Eskiden bir doktora tezi yazmıştım. Türkçe başlığı, “Türkiye’nin Mafyasını Anlamlandırmak: Kavramsal Çerçeve ve Ön Değerlendirme” idi. Dönüp baktım, 2005 yılında savunmuşum tezi. Beni bıraksalar, hala bu tezi yazıyor olabilirdim. Sonrasında, ihraç olunana kadar[1], bu tezden hareketle muhtelif dersler verdim –ki, adını “Mafya 101” koyamadığım “İktisadi Suçlar” dersi bunlardan birisidir. Tez ile ilgili okumaya başladığım dönem, Susurluk sonrasıydı. Peşi sıra, 1990’ların sonu 2000’lerin başının yolsuzluk ve “mafya” operasyonları geldi. 2003’ten sonra ise AKP, mücadele ettiği üç Y’den birisinin yolsuzluklar olduğunu ve suç örgütlerinin kökünü kazıdığını ilan edip duracaktı. Öyle olmadığını anlatabilmek veyahut gösterebilmek vakit aldı.
Hem Susurluk sonrasında hem de yolsuzluk/mafya operasyonları döneminde, o kadar fazla isim, o kadar fazla ilişki, o kadar fazla olay hakkında söz söyleniyordu ve bu sözler o kadar “ortaya karışık”tı ki, geriye bir uğultu kalıyordu; bitmeyen ve insanı kısa bir süre içinde illallah ettirecek bir uğultu… Böylesi bir uğultu, herhangi bir kavramsal çerçeveyi veyahut teorik değerlendirmeyi de işitilemez kılıyordu. Geriye bir boş-gösteren olarak “temiz eller” ve en kahraman savcı talebi, devlet-işadamı-mafya üçgeni gibi temelsiz tasavvurlar veya AKP’nin yolsuzluk, çeteler ve -Ergenekon ile birlikte- derin devlet denen gulyabani karşısında mutlak bir zafer kazandığı algısı kalacaktı.
AKP, 2003 sonrası, gerçekten de yolsuzluklar ve çetelerin sonunu getirdi mi? Rivayet o ki, “yeraltı dünyasının önde gelen isimleri”ne operasyonlar yapıldı, -ve çetelerle- muvazaalı işleri olan sermaye gruplarının üzerine gidildi, Fethullahçılar’ın da katkısı (!) ile eski Türkiye’nin derin devletinin köküne kibrit suyu döküldü… Gerçekten öyle mi oldu? Yoksa AKP, “temizlik” adı altında, ekonomik alanda haklı ve haksız kazanç sağlama olanaklarını ve bunları düzenleyen kuralları, kademeli olarak, kendi aygıtının denetimine mi sundu? Peker videolarından sonra tekrar gündeme gelen suçlar silsilesi, yine bir uğultudur başlattı.
Bullshit
Bugünün uğultusu, felsefeci Harry Frankfurt’un “On Bullshit”te kavramsallaştırdığı üzere, “bullshit”tir yani boğuntudur. Bu, hakikatin, yalandan da beter bir düşmanıdır; yanıltmaya/aldatmaya yönelik, hakikatin yahut doğruluğun önemsenmediği, bir içeriğe sahip olmayan, boş konuşmadır. Böyle konuşanın amacı ise, vaziyeti kurtarmak veya ne isterse onu yapmak ve yaptığının yanına kar kalmasıdır. Bir başka deyişle, size A’dan hesap soranlara, Ğ’nin ne berbat insan/şey olduğunu anlatır, sonunu da fasulyenin faydalarına bağlarsınız. Yaptığınız boğuntu neticesinde, sizi dinleyenler, konunun A olduğunu unutur, Ğ’ye söver, hatta fasulyenin faydalarını takdir edemediği için kendisini kabahatli görür.
Bugün “bullshitting” -boğuntu yapma- gündelik konuşma/tartışma biçimlerine de sirayet etmiş ve siyasi alanda giderek yaygınlaşan bir söyleme ve eyleme biçimine dönüşmüştür. Bu durumu “hakikat sonrası” veyahut “algı yönetimi” gibi daha fiyakalı terimlerle ele almak mümkün olsa da, “bullshit bullshit”tir, yani boğuntu boğuntudur. Dinlediğimiz 10 mafya tartışmasının, herhalde 7 yahut 8’inde, konuşmalar/tartışmalar, didiklenen noktalar bir yerden sonra şirazesinden çıkmaktadır –ki, galiba işlerin, yapan açısından değil ise de dışarıdan bakan için anlaşılması böylesi noktalardan sonra zorlaşır. Kafanızda bir uğultu ile kitap başından/ekran karşısından kalkmanız, kimin sesi daha yüksek çıkıyorsa ve daha iyi “bullshitter” (boğuntucu) ise, onun peşine takılmanız veyahut canınızdan bezip, bunlar yokmuş gibi yapmayı tercih etmeniz pekala mümkündür.
