İkinci on yılının sonuna ulaşmak üzere olduğumuz 21. yüzyıl birçok konuda olduğu gibi uluslararası ilişkiler ve devletler hukuku konusunda da 1945 sonrası dünyanın normlarından sapılan bir dönem oldu. Denebilir ki, 20. yüzyılın ikinci yarısında genel olarak kabul görmüş, San Francisco Barış Konferansı ile yapılandırılan, soğuk savaş ile şekillenen uluslararası sistem artık geçerliliğini kaybetmiştir. Rusya’dan Macaristan’a, Türkiye’den Hindistan’a birçok ülkede iktidara gelen –popülist olsun olmasın- illiberal hareketler de dünyada adeta 1930’ları hatırlatan bir siyasi iklim oluşturarak bu huzursuzluk ortamını, kişi hak ve hürriyetlerini ortadan kaldırarak ülke kamuoylarına hissettirmektedirler. Francis Fukuyama’nın “tarihin sonu” diye selamladığı, liberal demokrasinin dünyanın dört bucağında egemen olacağını düşündüğü SSCB ve Varşova Paktı sonrası dünya, eski dünyadan daha tekinsiz bir hale gelmiştir. Gerçekten de bugünün gözüyle bakıldığında iki kutuplu bir dünyanın, paradoksal olarak, daha az kaotik bir yer olduğu düşüncesi hiç de haksız sayılmaz.
2014 Şubatı’nda, Avrupa karşıtı ve Rus yanlısı Ukrayna Cumhurbaşkanı ViktorYanukoviç’e karşı bir önceki yılın Kasımı’nda başlayan gösteriler sonuç verdi. Yolsuzluğa bulaşmış ve baskıcı Yanukoviç hükümetini düşürmesiyle başlayan Rus müdahalesi, Ukrayna’nın bazı kısımlarının işgaliyle sonuçlandı. Ülkenin işgal edilen bölgeleri arasında bulunan doğudaki Luhansk ve Donetsk’te Rus desteğiyle –uluslararası olarak tanınmayan- iki kukla devlet kuruldu (Luhansk ve Donetsk halk cumhuriyetleri) ve Kırım’da da ayrılıkçı bir Kırım Cumhuriyeti oluşturulup, bu devlet bir plebisit sonucunda Rusya Federasyonu’na ilhak edildi.
Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyindeki yönelimlerini saptamak…
Türkiye de Ağustos 2016’dan itibaren Suriye’nin kuzeyinde bazı bölgeleri askeri olarak kontrol etmeye başladı. Bu bölgeler, resmi söylemlerde genellikle “güvenli bölge” olarak adlandırılıyor. Suriye sınırları içinde bu şekilde örgütlenmiş iki bölge var: Cerablus ve El-Bab çevresini kapsayan Fırat Kalkanı ve Afrin şehri merkezli Zeytin Dalı bölgeleri. Bunlara, yakın bir gelecekte üçüncü bir bölgenin, -Tel Ebyad ve Ras el-Ayn kasabalarını kapsayan- bir Barış Pınarı bölgesinin katılması da sürpriz olmayacak. Bu bölgeler, resmi olarak Azez’deki Suriye Geçici Hükümeti’ne bağlı, fakat fiili olarak Türkiye ile koordinasyon içindeki yerel konseyler tarafından idare ediliyor. Aynı zamanda Türkiye’de sınırdaş oldukları illerin bir vali yardımcısı da “koordinatör” sıfatıyla bu bölgelerde bir takım yetkilere sahip.
Bu bölgelerin statüsü, bir açıdan bugün Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olan toprakların 1974-1984 arasındaki statüsü olan benzetilebilirse de, arada iki önemli fark var: İlk fark ideolojik ve demografik nitelikli. Önce, Kuzey Kıbrıs’tan farklı olarak, bu toprakların ahalisi çoğunlukla Türklerden oluşmamakta; bu üç bölgedeki Türkmenler –kısmen Cerablus hariç- küçük bir azınlıktan fazlası değil. Hükümetin Suriye İç Savaşı’nda başından beri aldığı tavrı yansıtacak biçimde burada asıl dayanılan etnik-dini grup Sünni Araplardır. Bu, AKP’nin Türk dış politikasında yarattığı sapmanın dikkat çekici bir örneğidir; zira Türkiye Cumhuriyeti dış politikasını geçmişte mezhepleri dikkate alarak belirlemezdi. [1]
İkincisi, Türkiye burada Suriye İç Savaşı’ndaki taraflardan biriyle -geçmişteki Özgür Suriye Ordusu, bugünkü Suriye Milli Ordusu- müttefik olarak ortak bir tasarrufta bulunuyor. Kıbrıs’taki Türk Mukavemet Teşkilatı gibi yapılarla bu açıdan bir paralellik kurulabilmesi mümkün olmakla birlikte, temelde Kıbrıslı Türklerin bir öz savunma kuvveti olan bu örgütün Suriye’nin geleceğine dair bir alternatif tahayyülü olan ve güney komşumuzda bir rejim değişikliğini amaçlayan Suriye Milli Ordusu’na eşdeğer sayılması abes olur.
