Dünya üzerinde genel olarak üç yönetim biçiminden bahsedilebilir. Bunlar teokrasi, diktatörlük ve demokrasidir. Teokrasi, Allaha atfedilen rejimin yarattığı korkuya; diktatörlük, bir kişi rejiminin yarattığı baskıya ve korkuya; demokrasi ise halkın rızasına dayanır. Diğerlerini tahlil ederken asıl üzerinde durulması gereken, demokrasi ve onun bozulmuş halleri ile demokrasi kisvesi altında yürütülen rejimlerdir.
Eğer gerçek manada amaçlanan demokrasi ise o takdirde mutlaka “rıza” aranmalıdır. Birileri toplumun rızası hilafına kendi taleplerini, yasaların arkasına sığınarak zorla dayatmaya çalışırsa o rejimin adı demokrasi olsa bile kendisi demokratik olmaz. Yönetenler halkı kandırmak ve daha kolay yönetip yönlendirmek için demokrasi kavramını kullanırlar. Yığınların bir kısmı da buna inanır.
Tek kişilik demokrasi olmaz
İyi bir düzen arayışındayken toplumun ya da doğanın kendi dengelerini bulacağı, daha doğrusu bulması gerektiği üzerinde yoğunlaşılır. Eğer bu dengelere müdahale etmeye kalkarsanız, sonuç felakete varıyor; hem doğa mahvoluyor hem insan. Bu, bazen açıkça diktatörlük biçiminde işliyor, bazen de “demokrasi” kandırmacası arkasına saklanarak yürüyor. Tek kişinin iradesi, kurullar, meclisler, komisyonlar vs. arkasına saklanarak sanki dev bir mekanizma çalışıyormuş görüntüsü veriliyor. Oysa onların hepsi dekor. Kararlar tek bir kişiden çıkıyor. O tek kişi ise zamanla güç yozlaşmasına uğrayarak
Tanrı’nın kendisini dünyayı yönetmek için yarattığına inanmaya başlıyor. Doğaya, topluma ve siyasete egemen olmaya çalışıyor. Hatta bunu en doğal hakkı olarak görüyor; karşı çıkanlara ise sinirleniyor, samimi olarak öfkeleniyor. Toplumun sesini yükseltmesini “ayakların baş olması” biçiminde yorumluyor.
Bütün diktatörler kendilerini halklarına adadıklalarını, en iyisini kendileri bildiklerini, en iyi rejimin de içinde bulundukları rejim olduğunu devletin bütün (ideolojik ve askeri) araçlarını kullanarak ileri sürerler. Bu o kadar yoğun söylenir ki zamanla toplumun kahir ekseriyeti bu yalana bir alışkanlıkla inananmaya başlar. Durum yasalarla tahkim edilir; pürüzler, protestolar ve itirazlar baskı ile sindirilir ve herkes korku temelinde eşitlenir. Hatta kimi zaman bu rejimin demokrasi olduğu yutturmacasına bile başvurulur. Peki ya meşruiyet?
Demokrasilerde yasallık her zaman meşruluk demek değildir
Burada söylem değil eyleme bakmak gerekir. Demokrasi kisvesi altında sürdürülen bir rejim, “rıza”yı yitirmesi durumunda ancak zora ve baskıya dayanarak devam edebilir. Zor ile meşruiyet ters orantılıdır. Bir rejim meşru ise zora dayanmaz, zor ve baskıyla yönetiyorsa meşru olmaz, yasal olsa bile. Zorun gücü otokratik rejimin istekleri doğrultusunda işler. Buna üniversiteler, basın kuruluşları, medya, dini kurum ve kuruluşlar da eşlik eder. İdolojik araçların yetmediği yerde askeri araçlar devreye sokulur. Gerekirse herşey yasaya göre yapılır.
Bu noktada öne çıkan soru şu: Her yasa meşru değildir. Bu konuda evrensel norm, yasal olanın hukuki, hukuki olan da adil olması zorunludur. Eğer yasal olan hukuki değilse adil olamaz, adil olmayan ise meşru olamaz. Şimdi bunun ışığında yaşananlara bakalım. Toplumun bir bölümü “ben senin bana dayattığın yönetim biçimine rıza göstermiyorum” derse, o takdirde yönetimin bunu dinlemesi ve demokratik olarak rıza üretmesi lazımdır. Eğer bunu yapmak yerine güce başvuruyorsa meşruiyetten ve dolayısyla demokrasiden uzaklaşır.
