15153119_1104267496356391_108862068_o

Ahmet Özer – Referandumu Nasıl Okumalı? Ne Yapmalı?

Seçim bitti; ancak tartışması ve etkileri daha epey sürecek gibi.  Çünkü herşeyden önce bu referandum OHAL ortamında yapıldı. Böyle önemli bir oylamanın OHAL ortamında yapılmasının uygun olmayacağını daha önce bir vesileyle başbakan bile dile getirmişti. Ama her ne olduysa, daha sonra hızla OHAL ortamında referanduma gidildi, Başbakan’dan da bu konuda tek bir kelime duymadık. Duyamazdık; zaten sorun da, tam bu tekçi-tek adamcı bir yönetim meselesi. Ayrıca, seçimin eşit ve uluslararası satandartlara uygun olmayan koşullarda yapıldığı AGİT Gözlemciler Heyeti tarafından da dile getirildi. Oysa Cumhurbaşkanı hakkı, hukuku, meşruiyeti bir tarafa bırakıp “atı alanın Üsküdarı geçtiğini” beyan etti. Burası, bir aşiret devleti değil hukuk devleti; at sırtındaki atlıya göre yönetilemez. Siz bunları yok saysanız bile dünya yok saymayacaktır.

Daha da önemlisi, bu referandumda devlet ile millet yarıştı. Bir yanda devlet olanakları, bürokrasisi, yönlendirilmiş medyası; öbür yanda halk yer aldı. Kimi yerde ise baskılar oldu; bunların doğurduğu sakınca ve sıkıntılar oluştu. Bütün bunların yanısıra, bir de Yüksek Seçim Kurulu’nun seçim sırasında aldığı karar hem seçimlere gölge düşürdü hem de bu tablo “siyasi meşruiyet” tartışmalarını beraberinde getirdi. Bu kısa girişten sonra durumu genel açıdan, partiler açısından, dış dünya, ülke kamuoyu ve ekonomi açısından kısaca, madde madde değerlendirmeye çalışalım ve bundan sonra ne yapılması gerektiğine bakalım. Çünkü süreç yeni başlıyor..