Eh canım, bir pazar eğlencesi değil mi nihayetinde, öyle oluversin! Oluversin tabii de, duyduklarımız bir daha olmasın diye uğraşmaktan ve suçluların hak ettikleri cezayı almasını sağlamaktan veya düzeni değiştirmekten bahsediyorsak, tutarlı bir kavramsal çerçeveden yola çıkmak gerekir diye düşünüyorum. Analizin merkezine ekonomik alanı koymayı ve kişilerden -kim yaptı?- ziyade süreçlere -ne oldu? Nasıl oldu?- bakmayı öneriyorum. Kısaca özetlemeye çalıştığım kavramsal çerçevenin neredeyse her tarafının ayrıntılandırılabileceğini ve çok çeşitli şekillerde örneklendirilebileceğini teslim ediyor ve uzun etmeden, yola, bu yazıda kullanmaktan imtina ettiğim iki kavramla başlamak istiyorum.
Organize suç ile mafya
“Organize suç” kavramı, genellikle güvenlik güçleri ve hukukçular tarafından kullanılan bir kavramdır. Bilenler zaten bilir ya, organize suç ile yasada kastedilen, çok kabaca, iki veya daha fazla kişinin, suç işlemek için irade birliği yapması, işlenen suçun ekonomik kazanç sağlama amacı gütmesi, kişiler arasında hiyerarşik bir ilişkinin bulunması ve suçun işlenirken tehdit, şiddet yahut şiddet kullanma tehdidinin varolmasıdır. Kişiler, işledikleri suçların yanı sıra, bu suçları örgütlenerek işlemekten ayrıca cezalandırılırlar; cezalar silahlı külahlı işlerde ayrıca arttırılır. Bu türden yasaların kökenleri 18. yüzyıla kadar gider. Hırsız çetelerinin çete oldukları için ayrıca cezalandırılmasının, zenginin mülkünün korunması yolunda daha da caydırıcı olacağı düşünülmüştür. Öyle olmuş mudur? Rivayet muhtelif! Geçtiğimiz yüzyılın sonunda, “organize suçlar”, yargılamanın özel yetkili mahkemelerde yapılmasını mümkün kılmıştır. Dönem dönem, neredeyse bir trend olarak, “organize suç”u konu alan ceza yasası maddelerinden açılan davalar artmış, bunun üzerinden ahlaki panik yaratılmış, hatta bu örgütlenmeler, Türkiye’de MGK’nın iç tehdit listesine kadar girmiştir. Açılan davaların sonuçlarına bakıldığında ise, mahkumiyetle sonuçlanmanın neredeyse ihmal edilebilecek kadar düşük bir sayıya karşılık geldiği izlenebilir; daha doğrusu izlenebilirdi, çünkü artık veri bulunmamaktadır.
MGK ve iç tehdit düzleminden devam edersek, silahlı külahlı adamların kamudaki rüşvet/haraç zincirinden, 1990’ların sonu ve 2000’lerin başının terminolojisi ile hortumculuktan daha tehlikeli oldukları da tartışmalıdır. Bir meseleyi güvenlik konusu yapmak, dolayısıyla siyasal alanın dışına çıkartmak ve dolayısıyla da olağanüstü araçlarla müdahale etmek elbette tartışmanın bir ayağını oluşturur. Fakat, bu tartışmanın bir diğer ayağı da, organize suçlar ile beyaz yakalı suçlar/şirket suçları arasındaki standart kriminolojik ayrımdır. Banka hortumlamak yahut „Enron“ örneğindeki gibi skandallar daha kabul edilebilir bulunurken, silahlı külahlı adamlar tehlikelidir. Yoksul ailelerden gelmiş, dolayısıyla para peşinde koşan garibanlar veya doğasına yenik düşmüş alfa erkekler olarak görülmezler. Kamu barışına karşı, her nasılsa, daha büyük bir tehdit oluştururlar.
