AKP iktidarı, 16 Nisan referandumu öncesi, “evet” çıkması durumunda, “terörün biteceği, ülkenin huzur ve sukun bulacağı, ekonominin sıçrama yapacağı, gönencin artacağı, Türkiye’nin bu sistemle çağ atlayacağı” yolunda vaatler sıralamıştı. Bir puan farkla tartışmalı ve şaibeli bir “evet”le referandum süreci geride kaldı. Fakat yukarıda sıralanan vaatlerin hiçbiri yerine gelmedi. Aksine; gelen cenazeler, yapılan tutuklamalar, ihraçlar, işe son vermeler artarak devam etti. FETÖ için çıkarılan kararnameler, alakası olmayan muhalifler için de kullanılıyor. Neler yapıldığına bakıldığında ilk göze çarpan şunlar: 15 Temmuz darbe girişimini bir lütuf olarak gören iktidar kendisinden olmayan herkese baskı uyguluyor. Ülkeyi OHAL ve KHK’lerle yönetiyor. OHAL düzeni rejim değişikliğinin aracı olarak kullanılıyor. Gazeteciler tutuklanıyor, halkın haber alma hakkı engelleniyor. Akademisyenler işten atılıyor, üniversite özerkliği ordan kaldırılıyor. Kuvvetler ayrımı yok edildi, parlamento işlemez hale getirildi. Demokratik siyasetin önü kapandı. Milletvekilleri, belediye başkanları hapsedildi. Millet iradesi yok sayıldı. Vaatlerle yapılanlar zıt istikamette seyrediyor.
Vaatler yerine gelmeyince iç ve dış öcü siyaseti ısıtılarak devreye konulmaya başlandı. Toplum bu doğrultuda dizayn edilmeye çalışılırken Kılıçdaroğlu “artık bıçak kemiğe dayandı” diyerek “adalet yürüyüşünü” başlattı. Toplumda heyecan yaratan, umutsuzlara umut aşılayan yürüyüş, tıkanan muhalefete adeta yeni bir soluk borusu açtı. Yürüyüş, her kesimden katılımlarla, İstanbul’da iki milyonluk dev bir mitingle son buldu.
Yönetici işi doğru yapar ama lider doğru işi yapar. Kılıçdaroğlu bu yürüyüşle müthiş doğru bir iş yaptı. Bazen bir yürüyüş çok şey değişitirebilir. Gandi’nin tuz yürüyüşü, Mao’nun uzun yürüyüşü, Amerikalı siyahi liderin öncülüğünde milyonluk yürüyüş önemli değişimlere yol açmıştı. Bu yürüyüş de, bundan sonrası iyi planlandığında, değişimlere gebedir. Muhalefet için umut olan iktidar için korku yüklü buluta dönüşür. “Soru şimdi şudur”: AKP ne yapmaya çalışıyor? Ülke nereye gidyor? Ne(ler) bu gidişatı engelleyebilir?
Şok politikasından korku sarmalına
İktidarın, “Allahın lutfu” diye beyan ettiği 15 Temmuz, bir şok politikasına dönüştürüldü; toplumu sersemletecek biçimde sunulmaya devam ediliyor. Şok politikası, şok edici bir olayın yarattığı şaşkınlık, korku ve çaresizlik duygusunu fırsat bilerek, bunun etkisini canlı tutacak hamleleri art arda devreye sokmaya dayanır. AKP de bunu yapıyor. Bu sayede iktidar, arzuladığı değişimi dirençle karşılaşmadan gerçekleştiriyor. OHAL’i ve KHK’leri şok politikasının bir aracı olarak kullanılıyor. Başbakanın 3-5 ay sürecek dediği OHAL, asıl kurguyu yapanlar tarafından sürekli canlı tutularak hala sürdürülüyor; önemli bir dirençle karşılaşmazsa seçimlere kadar da sürebilir..
Devletin zor tekeli ve ideolojik aygıtlar kullanılarak toplum hizaya sokuluyor; mühalifler susturuluyor; sayıları yüzbinleri aşan kamu görevlisi işinden atılıyor. İktidar sahipleri kendine göre “temizlik yaparak” devletin her kademesinde yeniden partizanca örgütleniyor. Başta medya olmak üzere bütün mühalif sesler bastırılıyor, susturuluyor.
Şok politikası, siyasal ve hukuki alanda uygulandığında genellikle olağanüstü hal görünümü altında sürdürülür. Bu tür bir olağanüstü halin temel niteliklerinden biri, yasama, yürütme ve yargı güçleri arasındaki ayrımın başlangıçta geçici olarak kaldırılması ama bunu kalıcı kılacak uygulamaların hayata geçirilmesidir. Hukuk düzeninde kurmaca bir boşluk yaratılıp zorunluluk hali gerekçe gösterilerek bütün güçlerin yürütme erkinde toplanması sağlanır.