Genel durum bakımından

  1. Bu referandumda toplum ortadan ikiye bölündü. Bu görüntü yer yer pratiğe de yansıdı. Anayasa gibi önemli bir konuda böyle bir kamplaşmanın olması demokrasi açısından iyi olmadı. Hala tartışmalı olmakla birlikte; çok az bir farkla (%51,4) “evet” çıkmış olsa da bu sonuç, hukuki açıdan değilse bile siyasi açıdan bir meşruiyet sorunu ortaya çıkardı. Çünkü anayasalar toplumların temel uzlaşı metinleridir. Bu uzlaşma sağlanmazsa rıza üretmek zor olur. Yapılan sıradan bir değişiklik değil, anayasa değişikliği ve üstelik sistemi kökten farklılaştıran bir değişiklik. Toplumun yarısının karşı olduğu bir anayasa ülkeyi nasıl kapsayacak ve nasıl rıza üretecek?
  2. Seçim sonuçları, bu değişikliğin, onu öneren partiler tarafından bile tam desteklenmediğini ortaya koydu. Nitekim son seçimde, AKP %49, MHP %13, BBP %0,8 HÜDAPAR ve diğerleriyle birlikte nerdeyse % 67’ye varan bir oy potansiyeli söz konusu iken, -resmi görüşe göre- ancak %51.4 gibi bir oy oranında kalınması bunu göstermiyor mu? Bunun hiç mi önemi yok? Değişikliği savunan partilerin bile oyları neden gelmedi? Bu noktanın altı hassasiyetle çizilmelidır. MHP’nin dörte üçü, AKP’nin ise beşte biri -bunca örgütlü çalışmaya, propagandaya rağmen- bu değişikliğe oy vermedi. Bir sivil siyasi ortamda toplumun yarısının “hayır” dediği bir anayasa değişikliği toplumun tümüne güle eğlene nasıl uygulanacak? Bu soru ortada duruyor.
  3. Referandumun yüksek katılımla gerçekleşmiş olması hiç kuşkusuz demokrasi ve siyasi katılım açısından dikkate değer bir durum. Ne ki bu oranın yurda dağılımı istikrarlı değil. Batı bölgelerinde (özellikle büyük kıyı kentlerinde) katılım oranı %90’ları bulurken doğuda bu oranın %75’lere kadar düştü; bunun nedeni sorgulanmalı? OHAL ortamında, HDP’nin eşbaşkanlarının ve on milletvekilinin, yüzlerce partili ve belediye başkanlarının tutuklu olduğu bir süreçte referanduma gidildi. BDP’li belediyelerin tümüne kayyum atanmış durumda. Böyle bir olgu hiç yokmuş gibi davranıldı. Ayrıca o gün bütün bunlara ses çıkarmayanların bugün Kürt oylarının hesabını sormaları ne kadar ahlaki? Bütün bunlara rağmen, burada yaşayan insanlar her türlü baskıyı aşarak çoğunlukla “hayır” dedi.
  4. 4. Böyle bir ortamda devlet bütün gücü ve olanakları ile “evet”e çalıştı. Buna rağmen istenilen sonuç elde edilemedi. Bu hiç mi önemli değil? “Biz yaptık oldu” denilerek geçiştirecek bir durum mu bu? Gerçeklere gözünü kapatan sadece kendine dünyayı gece yapar; gerçek ise orada durmaya devam eder. Ayrıca bundan sonra yapılacak “başkanlık” seçimlerinin kimse için cepte keklik olmadığı ortaya çıkmış oldu.
  5. Bu değişikliğe geçildiğinde, sistem iki partili bir yapıya kayacak gibi görünüyor. O zaman partiler, toplumsal tabanı dikey değil yatay kesen, daha toplayıcı partiler haline gelecek. Çeşitli görüşleri toplayan bir nevi “şemsiye partiler”’ olmak zorunda kalacaklar.
  6. Bir diğer husus da, bu anayasa değişikliğine bağlı olarak, yasalarda yapılacak değişikliklerin nasıl, ne yönde ve hangi nitelikte ve zamanda yapılacağıdır. Bu soru şimdi daha da önem kazanmıştır.

     Siyasi partiler açısından

  1. Bu referandumun önemli figürlerinden biri Kılıçdaroğlu’dur. Kılıçdaroğlu tek başına “hayır” cephesinin liderliğini yaptı. Sakin, sorumlu biçimde ve açık bir güç dengesizliği karşısında, kampanyayı olabildiğince başarıyla yürüttü. Bu, azımsanacak bir şey değildir.
  2. Referandumun yenileni ise kuşkusuz Bahçeli’dir. Bahçeli’nin artık partisinin başında kalması daha güç ve tartışmalı hale gelmiştir. Yaptığı mitinglere ve meydan meydan dolaşmasına rağmen MHP’nin büyük çoğunluğu “evet” dememiş, liderin talebinin tersi bir istikamette oy kullanmıştır.
  3. AKP de istediği sonucu elde edememiştir. Cumhurbaşkanı’nın açık desteğine ve kendi seçmeni üzerindeki etkisine ve onca olanağa rağmen bir önceki seçimde aldığı oyların çok altına düşmüştür. Sadece MHP seçmeni değil AKP seçmenin de bir kısmı sistem değişikliğine “hayır” demiştir. AKP’nin güçlü olduğu İstanbul, Ankara, Antalya gibi yerlerde “hayır”ın önde çıkması bu açıdan önemlidir.
  4. HDP’den de az da olsa bir kayma olduğu görülüyor. Bunda, kuşkusuz ki, baskı ve tutuklamaların etkisi var. Ayrıca, bölgede bazı partilerin seçimi boykot etmesi, örneğin Barzani gibi aktörlerin “evet” demesi ve kimilerinin yeni sistemin Kürt sorununun çözümüne katkı yapacağı beklentisine girmiş olmaları da sonucu etkilemiş olabilir.