Güç iktidar gerektirir; iktidarın kurumlaşmış formu ise devlettir. Yukarıda belirtildiği üzere, devlet küçük bir azınlığın çoğunluk üzerinde zor tekelini kullanarak yönetimi sağlayabilir. Demokratik devletlerde yönetilenlerin de tabi olduğu kurallar konmuştur. Kimse kendini bundan muaf tutamaz. Yönetim ise bunu sınırları belli bir toprak parçası içinde egemenlik hakkını kullanarak sağlar. Bu sınırlar içinde gelecek için kader birliği etmiş topluluğa ulus denir. Aynı zamanda ortak zihniyet dünyasını paylaşan ulus devleti ele geçirenler, kendini varetmek ve sürdürmek için kimi zaman iktidarları yoluyla etnik, siyasal, sosyal-kültürel farklılıkları zora, asimilasyona dayalı olarak teke indirgemeye, hatta kimi zaman yok etmeye, ettirmeye çalışır. Bu çaba milliyetçilik ekseni etrafında yürütülür. Türkiyede İttihat Terakki’den devralınan bu mantalite şimdilerde İslami vurgu öne alınarak işletilmektedir.
Türkiye’de İslam-Türk sentezli ulus devlete doğru
Ulus devlet, (ya da devlet ulusun) ortak zihniyeti milliyetçilik etrafında oluşurken, demokratik bir cumhuriyette ve ulusta ise ortak zihniyete özgürlük ve dayanışma damgasını vurur. Nasıl ki zihniyetler bedensiz olmazsa uluslar da bedensiz olmaz. Milliyetçi zihniyetli ulusların bedeni devlettir, böylece ulus devlet meydana gelir. Özgürlük ve dayanışma zihniyetli ulusların bedeni ise halka dayalı kendini yönetmedir. Bu model katı, merkeziyetçi, bürokratik yönetim biçimine ademi merkeziyetçi bir alternatifle cevap olmaktır.
Türkiye gibi çok dilli, çok etnili, çok kültürlü toplumları özgürlükçü bir yaklaşımın dışında tekçi bir anlayışla bir potada toplamak onu orada zorla tutup eritmeye çalışmak, tarihsel bellekten de anlaşılacağı üzere, sorunlu olmanın ötesinde sürekli sorun üretmektedir. Türkiye Cumhuriyeti tarihi bu kötü deneyimlerle doludur. Şimdi anakronik bir biçimde bunu dayatmak ya da sürdürmek, onu parçalamaktan başka işe yaramaz. Düne kadar sürdürülen Türk-İslam sentezi şimdi tersyüz edilerek İslam-Türk sentezine çevrilmektedir. Bu anlayış varolan sorunları çözmek bir yana onları daha da büyütmekte ve var olan sorunlara yenilerini eklemektedir. Bugün kasabaların tankla topla kuşatılması bunun bir ifadesi değil mi?
Gelinen noktada artık Türkiye’nin bakış açısını değiştirmesi zorunludur. Aksi takdirde 1930’lu yılların elbisesini, bugün nüfusu ve ihtiyaçları çoğalarak çeşitlenmiş bu topluma zorla giydirmeye çalışmak onu paramparça etmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Tarih boyunca tekçi anlayışları ve onların yarattığı hastalıkları görmek mümkündür. Toplumda bütün farklılıkları teke indirgemek isteyen bu anlayış, yönetimde de tek başına kalma isteği içindedir. Çoğu zaman da bu anlayışı demokrasi kisvesi altında sürdürülmeye çalışmaktadır; bugün olduğu gibi..
Oysa demokrasi, çoğunluğa değil çoğulculuğa dayanır ve erkler ayrımını eksiksiz uygular. Tekçi yönetimler, tek adam olma heveslileri bir süre sonra giderek çoğulculuğu yok eder, farklı sesleri bastırır, diktatoryal bir yapıya doğru yol alır. Diktatörler, emirleri altındaki silahlı insanlara güvenerek büyük kitleleri “yola getirecekleri”ni sanma hatasına düşerler. Oysa tarih, bunun mümkün olmadığını gösteren örneklerle doludur. Buna karşı çıkmak hem hak hem de görevdir.
Tek adamlık nedir; nasıl işler?
