki tüm bunların siyasal yansıması nedir? Bu noktada şunu tekrar hatırlatmak gerekir: Mevcut üretim ilişkileri, bulundukları coğrafyanın şartlarına uygun hareket ederek, o coğrafyanın kültürel kodlarına bürünüyor. Çoğunlukla da sorun yaşamıyor. Güvencesiz bireyler ve toplumlar yaratan ilişkiler kültürel kodların en gerici, muhafazakar, ön yargılı, milliyetçi taraflarını bulmakta bir beis görmüyor.
Güvencesizlik ile birlikte kapitalizmde elitler ve şirketler devasa bir servet ve birikim elde etti ama bununla birlikte bir de siyasal kast yarattı. Siyasal kast tüm bu kararların alınmasında ve mevcut güvencesizliğin yayılmasında uyumlu hareket etti ve bu işin içinde olan tüm yöneticiler, siyasetçiler büyük kazançlar elde etti, etmeye devam ediyorlar. Ancak bu kadar ağır güvencesizlik bir noktada patlama yaratması gerekirken nasıl oluyor da bu güvencesizliği yayan hükümetler oy alabiliyor, yönetimlerini sürdürebiliyor? Bunun iki temel taktiği olduğunu düşünüyorum.
Birincisi dünyanın çeşitli yerlerindeki hükümetler -özellikle Batı dışı örnekler- sosyal dayanışma yani hak temelli bir dayanışma yerine, kendi yandaş dayanışmalarını yaratıp, kendilerini destekleyenlere yasal veya yasal olmayan yollarla, herkesin olanı sanki sadece onlarınmış gibi sunuyorlar. Bunları popülist örnekler olarak da adlandırabiliriz.
Türkiye için bir ekleme yapmalıyım. Sosyal yardımlar bir hak olarak mevcut Anayasa’da yerini almıştır. Ancak 80 yıl boyunca bunu işletmeyen Cumhuriyet elitlerinin, bunu kendi çıkarları için az da olsa işleten bir hükümet çıktığında ona ses çıkarmaya hakkı olamaz. Sosyal devlet geleneğinin işletilmemesi ve kaynakların elitler arasında bölüşülmesi, bugün halkın zihninde apaçık bir gerçek olarak hatırlanıyor ve yıkılması da kolay değil. Bu başka bir yazının konusudur.
İkinci taktik ise yaşanılan güvencesizliğin kaynağı olarak bir hedef göstermek oluyor: Batı’da göçmenler, Doğu’da ise muhalefet ve aydınlar. Bu, kuşatılmışlık fikriyle ilerlediği için mevcut siyasetçilerin elini kolaylaştırıyor. Bugün İran, Rusya, Çin veya Hindistan’a bakacak olduğunuzda da benzer yaklaşımlar görebilirsiniz. Hindistan’da Başbakan Narendra Modi’nin yaşanılan sorunlardan bunlar milli değil diye nitelediği modern kesimler ya da muhalifler söz konusu örneğin.
Sonuç
Öyleyse küresel bir ortaklık içerisindeyiz ve asla yalnız değiliz. Deneyimlediğimiz şey rantçı kapitalizm, onun halk üzerindeki olumsuz etkileri ve artan popülizm. Küresel bir dalganın ortasında gemiyi ayakta tutmaya çalışmak için ilerici siyaset ve bunun ilerici bilgisi üretilmeli. Bunun tek ilkesi ise adalet olabilir. Siyasal ve ekonomik adalet talebi, bu güvencesizliği yaşayan prekaryayı hem ulusal seviyede hem küresel seviyede birbirine yakınlaştıracak ve haklarını almasını sağlayacaktır. Bunun için meslektaşım Seren Selvin Korkmaz ile önerdiğimiz sol-dönüşüm[i] yaklaşımı bir karşı çıkışın bilgisini ve metodunu vermektedir. Ancak sürekli zenginleşmesi ve derinleşmesi gerekmektedir. Bu anlamda eleştiriyle beraber taşıyıcılarını beklemektedir.
[i]http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/8659/populizme-karsi-iv-alternatiflerin-programi-boyun-egmeyen-fransa-ve-podemos#.W4azkLuLQ6U.
*Alphan TELEK
İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü Akademi Direktörü (İstanpol), Siyaset Billimci
alphan.telek@gmail.com