Toplumsal felç meselesi ve devletin kullanılması
Şok politikalarıyla yaratılan olağandışı koşullar, toplumlarda korkunun yarattığı bir “suskunluk” meydana getirir. Amaç, toplumu korku temelinde susturmak ve tek sesli hale getirmektir. Bu, giderek bir hastalık gibi yayılıp herkese sirayet eder. Buna sosyolojik olarak “suskunluk sarmalı” diyoruz. Susan toplum sonunda korkudan hiçbir şeye tepki ver(e)mez; adeta felce uğrar. Egemen görüşün baskısı altına giren kişi ve gruplar, bir süre sonra, bir korunma güdüsüyle gerçek görüşlerini saklayıp egemen görüştekiler gibi düşündüğünü açıklamaya başlarlar ve kendi tercihlerini çarpıtır. Böylece, korkunun yarattığı suskunluk, bir süre sonra egemen görüşten yana işlemeye başlar ve egemen görüş korku temelinde herkese bulaşır. İşte Türkiye’de amaçlanan budur. Korkutarak susturma, suskuyu bütün topluma yayma, susmuş ve korkutulmuş toplumu güçlü görünenden yana çekme. Egemen güç ve görüş, bunu, hakim olduğu devletin her türlü aracını ve gücünü kullanarak başarmaya çalışır..
Devletin iki türlü gücü vardır: Biri kaba güçtür. Asker, polis, mahkemeler, hapishaneler vs. Bunlar, aslında toplum adına ve onun vergileriyle adaleti ve düzeni sağlamak için oluşturulmuş kurumlarken, bir süre sonra hakim kesimin kendini egemen kılmak için kullanmasıyla tam tersi bir işleve sahip olmaya başlar. Devletin ikinci önemli gücü ise sahip olduğu ideolojik araçlardır. Bunların başında eğitim kurumları, medya ve propoganda gücü gelir. Bazen ideolojik araçlar toplumu dizayn etmeye yetmeyebilir. Bu durumda kaba güç devreye sokulur. Böyle bir düzende, toplumun gözünde iktidar devletle bütünleşmiştir. Devlet ise güçlüdür; ona itiraz edilmez, edilse de zarardan başka bir fayda vermez. Böylece tepki ver(e)meyen, onların yaptıklarını onaylamadığı halde, sessiz kalmasıyla onay veren “felçli bir toplum” oluşturulur.
Adalet Yürüyüşü’nün işlevi – demokrasi ve rıza üretme meselesi
Adalet Yürüyüşü, doktorun felçli bacağa iğne batırması gibi toplumu irkiltip harekete geçirdi. Yürüyüş, korku iklimini kısmen de olsa dağıttı; baskı duvarını yıktı; susmayı ses vermeye çevirdi; ataleti harekete geçirerek felçli olma haline son verdi. Dayatılana, demokratik bir yolla, toplumun ortak paydası “Adalet” talebiyle itirazda bulundu. Bundan daha kuvvetli ve herkesin üzerinde anlaşabildiği bir itiraz noktası ve bundan daha geçerli bir ortak payda bulunamazdı.
Demokratik rejimlerde yönetenler, “meşruiyetlerini” halkın -yetki verdiği kişi ve kurumlar aracılığıyla- yönetmesine rıza göstermesinden alır. Rıza ile kaba güç ters orantılıdır. Kaba güç artıkça “meşruiyet” zayıflar. Düzeni sağlamak için sadece polis, asker, mahakeme, hapishane araçlarının kullanılması meşruiyeti güçlendirmez; tam tersine zayıflatır. Baskılar ilk etapta yapanın lehine sonuçlar doğurmuş gibi görünürse de içten içe tepkiler gelişir. Gelen tepkiler baskıcı yönetim tarafından ideolojik araçlarla bertaraf edilmeye ve propoganda gücü ile giderilmeye çalışılır. İdeolojik araçların yetmediği yerde zor araçları devreye sokulur. Tepkiler ile zor tekelinin kullanılması birbirini besler ve bir kısır döngü meydana gelir. Bu kısır döngü, en sonunda egemen ve baskın olan gücün lehine sonuçlanabilir. Bu noktada yukarıda vurgulandığı üzere korkunun egemen olduğu bir iklim oluşur.
İşte muhalefetin en büyük misyonu bu zehirli iklimi dağıtmak ve halka umut vermektir. Bu, demokrasi için büyük önem taşır. Yoksa statüko kalıcılık kazanabilir. Hem de beklenmediği kadar bir süreyle. Adalet Yürüyüşü ve ardından yapılan Adalet Kurultayı bu anlamda büyük önem taşımaktadır. Bunlar, “adalet” talebini seslendirmenin ötesinde, korkuyla zehirlenmiş topluma adeta panzehir olmuştur.. İktidarın telaşı bundandır. Başta CHP ve Kılıçdaroğlu olmak üzere muhalefete düşen, söylem ve eylemlerle halktaki toplumsal refleksleri diri tutmak ve yönlendirmektir.
