Kürt meselesi AKP iktidarları döneminde birçok farklı isimle uzun süre gündemi işgal etmişti: Açılım Süreci, Oslo Süreci, Çözüm Süreci, Milli Birlik Projesi, Çözüm ve Müzakere Süreci… Yalnız adlarıyla değil uygulamalarıyla da zikzaklı bir seyir izledi bu süreç. Sonradan anlaşıldı ki, böyle olmasının en geçerli nedeni seçim ve oy hesaplarıymış. Belki bu, bir siyasi parti için anlaşılır bir durumdur; ancak sözkonusu olan ulusal bir meseleyse, çözüm birilerinin siyasi ikbalinden daha önemli olsa gerektir.
Her seçim öncesi silahlar susturulur, çözüm ve barış vaatleri yükselir, seçim bittikten sonra vaatler bir kenara atılır, çatışma başlar, kan ve gözyaşı akmaya devam eder; bir dahaki seçime kadar bu böyle sürer gider! Olan o arada yoksul halk çocuklarına olur. Bu tabloyu nerdeyse kanıksadık artık!
Neden çözmüyorlar? Çünkü bu sorundan besleniyorlar. O yüzden çözüme dair niyetlerini de samimiyetle söylemiyorlar. Bu meselede niyet önemli; çünkü niyet, yapmanın yarısıdır. Görünen o ki AKP’nin uzunca iktidarında gerçek niyeti çözüm olsaydı, çözerdi; gerçek niyeti çözüm olmadığı için, çözyormuş gibi yapıp meseleyi hep sürümcemede bırakmış, seçim başarıları için kullanmıştır. Gerçekten de, bu sorunu çözmeye niyeti olan için on dört yıl hiç de kısa bir süre değil. Üstelik bu kadar güçlü ve hegemonken.
Ortaklık neden bozuldu?
İşin diğer boyutuna, yani darbe girişimi nedeniyle FETÖ denilen parelel devlet yapılanmasının Kürt Meselesinin çözümündeki rolüne gelince; bu örgütün, sorunun çözümünü hep engellediği bilinen bir gerçektir. Ancak devlete sızdığı ve orada örgütlendiği yolundaki söylemler gerçeği tam yansıtmıyor. Çünkü onların devlete ve kurumlarına yerleşmesi, gizli bir sızma ile olmamıştır, aksine örgütün önü iktidar tarafından açılmış, mensupları bizzat iktidar tarafından devletin önemli kurumlarına yerleştirilmiş, tayin ve terfileri bilerek ve isteyerek yapılmıştır. Aynı şekilde onlara ait kurumlar da, ortaklık bozulmadan evvel korunmuş ve kollanmıştır.
Sonuçta bu örgüt o kadar güçlenmiş ki, bulunduğu konumla yetinmemiş ve iktidara ortak olmak istemiş. İşte bu noktada, aralarında çıkar çatışması çıkmış, çekişme ve çatışmalar sürüp günümüzde darbe teşebüsüne kadar gelmiştir. Can alıcı ve ürkütücü bir soru da şudur: Bu karşılıklı ilişki sürseydi, 17-25 Aralık yolsuzlukları ifşa edilecek miydi, bürokrasiye yerleşmiş FETÖ’cüleri temizleme operasyonu olacak mıydı; yoksa ülkeyi birlikte “güzel, güzel” yöneteceklermiydi? Nitekim 17-25 Aralık gününün milat kabul edilmesi manidar değil mi? 17-25 Aralık’tan önce bu örgüt tertemiz miydi? Bu örgütün ülke için tehlikeli bir gidişin içinde olduğunu söylediğimizde ilk itiraz AKP’lilerden geliyordu. O zaman özeleştiri ve hesap vermeye iktidar partisi kendinden başlarsa hem adaletin tecellisine yardımcı olur hem de bu alanda örnek teşkil eder.
Darbe girişimi ve sonrasının getirdikleri
AKP, iktidara gelirken değiştiğini iddia etmiş, çoğulcu ve katılımcı yönetim anlayışını öne çıkararak içeride ve dışarıda birçok müttefik edinmişti. 2010 referandumu ve 2011 seçimleri sonrası elde ettiği sonuçlarla, Arap Baharı’nın ve İhvan’ın estirdiği siyasi İslam rüzgarıyla strateji değişikliğine gitmiş ve siyasi İslam’a yönelmişti. İçinde tek adam yönetimini de barındıran bu yeni süreç, ümmete dayalı Neo Osmanlıcı uygulamaları tetikledi; içerideki ve dışarıdaki müttefiklerinin birer birer ayrılmasına yol açtı.
