090326- pkk kuzey irak

Ali Er – Çözüm Sürecine “Üçüncü Göz”?

ali_er_as

 

 

 

 

 

 

Kobani olaylarının ardından kilitlenen çözüm sürecinde çıkış yolu arayışlarının, “taraflar açısından niyet tazeleme” ile sonuçlandığı açıklandı. “Niyet tazelenmesi”, masadan kalkan taraf olma sorumluluğunu üstlenmeden “kervan yolda düzülür” mantığı ile sürece devam kararıdır. Bundan somut bir sonuç çıkar mı? “Barış” gelir mi? Biraz zor görünüyor. Çünkü tarafların süreçten beklentileri taban tabana zıt olup çözüm odaklı bir yaklaşımı iki taraf da paylaşmıyor.

• AKP için varsa yoksa “oy”; iktidarını devam ettirilebilmek adına masada verdiği sözleri seçimlerde “oy”a tahvil edebilmek,

• PKK için ise özerklik ve Öcalan’ın statüsü işin pazarlama aracı, asıl hedef “egemenlik”; yerel iktidarı ele geçirmektir. …

“Çözüm sürecinin” yumuşak karnı, şeffaf olmaması ve çözüm yolunda ortak akıl arayışının yokluğudur. AKP “ben yaptım oldu” mantığı ile hareket ederken aslında Öcalan ve PKK’ya kendi düştüğü yalnızlıktan sonuna kadar faydalanma şansını veriyor; ama AKP henüz bunun ayırdına varmış bile değil. “Oy” ve sandık odaklı hırsın akıl ve gerçeklerin önüne geçmesi, çözüm sürecini adım adım çıkmaza sürüklerken; Öcalan ve PKK, her yeni adımda veya “açılımda” kazanımlarına yenilerini ekliyor.

Üçüncü göz

Bu bağlamda “Kobani olayları” ile yara alan sürecin “kaldığı yerden devam etmesi konusunda karşılıklı irade ortaya çıktığı” açıklansa da, yaklaşan seçim baskısı AKP’nin manevra alanını iyiden iyiye daraltıyor; Öcalan’ın elini ise biraz daha güçlendiriyor. AKP’nin oyalama taktikleri bundan sonra ne kadar işe yarar bilinmez. Ama gelinen noktada sürecin olmazsa olmazının “demokratik özerklik” ile PKK ve Öcalan’a yeni bir statü kazandırılması olduğu aşikar. Yeni ortaya çıkan “üçüncü göz” ise PKK’ya uluslararası meşruiyet kazandırma girişimidir.

Toplumun ortak değerleri ve sinir uçlarına dokunan masadaki “al gülüm ver gülüm” pazarlığına halkın hemen “he” demesinin mümkün olamadığını gören Hükümet ise, yaklaşan seçimler arifesinde süreçle ilgili algı yönetimine ağırlık vermeye ve sürecin katalizörü “akil adamları” sahaya sürmeye hazırlanıyor. Ancak bu sefer Hükümetin işi beklenenden de zor; özellikle “Kobani” ile sembolleşen PKK’nın uluslararası meşruiyet ve muhataplık kazanma şansı nedeniyle, ikna için daha büyük tavizler gerekecek. Çünkü artık sürece dış aktörlerin de dahil olması, ileri sürülen temel şartlardan biri olmak üzere.

HDP ve PKK tarafından ortaya atılan “üçüncü göz” bir devlet olur mu? Herhalde olmaz. Çünkü AKP, hele seçim öncesinde, “ulusal egemenlik” gibi hassas bir konuda böylesine bir riski göze alamaz. Bunu, teklif sahipleri de çok iyi biliyor. Ancak ölümle korkutup sıtmaya razı edercesine yapılan çıkışın ardından halkımız, yine bir algı operasyonu ile uluslararası “akil adamlar” izlenme komitesine razı edilecek gibi görünüyor.