Sonuç
1-Yürüyüşte ve Kurultayda gerçekleştirilen kapsayıcılık bundan sonraki eylemlerde de sürdürülmelidir. 2019’un başarısı toplumsal muhalefeti derleyip toparlamaya bağlıdır. CHP bu konuda öncülük ve eşgüdüm yapmalıdır.
2-Yürüyüş, toplumda birikmiş tepkilerin dışavurumu, dile gelmesi eylemiydi. Kurultay da bu pratiğin teorisini yaptı. Ne ki, iktidar bu tepkileri dikkate almadı. Bu manada iktidarın yaptığı yanlışlar cesaretle teşhir edilmeye devam edilmelidir..
3-Ancak, başta CHP olmak üzere muhalefet, iktidarı sadece eleştirmekle yetinmemelidir. Eleştirdiği düzenin yerine ne koyacağını, nasıl yapacağını halka anlatmalıdır.
4-Yürüyüşün ve Kurultayın önemli bir sonucu da korku duvarını kırmasıdır. Korku sarmalı kör noktasından kırılınca, suskunluğun yarattığı kısır döngü sona ermiştir. Nitekim görüleceği üzere, iktidar partisini en çok bu rahatsız etmektedir. Bu daha da ileri götürülmelidir..
5- Yürüyüş ve Kurultay sadece Türkiye’ye hitap etmemiş, dünyaya da olan biteni bir kez daha hatırlatmış, dünya kamuyunun dikkatini çekmeyi başarmıştır. Bu, diplomatik alanda da devam etmelidir. Daha fazla baskının yaratatacağı etki bundan sonra daha fazla tepkiyi beraberinde getirir. Onun için, iktidarın önünde geri adım atılmamalı; gerçekler, her yerde ve her platformda korkusuzca ve yüksek sesle haykırılmalıdır.
6-Yürüyüşün ve Kurultayın bir önemli sonucu da, referandumda “Hayır” diyenler arasındaki ilişkiyi artırmış olmasıdır. Bu kesimlerin oluşturduğu dinamizm bu eylemlerle konsolide edilmiştir. Şimdi korkmayan, susmayan, tepki gösteren bir kitle var karşımızda. Daha fazla güven var, yarına dair daha fazla umut var.
7-Bundan sonra organize edilecek olan demokratik eylemler, Adalet Yürüyüşünün ve Kurultayının gölgesinde kalmamalı, onları aşmalı ve bir adım ileriye götürebilmelidir. Unutulmamalı ki, herkesin “bir düzenden” memnun olmama hakkı var. Ama bu yetmez; hak değişimi isteyenlere aynı zamanda onu değiştirme görevini yükler. Bu noktada fark yaratan cesarettir. Burada cesur liderlere, cesur söylemlere ihtiyaç vardır.
8- 2500 yıl önce Platon, “Her toplum laik olduğu şekliyle yönetilir” demişti. Bu durumda insanlar, ya doğrudan yana itiraz edecek ya da boyun eğecek. Kılıçdaroğlu’nun eyleminin anlamı; “Bizler bu yönetim şekline layık değiliz, buna itiraz ediyoruz” demektir. O halde, artık yürüyüş benzeri, halka dokunan eylemlere ara verilmeden devam edilmelidir.
9-Bu çerçevede yerel yönetimlere ve 2019 seçimlerine hazırlanılmalıdır. İlkeler belirlenmeli; CHP bu cephenin/bloğun koordinasyonunu sağlamalı; umut ve muhalefeti önce yerel seçimlerde, ardından da genel seçimlerde ve özellikle de cumhurbaşkanı seçimlerinde birleştirebilmelidir. Yerel seçimler, genel seçimin konumunu da belirleyecektir. Özellikle Ankara, İstanbul, Adana, Mersin gibi kentlere ağırlık verilmelidir.
10-2019, hem Cumhuriyet’in hem de CHP’nin kuruluşunun yüzüncü yıldönümüne denk geliyor. Cumhuriyet’in geleceği biraz da bu seçime bağlı olarak belirlenecektir. CHP’ye düşen buna uygun bir tavır, tutum, eylem ve söylem geliştirmektir.
11.Sonuç olarak, bir kere cin şişeden çıktı, korkuyla zehirlenen iklim Bolu Dağları’ndaki oksijenle ve Çanakkale’de dağılıp gitti. Adalet talebi yola çıkmış gidiyor. Bu yolun sonunda her türlü adaletsizliğe, demokrasi dışı baskılara son verecek bir iktidar oluşmalıdır. Yürünecek daha çok yol olduğu belli; ancak tünelin ucunda ışık görünmüştür. Bu yol bundan sonra daha bir şevkle yürünecektir.
*Ahmet ÖZER
Prof. Dr., Toros Üniversitesi
ahmet.ozer@toros.edu.tr