Anayasada, kozmetik bir müdahale ile bir paradigma değişikliği yapılıyor. Oysa bu süreç, toplumun tüm katmanları tarafından tartışılması, sivil toplum tarafından hazmedilmesi, demlenmesi gereken bir süreç. Bunun yerine yangından mal kaçırır gibi neden yapılan bu düzenleme, Türkiye’nin ihtiyaçlarından ziyade kişiye özgü olduğu izlenimi veriyor.
Yaşadığımız sorunlar ve anayasa değişikliği
Nitekim düzenleme, 2019 yılında yürürlüğe gireceği halde, 2019‘a kadar ek maddelerde yapılacak değişiklikle cumhurbaşkanına başkanlık yetkileri verilecek. Oysa %52 oy, cumhurbaşkanlığı için verilmiş oylardı; başkanlık için değil. Kaldı ki 2019’da cumhurbaşkanlığı süresi bittiğinde 3 ay daha uzatılacak, sonra iki dönem aday olabileceği için 2029 ylına kadar başkanlık yetkileri ile cumhurbaşkanlığı sürdürülecek; hesap bu.
Şimdi toplum bu kadar gerilmişken; her gün sağda solda bombalar patlarken; açlık yoksulluk kol gezerken; dolar almış başını gider, esnaf kan ağlar ve ekonomi çöküntü emareleri gösterirken; gelir dağılımındaki bozulma ve adaletsizlik had safhaya ulaşmışken; yüzlerce gazeteci, düşün ve bilim insanı içerde ve yüzlercesi görevlerinden uzaklaştırılmışken; dışardan ve içerden her gün şehitler gelirken; HDP’nın milletvekili, belediye başkanı ve parti yöneticilerinin çoğu hapse atılmışken; olağanüstü hal rejimi son sürat devam ederken; AKP, MHP‘yi koltuğu altına alıp cumhurbaşkanına uygun bir sistemden öte rejim değiştirmeye yöneliyor. Üstelik kişisel isteğe bağlı, dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir makam dizayn etmeye çalışıyorlar. Neden? Cumhurbaşkanı “başkan”, bahçeli de “başkan yardımcısı” olsun diye mi? Peki toplumun böyle bir sorunu böyle bir derdi var mı? Hayır. Toplumun yukarda bahsedilen sorunları var.
Siyasetin gerçek işlevi ve yaratılan kutuplaşma
Siyasetin görevi bu sorunları çözmek iken, bunu bırakmış kişiye özel koltuk dizayn ediyor. Oysa siyasetin en temel işlev(ler)i, a)pastayı büyütmek, b) bunun adil bölüşümünü sağlamak ve c) bunları huzur, güven ve barış ortamı içerisinde gerçekleştirmektir. Mevcut iktidar ne yapıyor? Eldeki sorunları çözmüyor; çözülmesi gereken yeni bir sorun yaratıyor. Üstelik bütün bunlar koca bir ülkenin gözü önünde olup bitiyor, kimse sesini çıkaramıyor; sesi çıkanların da sesi kesiliyor, korkutuluyor, susturuluyor. Mevcut politikalar, toplumu ortadan bölüp birbirine düşman iki kampa ayırmış durumda. OHAL ve çatışma ortamı, adeta halka karşı bu değişikliğin kabulü için bir şantaj gibi kullanılıyor. Yetmiyor; yanlarına aldıkları toplumun yarısının oy çokluğunu diğer yarısı üzerinde baskı ve susturma unsuru olarak kullanıyorlar. Üstelik bu gidişat sadece içerdeki demokratların tecrit edilmesi ile yürümüyor; ülke dışarıdan da tecrit edilmiş durumda.