PKK’nın “üçüncü göz” talebi, 12 Eylül Referandumu’nun hemen ertesinde dört Batılı akil devlet adamının soluğu Diyarbakır’da almasına şimdi daha da güçlü bir anlam kazandırmıştır. Kimdi bu “akil adamlar” sorusunu Can Dündar, 18 Eylül 2010’da köşesinden şu şekilde cevaplıyor : “Heyette, Finlandiya eski Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari, İspanya eski Dışişleri Bakanı Marcelino Oreja Aguirre, Hollanda eski Dışişleri Bakanı Hans Van den Broek, Avusturya eski Dışişleri Müsteşarı Albert Rohan…” “Heyetin Başkanı Ahtisaari, Kuzey İrlanda’da IRA’nın silah bırakmasına dair tahkikatın başındaydı. Daha sonra Endonezya Hükümeti ile Özgür Aceh Hareketi arasında devreye girdi. BM’nin Kosova Özel Temsilcisi olarak Kosova’nın bağımsızlığıyla sonuçlanan süreçte rol aldı. 2008’de Nobel Barış Ödülü’nü aldı.”

Bu tecrübelere bakarak “üçüncü göz” uluslararası izleme komitesi devreye girdiğinde PKK’nın savaşan taraf statüsünü kazanması nerdeyse kaçınılmaz bir sonuç olacaktır. Bu durum ise, Türkiye’nin kendi iç sorunlarını uluslararası savaş hukukuna ve uluslararası aracıların iradesine fiilen açmasına neden olabilir. Başka bir ifade ile PKK adına eline silah alan örgüt üyelerine “Barış masasında” yeni hak ve özgürlük kazandırılması işten bile olmayacaktır. Hatırlayalım Mart 2013’te Milliyet gazetesinde depreme neden olan tutanaklarda da Öcalan, “Komisyonlar kurulacak. Akil adamlar denetiminde olacak.” diyordu büyük bir öngörü ile!

Bu teklifin yaklaşan seçimlere hazırlanan AKP için önemi ise; “üçüncü göz” tarafından kotarılacak olup -Öcalan’ın ifadesi ile- PKK militanlarının “özgürleştirilmeleri”, genel af tartışmalarını da gündemden düşürecektir. O halde “üçüncü göz” çıkışının, masadaki muhataplarından habersizce yapılmış naif bir çıkış olduğuna inanmak mümkün olabilir mi?

Türkiye’nin yapısı “yeni” Ortadoğu’ya uygun hale mi getiriliyor?

Bu nedenle önümüzdeki süreçte Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerinin, ulusal bütünlüğünün, halkımızın doksan bir yıllık kazanımlarının ve ulusal egemenliğinin masada pazarlık konusu olduğu ayan beyan ortaya çıkmıştır. Asıl hedef, ne Türkiye’nin demokratikleşmesi ne de Kürt sorunun çözümüdür. Asıl hedef, Türkiye’nin yeniden yapılandırılmasıdır. PKK’nın da uluslararası meşruiyetinin tescilidir.
Sürecin sonunda doğacak bebek, konjonktüre göre “özerk”, “federe” veya “konfedere” diye anılacak olsa da en nihayetinde bebeğin adı “Bağımsız Kürdistan” olacaktır. Bu arada PKK’nın Barzani’ye karşı iktidar mücadelesi de Kobani’de ortaya çıkmıştır. Ancak şimdilik bu konu buzdolabına kaldırılmış görünüyor. Çünkü “Bağımsız Kürdistan” için Türkiye “taşıyıcı anne” rolü üstlenmiş olsa da, Barzani yönetiminin Petro dolarları da sütannelik yapacaktır. Başka bir ifade ile Ortadoğu’nun sınırlarının yeniden düzenlenmesi ve bölgede ABD’nin hamiliğinde İsrail’le de ittifak içinde olacak bir Kürdistan’a yelken açan süreç, emperyalist odakların telkinleriyle farklı bir kimlik kazanmaktadır.

İyi güzel de AKP niçin bu oyunun içine yer almayı içine sindirebilmiştir? Bunun cevabı amiyane tabiri ile AKP’ye yutturulan zokada yatmaktadır. Bu zoka, “Misak-ı Milli” kavramı içinde referans edilen Musul ve Kerkük petrol kaynaklarıdır. Bu zoka yeni değildir. Rahmetli Özal zamanından beri ABD tarafından tekrar tekrar pişirilip masaya getirilmektedir. Sonunda AKP’nin, Türkiye Cumhuriyetinin geleceğini ipotek altına alabilecek adımlara kapalı kapılar ardında ikna edildiği görülmektedir. Anlaşıldığı kadarı ile doğalgaz ve petrolden gelecek dolarlar bazılarının gözlerini iyice kamaştırmıştır.