Mafya ise, “bizim oğlan mafyada işe girmiş” anlamında kullanılmıyorsa, Sicilya’ya özel bir olguya karşılık gelir. Analitik olarak, yüksek bir soyutlama düzeyinde işlevseldir. Lupo’nun tanımıyla mafya, birkaç yorum biçiminin, gerçekte iç içe geçmiş hali gibidir: “mafya, siyasi, ekonomik veyahut –sıklıkla- sosyokültürel faktörlere odaklanıldığında, geleneksel toplumun bir yansıması; bir girişim yahut bir tür suç endüstrisi; az çok merkezileşmiş gizli bir örgütlenme; veyahut devlete paralel bir yasal düzenleme, yani bir tür anti-devlet olarak görülmüştür.”[2] Bu bakma biçimleri, Türkiye’yi anlamakta, devamlılıkları ve kopuşları teşhis etmekte işe yarayabilecek olsa da, bu yazı bağlamında „mafia“, başlıktaki vurgudan ibaret kalacaktır: Herşeye mafya dersek –ki, mümkündür- aslında neye mafya diyeceğimiz, bunu nasıl analiz edeceğimiz, dolayısıyla nasıl bir mücadele vereceğimiz de karmaşıklaşacaktır. Post-Peker dönemde, öğrenmekte/hatırlamakta olduklarımız zaten yeterince karmaşıktır.
Haksız kazanç
Meseleyi sadeleştirirsek, bu karmaşa, aslında, kar amaçlı suçlara yani haksız kazanca dairdir. Üstadım R.T. Naylor’un kavramsallaştığı şekliyle kar amaçlı suçlar -profit-oriented crimes-, ekonomik alanı düzenleyen kurallara aykırı olarak gerçekleşen faaliyetleri, yani yağmayı, piyasa merkezli suçları ve ticari suçları kapsar. Suçun kendisi biraz karmaşıksa, örgütlülük, duruma göre de şiddet, rüşvet ve “para aklama” devreye girer. En basitinden, yağma, yahut bugünlerde “çökme” dediğimiz şeye, piyasa merkezli suçlar, kaçakçılığa, ticari suçlar ise kuralına uygun yapılmayan –hileli- üretime işaret eder. Teker teker işlenebileceği gibi, aynı suç içerisinde, birbirinin içine geçmiş halde de gerçekleşebilir.
Hal böyleyken, altını çizeceğim odur ki, şahane ve kurallara göre işleyen bir ekonomik alan var olup, buraya, dışarıdan, “yeraltı dünyası” veya “suç örgütleri” sızmış değildir. Bu işlerle iştigal edenlerin öncelikli kastı, ekonomik alanın düzenini ve kamu güvenliğini tehdit etmektir diye düşünmek de pek gerçekçi olmayacaktır. Suç, ekonomik alanın içinde var olur ve ekonomik alan tarafından üretilir. Suçlular, haydi örgütlenelim de para kazanalım diye yola çıkmazlar, durduk yere kan döküp göze batmazlar, kamu görevlilerini durduk yere maaşa bağlamazlar. Ancak çok para kazanır da göze batarlarsa, kazançlarını meşru kılma yoluna giderler.
Üstelik, “çökme”, kaçakçılık ve hileli üretim, tarih boyunca hemen her toplumda izlenebilir. Birisi diğerinin malına/servetine göz diker, tahditli ve fakat talep gören bir dizi mal vardır. Her toplumda süte su katacak bir sivri zekalı muhakkak ki bulunur. Neyin hak edilmiş, neyin haksız kazanç olduğu, haksız kazanç elde eden kişilerin hangisinin, nereye kadar tolere edileceği ve onlara ne ceza verileceği ise o toplumun kuralları içinde belirlenir.
Kapitalizmin devleti, devletin suçu
Kapitalizmin özelliği ise, ekonomik ve toplumsal yaşantının -her ne pahasına olursa olsun- kazanç/kar elde etme amacı ekseninde örgütlenmesidir. Bu örgütlenme, toplumsal düzenlemelere terk edilmez. Devlet aygıtı, karın/kazancın -veyahut sermaye birikiminin- sürekliliğini ve istikrarını sağlayacak önlemleri alır; yani, bir yandan mala karşı işlenen suçları daha ağır cezalandırma yoluna giderken, diğer yandan da “piyasa”nın işleyişini ve sınırlarını, mülkiyet, sözleşme ve icra-iflas hukuku üzerinden düzenler.
Ayrıca, olayların hepsi yer üstünde geçer. Hiçbir şekilde suç teşkil etmeyen –yer üstü- ve mutlak olarak suç teşkil eden -yer altı- ekonomik faaliyetler arasında, tonalitesi değişen, muğlak bir gri alan mevcuttur. Devlet aygıtını elinde tutan güçler koalisyonu, gücünü arttırmak, pekiştirmek ve “müesses nizam”ı korumak için bu gri alanda, istediğini yeraltına çekip, istediğini yer üstünde tutmak üzere pazarlığa girer. Kimi kişilerin kimi faaliyetlerine göz yumulur. Bir faaliyet, “yer altı” olarak değerlendirilmeye başlanmasının hemen ardından, onu yer üstüne çıkarmak için bir politika önerisi de gelecektir.