Bir başka önemli mesele bu iki bölgede fiili olarak şeriat yasalarının yürürlükte olmasıdır[2].Buralarda gündelik hayatta bölgede egemenlik sağlamış olan cihatçı grupların ideolojik etkisi büyüktür. Öyle ki, Türkiye’den gelen kadın gazeteciler bile başlarını örtmeden habercilik görevlerini yapamamaktadır.
Kuzey Suriye’ye ilişkin senaryolar
Görüleceği gibi AKP döneminde geçmişteki temel prensiplerinden sapan Türk dış politikası ne demografi, ne de sosyokültürel yapı itibariyle Türkiye’ye benzeyen bazı bölgelerin geleceği için uluslararası camiada çetin bir mücadelenin tarafı olmuş durumdadır. Bu bölgelerin geleceği, son tahlilde belirsiz olmakla birlikte, bu konuda şöyle dört senaryo öne sürülebilir:
- Bu bölgeler, Cenevre ve Astana süreçlerinin ertesinde kurulan Suriye Anayasa Komitesi’nin[3] çalışmalarının başarı ve kapsayıcılığına bağlı olarak, belli bir süre içinde Suriye’ye iade edilirler. Bu seçenek akla yakın ve milletlerarası hukuka uygun olmakla beraber sanıldığı kadar kolay gerçekleşemez; çünkü Türkiye, asker bulundurduğu bu bölgeleri terk etmeye istekli olmayacaktır.
- Türkiye Cumhuriyeti bu bölgeleri resmen ilhak eder. Bu ihtimal, gerçekleşmesinin ötesinde, iç kamuoyuna yönelik kullanışlılığı bakımından her milliyetçi-popülist iktidar için zaman zaman dile getirilmesi karlı bir söylemdir. Ancak, dış politika açısından tek kelimeyle macera olarak tanımlanabilecek bu hamle, ortaya çıkacak uluslararası tepkinin büyüklüğünden dolayı pek muhtemel değildir. Yine de yazının başında bahsedilen global konjonktüründen ve uluslararası siyaset ikliminden dolayı tek taraflı –ve dünya tarafından tanınmayacak- bir ilhak girişimi olanaksız değildir.
- Bu bölgelerde –Rusya’nın Moldova’nın Transistria (Transdinyester) bölgesinde yaptığı gibi- de facto bir bağımsız devlet, sözgelimi bir Kuzey Suriye Cumhuriyeti, ilan edilebilir. Bu da, dış politikada temel bir prensip olarak komşu ülkelerin toprak bütünlüğünü savunan Türkiye’nin tezleriyle çelişeceği ve ayrıca öngörülmesi güç uluslararası yaptırımları tetikleyebileceği için pek muhtemel değildir. Büyük bir maceracılık örneği olacaktır.
- Bu bölgeler bir de facto devlet nüvesi olarak gelecekteki bilinmez bir takım büyük değişikliklere kadar şu anki durumlarıyla var olmayı sürdürürler. Gerçekleşmesi en muhtemel senaryo şimdilik budur. İdlib’de halen cihatçıların varlığı, Suriye ordusunun önce bu bölgeyi geri almak istemesi bu üç cebin nihai olarak Suriye’ye dönüşünün gündeme gelmesini ertelemektedir. Suriye Anayasa Komitesi’nin nasıl bir çizgi izleyeceği, başarılı olup olmayacağı meselesi, Suriye’nin geleceğinde federalizme yer olup olmayacağı, olacaksa nasıl bir federalizm modeli tatbik edileceği tartışmaları bu bölgelerin geleceğini şimdilik belirsizleştirmektedir. Bunlar göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’nin, bölgedeki çıkarını azami seviyeye ulaştırmak için bu bölgelerdeki statükoyu muhafaza etmek ve askeri kontrolünü sürdürmek isteyeceği açıktır; yani bu bölgeler, geleceğin Suriye’sinde bir pay sahibi olabilmek için -en azından anayasa süreci kesintiye uğramazsa ve dış müdahale olmazsa- şimdilik koz olarak elde tutulacaktır.
[1]Cumhuriyet dönemi Türk dış politikası esas çizgileri itibariyle müdahaleci olmayan ve müdahaleci olduğu zaman sadece dış Türkleri korumak amacıyla bir çatışmaya angaje olan bir çizgiyi takip ederdi. AKP’nin mezhepçi perspektifi bundan açık bir sapmadır.
[2]Bu durumun trajikomik bir örneği Afrin’de üç TSK mensubunun, ÖSO’ya mensup polisler tarafından içki içtikleri ve fuhuş yaptıkları iddiasıyla tutuklanmasıdır.
[3]Savaş sonrası Suriye’nin yeniden inşasına yapısal katkı vermek için oluşturulan bu komite, 50’si mevcut hükümet yanlısı, 50’si muhalif ve 50’si Birleşmiş Milletler tarafından Suriye sivil toplumunu temsil için seçilmiş toplam 150 üyeden oluşuyor. Fakat söz konusu komitenin de Suriye’de resmi bir hukuki statüsü olmadığını hatırlamak gerekiyor.
*Ali TİRALİ
SODEV Yönetim Kurulu Üyesi,
alitirali@hotmail.com