Sonuç olarak Sayın Cumhurbaşkanı Başbakan iken, her ne kadar adına “çözüm süreci” olmadı; “barış süreci” dese de, bu süreç olsa olsa Türkiye Cumhuriyeti’nin “çözülme” sürecidir. Çünkü asıl muhatap; özgürlük ve eşit vatandaşlık temelinde halkımızın demokratik iradesi değil, silahlı terör örgütü PKK’nın başı ve temsilcileridir. Şimdi süreç PKK’nın uluslararası meşruiyetine doğru evrilmektedir. Halkın demokratik temsilcileri diyebileceğimiz HDP’ye düşen görev ise, Kandil ile İmralı arasında mektup taşıyıcılığıdır.

Asıl hedefin Türkiye’nin demokratikleşmesi de, Kürt sorununun çözümü de olmadığı görülmelidir. Asıl hedef; işgaller ve “Arap Baharı” gibi halk hareketleri ile yeniden yapılandırılmakta olan Ortadoğu’da, Türkiye’yi de bu düzenle uyumlu bir devlet yapısına göre kurgulamaktır.

Beğenseniz de beğenmeseniz de halkımız, geleceğinin masada olduğu bir süreçte “bana güven gerisine karışma sen” diye özetlenebilecek bir tutumla adeta susturmaya çalışılmaktadır. Sonunda kazanan ne halkımız ne de devlet olacaktır. Artık Türkiye Cumhuriyeti’nin muhatabı, özgürlük ve eşit vatandaşlık temelinde halkımız değil PKK’nın lideri Öcalan’dır. Şimdi buna uluslararası muhataplar da eklenmeye çalışılmaktadır.

Yanlışlık tam da buradadır. Bugün “Kürt Sorunu”, -demokrasi ve ekonomi başta olmak üzere- Türkiye’nin güvenliği ve ulusal bütünlüğüne yönelik en somut ve güncel risktir; adeta ayağına vurulmuş bir prangadır. Bu sorun çözülürse kazanan öncelikle demokrasimiz, gençlerimiz ve ulusal bekamız olacaktır. Bu nedenle bu sorunu çözecek kalıcı ve sürdürülebilir politikalar geliştirilmesi Türkiye’nin geleceği için olmazsa olmazdır. Ancak kalıcı ve sürdürülebilir politikalar yerine seçimler yaklaştıkça ülkede göreceli sükuneti sağlayacak kozmetik önlemleri “açılım” veya “süreç” örtüsü altında pazarlayan AKP Hükümeti için artık kara görünmüştür.

Her iki tarafı da memnun edecek somut bir çözüm yerine, korkarım ki, metropollerde daha önce hiç tecrübe etmediğimiz ölçekte terör eylemleri yaşanabilir. Çünkü Oslo’da olduğu gibi şimdi de İmralı’da masadan kalkmak zorunda kalınınca Öcalan, PKK’nın tırmandırabileceği eylemleri hatta “halk isyanını”, müteakip müzakereye daha güçlü oturmak için en sağlam ve güvenilir araç olarak görmektedir. Bu, 6-8 Ekim olaylarında fiilen denenmiştir.

O halde çözüm nedir? Çözüm; kısır siyasi çekişmelerden ve ön yargılardan uzak, eşit yurttaşlık temelinde TBMM’de aranmalı ve gerekli adımlar kararlılıkla atılmalıdır. PKK’nın silah zoru ile halkın iradesine el koymasına halkın özgür iradesi ile karşı çıkılmalıdır. Ne olursa olsun halkın demokratik temsilcilerinin yer aldığı ulusal mutabakata dayalı bir strateji, PKK’nın varlık nedenini ortadan kaldıracak ve PKK’yı marjinal kılacaktır.

*Ali Er,
Emekli Tuğgeneral,
alier74@gmail.com