AKP o kadar çok güçlenmişti ki bu kayıpları pek önemsemedi. Gezi’de liberalleri, Roboski katliamı ve Kobani söylemi ile Kürtleri kaybetti. FETÖ dedikleri yapıyla araları ilk kez 7 Şubat’ta MİT Müsteşarı’nın ifadeye çağrılmasıyla soğumaya başladı. İktidar, karşı hamle olarak bu kişiyi ifadeye göndermediği gibi bu teşkilata özel bir statü biçti; hemen arkasından FETÖ’nün can damarı sayılan dershanelere yöneldi.
Dershanelerin kapatılması bu yapıya iki darbe vurdu: Bir yandan para kaynağını keserken öbür yandan eğitim yoluyla devleti ele geçirme projesini büyük ölçüde sekteye uğrattı. Fetullahçı yapının, devlet kurumlarında geldiği noktanın eğitim kisvesi altındaki çalışma ve örgütlemeden kaynaklı olduğu aşikar. Dershane hamlesine FETÖ 17-25 Aralık ile cevap verdi. Bu hamleye iktidar, yargı ve emniyet operasyonlarıyla karşılık verince ve FETÖ’cüler ve onlarla hareket eden bazı diğer gruplar -birçok noktası henüz tam aydınlatılmamış- 15 Temmuz darbe girişimini yaptı. Püskürtülen bu darbe girişimi sonrasında yüzbinlere varan bir temizlik hareketiyle iktidarın hamlesi geldi ve bu hala sürüyör.
Darbenin panzehiri demokrasidir – AKP İktidarı ve geçiştirilen Kürt meselesi
Belirtmek gerekir ki, en kötü demokrasi bile darbeden bin kez daha iyidir ve kategeorik olarak darbeye karşı olmak demokrat olmanın gereğidir. Fakat hiç bir askeri darbe sivil darbenin gerekçesi yapılamaz ve hiç bir askeri kalkışma sivil baskıları meşru kıl(a)maz. Madem darbenin panzehiri demokrasidir o zaman demokrasiyi güçlendirmemiz lazım. Çünkü kuvvet hak değildir, kuvvetli olanın her yaptığı da haklı değildir. Aksine hak, kuvvettir ve öyle de olmalıdır. Kuvvete dayanmayan adalet nasıl acizse, adalete dayanmayan kuvvet de kendini zalim olmaktan kurtaramaz. Bir siyasi parti bu süreçten salt kendini kazançlı çıkarmaya çalışırsa, ülke kaybeder. İşte bu noktada muhalefet partilerinin denetimine hukukun üstünlüğü ilkesinin uygulanmasını da takip etmelerine çok büyük ihtiyaç vardır.
Buradan Kürt meselesine gelirsek; AKP ve Erdoğan darbe teşebüsü sonrası HDP’yi dışlayarak CHP ve MHP ile adeta kutsal bir ittifak kurdu. CHP’nin sonradan çok pişman olacağı ve eleştirileceği adeta 3. MC’yi anımsatan bu beraberlik görüntüsünde HDP’ye neden yer verilmedi? Kanımca iki nedeni var bunun: Birincisi, bazı liderler iç ve dış düşmanlar yaratmadan (ayakta) duramazlar. Herkesle birlik olsa kime saldıracak, kiminle öfkeli ve kibirli bir biçimde kavga ederek, taraftarlarını tahkim edecek? HDP’nin eksilkeri yanlışları olabilir; ama MHP’nin, CHP’nin ve AKP’nin yok mu? Sadece HDP’yi dışlarsanız, ona oy vermiş altı milyonu da dışlamış olursunuz. Hatta Kürtler kendilerinin dışlandıkları algısına kapılmış bile… Bu, hem aidiyet duygularını hem de olası bir çözüm ve barış sürecini olumsuz etkileyen bir unsurdur. Ayrıca OHAL ilan etmek, KHK’lerle ülkeyi istediği gibi yönetirken muhalefeti de buna ortak etmek, hiç kimseye yarar getirmeyecektir.. İktidar alternatifi olma zamanı iken ona payanda olmak sadece muhalefet partisi için değil ülkenin geleceği için de doğru değildir.