Dış dünya ve Avrupa açısından

  1. Avrupa ile Türkiye arasında iyi gitmeyen ilişkileri referandum bir kez daha su yüzüne çıkardı. Amerika da benzer bir ses veriyor. Bu durum, iktidar ve Cumhurbaşkanı tarafından tepki ile karşılanıyor; hatta kimi zaman adeta aba altında sopa gösteriliyor. Ne ki, uygar dünya ile köprüleri atmak Türkiye’nin yararına değil. “Gerekirse AB üyeliğini refaranduma götürürüz” yolunda beyanlarla Avrupa’ya sözde gözdağı verilmesinin Türkiye’ye ne yararı olacak?
  2. Burada iki yanlış var: Birincisi, biz AB’ye onlar için değil kendimiz için girmek istiyoruz. İkincisi, -buna bağlı olarak- “AB’den çıkarız ha”, AB’yi değil olsa olsa toplumda bunu isteyenleri tehdit anlamına gelir. Aksi takdirde AB bize “ille gelin AB’ye katılın” demiş değil ki.. Türkiye, demokratik standartlarını yükseltmek ve ekonomik refahını artırmak için böyle bir yönelim içinde. Türkiye’nin demokratik standartlarını yükseltmek adına AB süreci bir manivela olarak kullanılabilir. Ancak 2004 yılında gündüz havai fişeklerle müzakerelerin başlangıcını kutlayanlar şimdi sanki tek başına bir dünyada yaşamak mümkünmüş gibi Batı’dan kopmak istiyor. Ülkeyi demokrasinin bulunmadığı bazı doğu ülkeleri yönüne götürme hevesi var.
  3. Bir başka nokta da, daha referandum akşamı idamı geri getirme tartışmasının başlatılmasıdır. Bu, eğer topluma yönelik bir popülizm değilse, sadece AB’den çıkmayı sağlamaz; aynı zamanda çağdaş dünya ile de ipleri kopartan bir davranış olur. Oysa ihtiyacımız olan, geçmişte elde edilmiş demokratik kazanımları geri vermek değil tersine onlara yenilerini eklemektir.

Ekonomi açısından

  1. Kimi ekonomistlere göre bir kriz beklentisi söz konusu. AB ve ABD başta olmak üzere, birçok ülke ile ilişkilerin kötü olması, döviz kuru ve cari açık üzerinde olumsuz etkide bulunuyor. Üretime dönük bir gelişme yok, işsizlik ve enflasyon artıyor. Eğer “hayır” çıksaydı ekonomik krizin faturası bu cepheye kesilecekti. Şimdi ne mazeret üretilecek?
  2. Dış ve iç dinamikler açısından iktidar en sıkıntılı zamanlarını yaşıyor. Birikmiş sorunlar çözülmezse, ne ekonomi sürdürülebilir ne de demokrasi.. Bir an önce demokrasi ve ekonominin eşgüdüm içinde ele alınması ve ülkenin bu kıskaçtan kurtarılması gerekiyor. Bunun yolu da daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük ve daha fazla üretimdir.
  3. Sonuç olarak AKP ve Cumhurbaşkanı, gelinen noktada iki seçenekle karşı karşıya: Ya baskıları azaltarak, sertlik politikalarını terk edip,  dümeni daha fazla demokrasiye kıracak ve Kürt sorunu başta olmak üzere diğer bütün sorunları hukuk çerçevesinde uzlaşmacı bir yolla çözmeye çalışacak, ya da daha da sertleşecek. Bu da Türkiye’yi her bakımdan daha izole bir duruma sokacaktır.

Sesader’in düzenlemesiyle referandum sonrası Bursa’da Referandum Sonrası Türkiye Siyasetinde Gelişmeler ve gelecekte bizi bekleyen süreç konusunda bir toplantı yapıldıBu toplantıya ben de davetliydim. Koç, Sabancı, Boğaziçi, Ege, Dokuz Eylül, ODTÜ, Ankara, Uludağ, Kültür ve Dicle gibi üniversitelerden ondört konuşmacı çağrılmıştı.  İki gün süren toplantıya Kılıçdaroğlu’nun yanısıra genel sekreter, üç genel başkan yardımcısı, Bilim Kültür Platformu başkan ve üyeleri ve PM üyeleri katıldı.