Suç üreten kapitalizm, devlet eliyle örgütlenen suçlar
Buradan hareketle, iki temel noktayı tekrar düşünmek gerekir: Sürekli olarak kar/kazanç elde etme etrafında şekillenen bir yapı olarak kapitalizm, haksız kazanç bağlamında, sair sosyoekonomik/sosyopolitik düzenlemelere nazaran, daha fazla suç üretecektir; Yahut da bizzat kapitalizmin kendisi kriminojeniktir.
İkinci nokta ise, devlet suçu -state crime- yahut devlet eliyle örgütlenmiş suç -state-organized crime- meselesidir. Kapitalist devlet, sermaye birikiminin sürekliliği ve istikrarını sağlamak üzerinden şekillenirken bir dizi açık-seçik yasa koymuş ve aslında kendisini de bu yasalar ile sınırlamıştır. Hukukun üstünlüğü -rule of law- temelde böyle bir şeydir. Mesela, devlet haraç keser; haraç kesme tekeli kendisindedir; bu haracı hangi kurallar dahilinde keseceği, vermeyene ne edeceği de bellidir. O saatten sonra, haraca, vergi toplama denir. Devlet aygıtının bizzat kendisinin bunun dışına çıkan münferit ve sistematik uygulamalarda bulunması suç teşkil eder.
Devlet suçu yahut devlet eliyle örgütlenmiş suç, devlet ricalinin, “müesses nizamı” korumak üzere, sistematik olarak, gerçekleştirdikleri “commission” yahut görmezden geldikleri “omission”, suç teşkil eden faaliyetlerdir. “Nizam”, devlet aygıtını elinde bulunduran güçler koalisyonunun gücünü pekiştirmesine ve/veya arttırmasına olanak sağlayacak cinsten bir nizamdır; sıradan vatandaşların esenliğiyle ilgisi olmayabilir. Zorla kaybetmeler, suikastler, ajanlaştırma faaliyetleri, yurttaşların fişlenmesi, her türden kaçakçılık işleri, başka ülkelerdeki gruplara el altından silah sağlamak, “çökme”ye aracılık, haraççılık, seçim kampanyalarının çıkara dayalı finansmanı gibi faaliyetleri içerir. Ahval-i adiyeden değildir; suçtur. Devlet, zaman zaman suç işler; suçu kendi eliyle örgütler.
Eee, yani?
Türkiye’de, AKP iktidarı döneminin ayırt edici niteliği, benim fikrimce, ekonomik dönüşüm süreci içinde manevra alanı genişleyen devlet aygıtını elinde tutan güçler koalisyonunun, yasal ve yasadışı, meşru ve gayrımeşru kar/kazanç elde etme olanaklarını veyahut rant yaratma ve dağıtma kapasitesini kendi tekeline alması ve bunu ayrıca “haraç”a tabi kılmasıdır. Kademeli olarak, bu güçler koalisyonu, neredeyse parti teşkilatı veyahut partililik/partiye yakınlık ile özdeş hale gelmiştir. Görünen o ki, kavga da buradan kopmuştur.
Yolsuzluk ve mafya operasyonları olarak bilinen operasyonlar, genellikle, rant yaratma ve dağıtma işinin tıkanmaya başladığı ve ekonomik alanda faaliyet gösterenler açısından har(a)cın karı geçtiği veyahut da devlet aygıtını elinde tutan güçler koalisyonunun -partinin?- kimi parçalarının kendi hesabına iş yapmaya kalkıp çatışmaya başladığı zamanlarda ortaya dökülen olaylarla başlar. Türkiye için bunun alametleri çoktan belirmiştir.
Bildiğim mutlak bir çözüm yolu yoktur. “Her ne pahasına olursa olsun” kazanç/kar elde etme, kapitalizmin dinamikleri ve devlet eliyle örgütlenen suçlar hakkında sakince ve mantık kurallarını elden bırakmadan, tekrar ve hep birlikte düşünmek gerekir.
*Ahu KARASULU
Muhreç Akademisyen, Bağımsız Araştırmacı
ahu.karasulu@gmail.com
[1] 686 no.lu KHK (Şubat 2017).
[2] Lupo, 17.
*Lupo, S., Storia della Mafia, dalle Origini ai Giorni Nostri, (Roma: Donzelli Editore, 1996)