Kaldı ki sadece iç düşmanla yetinilmiyor; dış düşman da üretiliyor. Şimdilik PYD-YPG dış düşman yerini kamuoyu nezdinde yeterince doldurmuyor. Bu misyon, şu anda dünkü dost Gülen’e ait. Dün Esed idi, şimdi dikkat ederseniz Esad yok, FETÖ var. O yüzden Gülen’i ABD verse bile onlar almaya ne kadar istekli acaba? Çünkü bugün taşlamak için şeytanlaştırılmış bir figüre ihtiyaç var..
HDP’yi dışlamanın Kürt Sorunu bağlamında bir şifresi de şu olabilir: AKP Hükümeti, Gülen Örgütü’nü ve cemaatini iyice dağıtıp kendini güvenceye aldıktan sonra HDP’ye yönelecek gibi duruyor. Bu arada şimdi PKK ile süren çatışmalar daha da boyutlanabilir. Yanılmayı çok isterim ama böyle giderse iç çatışma tehlikesiyle karşıkarşıya kalabiliriz. Nitekim dün “bu sorun güvenlik politikalarıyla çözülemez” diyenler, bugün ne yazık aynı yola girmiş görünüyorlar. İç çatışmaların içine savrulmuş bir kaos ortamı sadece Kürtlere yeni bir eziyet kapısı açmakla kalmayacak, ekonomiden dış politikaya kadar tüm alanlarda Türkiye’yi sarsacaktır. Bu, Türkiye’yi dış dünyadan daha da soyutlamakla kalmayacak aynı zamanda yeni darbe dinamiklerini de harekete geçirecektir. PKK derhal silahı bırakmalı, devlet de operasyonları durdurarak müzakere masasına geri dönmelidir. Herkesin hayrına olan budur.
Darbe girişimi demokrasinin manivelası yapılmalı
Diğer bir husus da şudur. Erdoğan ve AKP Hükümeti -dedikleri gibi- bu darbe teşebüsünü kendileri için bir lutfa çevirmenin peşindeler. Darbe gerekçesiyle, sadece FETÖ’yü temizleyip muhalifleri tasfiye etmekle kalmayacak; Yüksekova, Şırnak, Nusaybin, Cizre, Sur, Silvan vb yerlerdeki yıkım ve, kıyımları, Roboski katliamını, Rus uçağını, Hrant Dink cinayetini de bu örgüte yıkarak kendilerini temize çıkaracaklardır. Elbette yapan cezasını çekmeli; zaten demokratik bir cumhuriyeti otokrasiden ayıran en önemli özellik hesap verebilirliktir. Fakat madem darbe sonrası ılımlı bir ortam doğdu, ozaman ülkenin en temel sorunun çözümü için bu ortam neden kullanılmıyor, neden bu sorun sanki hiç yokmuş gibi davranılıyor?
Aslında yukarıda belirtildiği gibi, AKP hükümetleri hiçbir zaman samimi bir biçimde Kürt meselesini çözmeye çalışmadı. Adını koydu, çözüyormuş gibi yaptı, ama çözmedi. İsteseydi 14 yıllık iktidarında pekala çözebilirdi. Çözmedi; çünkü bu sorunu hem içeride hem dışarıda kullandı ve ondan beslendi. Şurası muhakkak ki, bir sorundan beslenenenler o sorunu çöz(e)mezler. Nitekim her seçim döneminde çözüme yönelik beklentiler yaratarak bölgeden en yüksek oyu aldı, iktidarını sürdürdü.
AKP bu süreçte elinde tuttuğu devlet olanakları ve ulaştığı güç sayesinde işine geldiğinde Kürt sorunu ve çözüm dedi, işine gelmediği zaman hep zehirli savaş diline sarıldı. Kimsenin böyle bir talebi yokken bölünme paranoyasını yarattı. Yandaş medya bu doğrultuda gerçekleri çarpıttı ve buraya kadar geldik.
“FETÖ Kürt sorununun çözümünü engelliyordu” diyorlar. Peki artık FETÖ da yok, çözün artık bu sorunu da görelim. Yine “…mış gibi” yapmaya devam mi edecekler, yoksa gerçekten çözüme yönelerek Türkiyenin önünü mü açacaklar? Hep birlikte izleyip göreceğiz…
*Prof.Dr. Ahmet ÖZER
Toros Üniversitesi
ahmet.ozer@toros.edu.tr