Türkiye’de tek adam rejimi var mı yok mu? Tek adam rejimi başkanlık olunca mı gelecek, yoksa zaten şimdi var mı? Bu, yapılanlara bakılarak değerlendirilecek bir husustur. Çünkü hiç bir söz yaşanan gerçeklerin yerini turtamaz, onun kadar gerçeği çarpıcı anlatamaz. Ayrıca tek adamlık rejiminde kimse “ben tek adamım” demez, “tekçi biçimde yönetiyorum” diyerek ortaya çıkmaz. İnsanlar “demokrasi” adı altında bir kişinin buyruğu ile yönetilmek istemezler. Aslında insanlar, sultanlıklarda, krallıklarda, diktatörlüklerde de tek adamın buyruğu ile yönetilmek istemezler, ama orada korktukları için seslerini çıkaramazlar. Seslerini çıkardıkları anda tek adam tarafından sürülür, işlerinden atılır, hapsedilir, olmadı faili meçhule/malume kurban giderler. O nedenle bu nevi rejimlerde herkes eşitttir. Ancak bu eşitlik, insan hakları-hukuku açısından bir eşitlik değildir; korku bazında bir eşitliktir. Baskı ve sindirme herkesi korkutmuş; bu da toplumu felçli hale getirmiştir.
Oysa demokrasi rejimi rızaya dayanır. Eğer halk, yönetenin yönetme biçiminden memnun değilse itiraz etme hakkına sahiptir. Bu durumda yönetenler ya yeniden rıza üretir ve yollarına devam eder ya da yerlerine başkaları gelir. Hem değişmiyor, hem de halkın rızasını almıyorsa nasıl devam edebilir bir rejim? Geriye bir tek yol kalıyor. O da baskı, sindirme, korkutmadır. O takdirde rejim -adı demokrasi olsa bile- hukuken meşruyetini yiritirdiği için demokrasi kisvesi/yutturmacası altında artık başka bir rejime dönüşmüş demektir.
Toplum, demokrasi kisvesi altında yürütülen bu düzenden memnun olmama hakkına sahiptir. Ancak bu hak onlara zora, baskıya, zülme dayanan rejimi değiştirme görevi de verir. Toplum hem beğenmeyip hem de bir şey yapmıyorsa, o zaman müstahaktır; daha doğrusu böyle yönetilmeye mahkum olur. Eflatun boşuna iki bin beş yüz yıl önce her toplum layık olduğu biçimiyle yönetilir dememişti.. Burada kararı verecek olan toplumdur; ona öncülük edenlerdir. Siyasetçiler, aydınlar, yazarlar, sanatçılar, bilim insanları, gençlik ve kadın örgütleri, itiraz eden herkes; özetle örgütlü sivil toplumdur.
Türkiye’den örnekler
Peki, Türkiye’de durum nedir? Bir kaç örnekle açıklayalım. Çünkü toplumun büyük bir kesiminde Cumhurbaşkanı’nn başkanlık talebinin tek adamlığa götüreceği endişesi var. Şimdi soruyoruz: Zaten başkanlık olmadan da şimdi tek adam yönetimin emareleri yok mu; bugün tek adam rejimi işlemiyor mu?
Meselenin iyi anlaşılması için birkaç hatırlatmada yarar var:
“Eğitim sitemi değişecek. Bu yasa bu hafta sonu çıkar” dedi, çıktı.
“Kürt sorunu vardır, benim sorunum” dedi, iki yıl çözüm süreci sürdü.. “Yok” dedi, masa devrildi, savaş başladı.
7 Haziran seçiminin üzerinden üç gün geçmeden “yeniden seçim dedi” beş ay sonra 1 Kasım’da Türkiye yeniden seçime gitti.
“Can Dündar bedel ödeyecek” dedi, içeri alındı.
“Balyoz, Sarı Kız, Ergenekon darbe yapacak” dedi, ilişkilendrilen herkes içeri alındı. “Hayır yoktur” dedi, hepsi dışarı çıktı.
“Fethullah Gülen Hoca Efendi” dedi, herkes Pensilvanya’ya koşup yüz sürmek için kuyruğa girdi. “FETÖ terör örgütü” dedi herkes cin çarpmış gibi ondan kaçtı.
Gül, Arınç, Ergin, Çelik “kardeş(ler)im” dedi baş tacı edildiler, Cumhurbaşkanı, Meclis başkanı, bakan oldular; şimdi o “o zat(lar” diyor, taraftarları, ak troller/troliçeler şeytan recmeder gibi taşlıyor onları..
23 milyon oy almış bir başbakanı bir darbeyle alaşağı etti; hiç bir şey olmamaış gibi partisi ayakta ve hazırolda olan biteni alkışladı.
“Dokunulmazlıklar kalksın” dedi, ülkenin büyük bir siyasi kaosun içine atılma riskine rağmen dokunulmazlıklar kalktı.
Daha ne olsun? Ne bekleniyor tek adam rejimi için? Bundan daha açık “tek adamlık” olur mu; biri söylesin bana!
Prof.Dr. Ahmet ÖZER
Toros Üniversitesi
ahmet.ozer@toros.edu.tr