Mevcut iktidar nerdeyse bütün dünyayı karşısına almış: Temel hak ve özgürlükleri savunan ve bu konuda iktidarı uyaran AB’ye karşı. Demokrasi ile bir alakası olmayan Şanghay Örgütüne meylederek NATO’ya karşı ve bu bahane ile AB ve ABD’ye aba altında sopa gösteriliyor. Suriye’de PYD ile hareket eden ABD’ye karşı, Esad’a karşı, Esad’ı destekleyen Çin’e karşı; Ortadoğu’da Müslüman kardeşlere karşı olan İrana karşı; ona karşı buna karşı..
İçeride Gülen’le birlikte idi, şimdi ona karşı. Çözüm sürecini Kürtlerle yürüttü şimdi HDP’ye ve onları destekleyen Kürtlere karşı. Seçimleri liberallerle kazandı, şimdi liberallere karşı. Beyaz sermaye onu ilk dönemlerinde destekledi, kendine göre yeni bir yeşil sermaye oluşturunca şimdi bu sermayeye karşı. Üniversite gençliğine karşı, kuvvetler ayrılığına karşı, parlementer sisteme karşı. Peki neden yana? Dünyanın hiçbir yönetim sistemi modelinde bulunmayan yeni bir “Türk Tipi Başkanlık”tan yana. Onu bile apar topar, yangından mal kaçırırcasına ve popülizmi kullanarak yapıyorlar…
Popülizm ve çoğulculuk
Popülizmin iki önemli öğesi var: Biri, müesses nizamdan nefret etmek; diğeri de kendi adına değil halk adına konuşmaktır. Popülist politkaların ortaya çıkardığı liderler bir süre sonra diktacı eğilimlere yönelebilirler. Dikta eğiliminin özellikleri ise, kurumsuzlaştırma; -siyaset de dahil- her şeyi kendi şahsına bağlama; her türlü kurumu, denetleyici organı ya da her türlü toplumsal muhalefeti devre dışı bırakmadır. Popülist, kendini alttakilerin öncüsü gibi sunarak bu kesimleri arkasına alıp kendine yol açar. Bu arada yıkıcı, tahrip edici bir güce ulaşır. Belli bir güce erişinceye kadar sureti haktan görünür, o güce ulaştıktan sonra kimseyi tanımaz, tahrip edici olmaya başlar. Yıkma işine de, öncelikle denetleme özelliği olan kurumlardan başlar. Demokrasi nasıl ki toplumdaki farklılıkların temsiline ve bu farklılıkların kendi farklılıklarını koruyarak bir arada yaşamasına dayanan çoğulcu bir rejim ise kişi diktasına dayanan rejimler de farklılıkları teke indirgemenin kendi yönetimi için daha kolay olacağını düşünerek buna yönelir.
Oysa çoğulculuğun yönetimdeki görünümü, farklı kurumlar ve kurumlaşmalar olarak ortaya çıkar. Kişi yönetimine dayananın yönetimi ise tekçiliğe dayalıdır. Tek kişi, toplumsal farklılıkları kendisi için engel olarak gördüğü gibi, düzeni ve işleyişi çoğulculuğun ruhuna uygun olarak oluşturulmuş kurumları da kendine engel görür ve onları ya ortadan kaldırır ya da işlevsiz hale getirir; tahrip ederek işlevsiz kıldığı kurumların tüm işlevlerini kendinde toplar. Örneğin yasama kurumu olan meclsi devre dışı bırakır, ülkeyi Kanun Hükmündeki Kararnamelerle yönetmeye çalışır; yürütmeye el atıp kendi buyruklarını onlar üstünden yürürlüğe sokar. Yargı organlarının tarafsızlığını ve bağımsızlığını ortadan kaldırarak kendine göre dizayn eder; mahkemeleri kullanarak istediği kişileri tutuklatıp kurumları kapatır. Sendikalarla, derneklerle, STK’larla keyfince oynar. Eğitimi istediği gibi düzenler, hatta özerk olduğu ileri sürülen üniversiteleri bile aklına estiğince yönetir. İstediğini rektör olarak atar istemediğinin görevine son verir. Bu liste her alanda böyle uzayıp gider.