Çok çarpıcı ve değerli görüşlerin tartışıldığı toplantıda cevabı aranan sorular şunlardı. 1)”Hayır” bileşenlerini bir araya getiren ilkeler, kaygılar, ortak paydalar nelerdir? “Hayır”ın anlamı nedir? “Hayır”ı ve/veya “evet”i  motive eden unsurlar ve ortak paydaları neler(di)? 2) Bundan sonra %49 nasıl bir arada tutulabilir? Ya da tutulabilir mi? Bunun için ne/neler yapılabilir? 3)Yeni ve yendien parlamenter demokratik bir sistemi yeniden kurmak için %49 nasıl büyütülebilir?  Yol haritası ne/nasıl olabilir/olmalı? Temelde cevabı aranan ana sorular bunlardı.

Bundan sonra ne yapılmalı?

Referandum sonuçlarının ortaya çıkardığı diğer bir gerçek; hayırcıların referandum kampanyası boyunca karşı karşıya kaldığı bütün eşitsizliklere rağmen sokaktaki her iki kişiden birisinin, kimi zaman terörist, darbeci diye damgalanmayı dahi göze alıp gücün tek elde toplanmasına karşı çıktığı gerçeğidir. Ayrıca,  bir başka noktanın da altını çizmek gerekir: “Hayır” tercihi yapanlar yalnızca gücün tek elde toplanmasına karşı durmadılar; aynı zamnda modern, özgürlükçü ve yüzü Batı’ya dönük bir Türkiye tercihlerini de dile getirdiler. Bundan sonra, bu nokta unutulmamalıdır. “Hayır” ile “evet” arasındaki -resmi olarak- bir puana sıkışıp kalan fark, Türkiye’de çok tartışmalı yeni bir dönemi başlattı. Artık işler, eskisine göre daha da zorlaştı. Seçimin eşit koşullarda yapılması, hakim teminatı, sandık hakimiyeti, oyların çalınmaması vb bundan sonraki seçimler için de önemli. Bir yandan bunun mücadelesi verilirken, bir yandan da bundan sonraki sürece hazırlıklı olunmalıdır.

Kanaatımca bu konuda başarının üç anahtarı var: Bunlar 1)Hedeflerin doğru belirlenmesi; 2) Bu hedeflere ulaştırılacak politika ve programların doğru saptanması; 3) Bunlara ulaşmak için belirlenen politikaları halka taşıyacak  ve programları uygulayacak etkili  kadroların doğru oluşturulmasıdır. Hedef; tek adam yönetimi yerine Demokratik Parlamenter Sistemi ihya ve inşa etmek olmalı. Program, politika ve ilkelere gelince; bu konuda hem bir üst söylem -yani toplumun tümünün ortak paydalarını kapsayacak politikalar- geliştirilmeli hem de sorun alanlarına yönelik çözümler üretilmeli. Örneğin, Kürtlere, mütedeyyinlere, varoşlara yüzünü dönmeli ve buradaki sorunlara ve diğer sorun alanlarına yönelik çözümler üretilmeli.

Ancak bu çözüm önerileri ile üst söylemler bir uyum içinde olmalı, birbiriyle çelişmemeli. En önemli nokta bunları hayata geçirecek kadroların tespiti ve seferber edilmesi meselesidir. Bu kadrolar sadece bir kesimden, bir partiden değil, bu mücadeleye katılacak bütün partilerden, görüşlerden, STK’lardan oluşturulmalıdır. Çünkü burada temel belirleyen, bir partinin kazanması değil, bütün toplumun kazanması olacak. Bu bir geçiş süreci ve bu geçiş sürecinde samimiyet, umut, güven, empati, birlikte çalışma gibi kavramlar önem kazanacak. Bir nevi mağdurlar koalisyonu söz konusu. Tabii bunun harekete geçirilmesinde örgütlü yapılar daha aktif görev alıp rol üstlenmeliler.  Zaten politikanın da temel işlevi genel anlamda, üretimi artırmak, refahın adil bölüşümünü sağlamak ve bunları toplumsal barış içinde yapmak değil mi?