Resim6

A.Babür ATİLA – Yenildik Ama Ezilmedik…

Futbol tarihimizin en utanç verici cümlesidir bu başlık. Milli takımımızın kaybettiği maçlarda gazete manşetle­rine dahi taşınan, köşe yazılarında yorumcular tarafından kaleme alınan; ezikliği, kavrukluğu ve ba­şarısızlığı aşağılık kompleksi ile soslayarak kendi kendine yaraları sarma refleksi göstermenin mot­tosudur bu tabir.

Tek kaygısı ezilmemek olan içsel ruh halinin, yediği darbe sonra­sındaki cılız çığlığıdır. Ve bu çığlığı atmaya başladığınız anda ortaya çıkan ses ancak yitirilmişliği, kor­kuyu, çaresizliği ve güçsüzlüğü vurgulayan kakofonidir.

Bu kısık sesin, boğazda düğüm­lenen tükürük ile karışması sonu­cunda çıkan o “ama biz her şeyi doğru yaptık; bazı yanlışlarımız da olabilir ama vallahi de billahi de bi sonraki maçı alacağız” türü suya tirit cümle kalıpları sadece zavallılıktır.

Yapısal sorunlarla yüzleşmeyen, onları çözmek için paydaşlarıyla is­tişareye girişmeyen, katılım kanal­larını açmaktansa aynı zavallılığı yüceltenlerin etkinliğini önleme­nin bir yolu olmalı…

Sadede gelelim.

12 Mart 1971 askeri muhtırasın­dan itibaren yemyeşil güzelliklerle dolu ormana palaları, tırpanları ile dalarak kardeşçe, dayanışma ve özgürlük içerisinde yaşama bece­risini geliştirmeye çalışan Türkiye vatandaşlarına her türlü vahşeti uygulayan Türk-İslam sentezi kö­kenli ırkçı, faşist, dinci yönetim an­layışının “artık başardık, zirveye u­laştık” çığlığını atmasından önceki  son dönemeciydi 14 Mayıs 2023 seçimleri.

Hikayenin başı

Bu kahrolası cehennem çığlığı atıl­masın diye, ülkemizin demokrasi düzleminde bir araya gelmeyi içine sindirmiş veya sindirmeye mecbur kalmış kadroları -metodu doğru­dur, yanlıştır o ayrı- “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” adı altında büyük bir projeyi hayata geçirmek için bir araya geldiler.

Bu çalışmanın temeli, esasında Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği Başkanı değerli anaya­sa hukukçusu Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu tarafından 2017-2018 yıl­larında atılmaya başlamıştı. Millet İttifakı’nın temelini oluşturan par­tilerin yanı sıra Kürt sorununun demokrasi ve barış düzleminde ele alınıp tüm Türkiye ile kucak­laşılmasını amaçlayan tarafları ile sosyal demokrat sivil toplum ku­ruluşları da bu sürece destek verip, katkıda bulundular.

Bu çalışma, Sayın Kaboğlu’nun şahsi girişimiyle başlamadı. 13. Cumhurbaşkanı olması için yüz­binlerce insanın iki tur boyunca gece gündüz desteklediği; akşam­ları evde, sofralarında çocuklarıyla beraber “bu sefer olacak” diye­rek umutla el ele tutuşarak adını andığı kişi tarafından önerilerek başlatıldı.

Bu son derece isabetli öneri, üç beş tane ırkçı-dinci soytarının sos­yal medya ve basın kanallarında provokatif bir şekilde eleştirmesiy­le, sahibi tarafından dahi öksüz bı­rakıldı. Bu çalışma, öncüsü tarafın­dan “Aaa, benim hiç haberim yok” tavrı takınılmasını hak etmiyordu.

Aday

Düşüncesine çok değer verdiğim birçok insanla aykırı düşmüş olma­ma rağmen bu Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde “kazanacak aday” kavramına hiç katılmadım. Önemli olanın “doğru adayın” tespit edi­lip, siyasetin kendine has kuralları uygulanarak verilecek mücadele neticesinde seçtirilmesi olduğuna inandım. Çünkü “kazanacak aday” kazandığı takdirde, o erk ile yapa­caklarından emin olamayacağımız bir ortamda kendimizi bulabiliriz diye düşündüm. Halbuki doğru adayın, sahip olunan ideoloji ile bütünleşen siyasi eylem planını paydaşlarıyla beraber hayata ge­çirme konusunda çok daha kararlı olacağına inanmaktaydım.

Hala da aynı inanç ve düşüncede­yim. Bununla birlikte, sonuç olarak gerçek şudur.

Doğru adayımız seçimi kazanama­dı. Bizler doğru adayımıza seçimi kazandıramadık. 12 Mart 1971’den beri gelişen gerici sürece “dur” diyemedik.

Yani kaybettik. İki tercihli, bir oy fazla alanın kazandığı sistemde buna “ezildik” demenin de bir sa­kıncası yoktur. Yazı veya tura, ka­zanan masadakileri alır… Bunun “lamı cimi yok”.

“Kaybettik ama ezilmedik” demek, kimse kusura bakmasın “bok de­ğil kaka” demek kadar trajikomik bir şeydir. Gerçekle yüzleşmekten kaçan en büyük yalanı kendine söyler.