Denilebilir ki; son çeyrek asırda küreselleşme büyük şirketleri semirtti, zenginlerin kazancını katladı, nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan yoksullar ise daha da yoksullaştı. Açlık sınırının altında kalanlar düne göre daha çoğaldı ve üstelik bunlar için bir şey yapılmadı; aç kitleler kaderleri ile baş başa bırakıldı. Onlar için kılını kıpırdatmayan küresel düzen çeyrek asırda sınırlarına dayandı Artık bu düzenin bu haliyle sürdürülebilir olmayacağını görmek için Trump gibi adamların damdan düşer gibi gelmesi beklendi.
Bir düzen nasıl böyle bir hale gelebilir? Başkan mı “tek kişilik yönetim” mi?
Şimdi bu düzen katmerli bir çıkmazla karşı karşıya. Zannımca en büyük boşluk, Marks’tan sonra sistemi ve durumu gerçek boyutlarıyla tespit eden ve kendine göre çıkış yolları gösteren bir “dünya görüşü”nün olmayışıdır. Bu sorunları düşünmek ve çözmek dururken Türk tipi başkanlık veya cumhurbaşkanlığının peşine takılmış gidiyoruz. Oysa ileri sürülen sistem, sorunlarımıza derman olmayacağı gibi ne başkanlığa ne de parlementer sisteme uyan bir özelliğe sahip. Sadece birkaç noktanın altını çizerek, ne demek istediğimizi anlatalım. Başkanlık sisteminde başkan meclisi feshedemez. AKP’nin önerisinde edebilir. Başkanlık sisteminde başkan kanun yapamaz; “Türk tipi sistem”de KHK’lerle yapabilir. ABD’de “yüksek yargı” mensupları ve bazı üst düzey atamalar, Senatonun onayına ve denetimine tabi olup Senato onayladıktan sonra yürürlüğe giriyor; yeni yasada böyle bir onaya ihtiyaç görülmüyor. Gerçek başkanlık sistemlerinde başkan, yürütmeden biri olarak çok güç biriktirdiğinden, bu gücün bir miktarını yerel yönetimlere vererek dengeyi sağlıyor. Türkiye’de düşünülen sistemde bu da yok. Başkanlık sisteminde kuvvetler ayrılığı –demokrasinin teminatı olarak- kesin bir biçimde var; önerilen sistemde kuvvetler ayrılığına “yürütmeye engel” denerek itiraz ediliyor.
Başkanlık sisteminde fren ve denge mekanizması var. Yani sistem, hukuk mekanizmaları ve de yetkilerin ve egemenliğin dağıtılmasıyla dengeleniyor; senatonun denetimi ile başkanın krala dönüşmesi frenleniyor. Türkiye’de öngörülen dengesiz ve frensiz sistem bizi demokrasiden uzaklaştırma tehlikesi taşıyor. 600 vekille birlikte yedek milletvekiliiği, HSYK’nın yaraısını seçme ayrıcalığı, kararname ile yönetme lüksü, fesih sopası, Yüce Divan’da yargılanmanın 400 vekil şartına bağlanarak zorlaştırılması, üst düzey atamalar, istediğini atayıp istediğini görevden alma yetkisi. Önerilen sistemde yetki çok, ama sorumluluk yok. Bu bizi nereye götürür, herkesin ciddiyetle düşünmesi lazım. Bu, ne başkanlık sistemine ne de parlamenter sisteme benziyor. O halde ya başkanlık sistemi gerçekten dünyadaki örneklerinde olduğu gibi tartışılmalı ya da parlamenter sistemin eksikleri giderilerek daha demokratik ve özgürlükçü bir anayasayla yola devam edilmelidir. Aksi taktirde bu yol bizi otoritarizme götürür.
*Prof. Dr. Ahmet ÖZER
Toros Üniversitesi
ahmet.ozer@toros.edu.tr