Kaybettikten sonra ne yapılabilirdi

Evet belki çok zor, zor olmaktan öte kurulu yapıların temelinden sarsılmasına sebep olsa da bu ka­yıpla yüzleşmek gerekirdi. Gerçek sebeplere yüzleşmeden ulaşamaz­sın, çözüm üretemezsin ve sonra­sında başarı falan elde edemezsin!

Düşüncem şu: 28 Mayıs’ın erte­sinde ilk gün yapılması gereken şey, hemen Haziran ayı içerisinde “seçimsiz” bir olağanüstü kurul­tay toplamaktı. Bu çağrı, genel başkan tarafından yapılabilirdi; öte yandan CHP parti tüzüğü, -genel başkan seçimini gündeme almadığınız takdirde- kurultay delegelerinin %20’sinin imzası ile geniş bir değerlendirme kurultayı çağrısı yapmaya da imkan sağlıyor. Kurultay delegeleri de böyle bir i­nisiyatifi ele alabilirlerdi.

7 gün olarak planlanması gereken bu kurultaya:

  • Parti içerisinden, kurultay delegeleri ve milletvekilleri dışında, tüm il ve ilçe yöneticileri, belediye başkanları, belediye meclis üyeleri davet edilerek;
  • Bıkmadan usanmadan her konuşan dinlenerek, notlar alınarak;
  • Tüm katılanlara geniş çaplı bir anket formu doldurtularak;
    seçim sürecinde neler yaşandığı, sokakta nelerle karşılaşıldığı, parti söylem ve eylemlerinin nasıl karşılık bulduğu ya da nerede/neden bulmadığı tespit edilmeliydi.

Bütün bunlara ek olarak, kurul­tayda bir veya iki gün, bu süreçte Millet İittifakı dışında bize destek veren partilere, sendikalara, sivil toplum kuruluşlarına, meslek ör­gütlerine, demokratik kitle örgüt­lerine ayrılarak sadece onların gö­rüşleri ve önerileri toplanmalıydı.

Bu uzun haftanın sonunda, genel merkez yönetimi ve parti içi farklı güç odaklarıyla göbek bağı en az olan akil partililerin oluşturaca­ğı bir komisyonun hazırlayacağı Kurultay Sonuç Bildirgesi ile neyin ne olduğunu kamuoyunun önüne koyabilirdik.

Böylece, kendisine destek veren milyonların karşısına yenilgisi ile dürüstçe yüzleşmiş, onu paydaşla­rıyla değerlendirmiş, ondan ders­ler çıkarmış ve yeniden bir umut olabileceğini göstermiş bir siyasi yapı olarak çıkabilirdik.

Toplumun bu büyük kayıp son­rasındaki beklentisine cevap ver­mek, ne genel başkanlık koltuğu­nun, ne 60 kişilik parti meclisinin ve ne de meclis grubundaki vekil­lerin tekelinde olabilecek bir şey değildi.

Ama ne yapıldı?

Kemal Kılıçdaroğlu’nun Sözcü TV’deki canlı yayında aktardığına göre;

28 Mayıs’tan hemen sonra MYK, Parti Meclisi ve Meclis Grubu top­lanarak geniş bir değerlendirme yapmış ve kurultay kararı almış. Temmuz itibarıyla olağan kurultay süreci başlatılacakmış.

Kusura bakılmasın ancak buna sadece “el insaf” denebilir. 15 Ocak 2022 tarihinde, yani tam bir buçuk yıl önce düzenlenen Parti Meclisi, “önümüzdeki dönemde bir erken seçim olabilir” gerekçesiyle tüzük gereği başlatılması gereken olağan kurultay sürecini zaten Temmuz 2023’e ötelemek üzere karar almıştı.

Yani CHP, seçimi kazansa dahi bu kurultay süreci Temmuz ayında il­çe delegelerinin tespiti ile beraber başlayacaktı. Bu açıklamaya kibar­ca “durumu kurtarma çabası” diye­biliriz, ancak çok daha ağır ifadeleri hak ettiğini de söylemem lazım.

Başımıza gelecekler

Eğer yukarıda önerdiğim yüzleşme yönünde bir aksiyon alınabilseydi; eminim ki, başlatılacak olağan ku­rultay sürecinde gerçekleştirilecek ilçe, il kongrelerinin çok daha coş­kulu ve verimli geçme imkanına kavuşacaktı.

Ve tabii ki ertesinde, kamuoyunun karşısında kendisi ile hesaplaşabil­miş bir CHP örgütünün seçeceği yeni Parti Meclisi ve Genel Başkan, muhtemelen, müstakbel adaylar­dan çok daha sahici olacaktı.

Böylece bugün yapısal anlamda parti örgütünü nasıl yöneteceği­ni; siyaset oluşturma süreçlerinde nasıl aksiyonlar alacağını; sosyal demokrasi, özgürlükler, emeğin hakları, barış, laiklik üzerine nasıl eylemler ortaya koyacağını ve hangi ekiple partiye ve topluma güven vereceğini planlı, programlı bir şekilde önümüze koymadan salt Genel Başkan olma hevesiy­le ortadaki boşta kalan topla gol atıp, tribünlere koşma niyetindeki­lere muhtaç kalmazdık.

Parti örgütümüzde 1999’da ba­raj altı kalan CHP’nin ne anlama geldiğini bizzat yaşamış olanların sayısı hala fazladır diye düşünü­yorum. Aynı rezaleti yaşatacak uygulamalara nasıl dur denebilir, üzerine ciddi ciddi düşünmeliyiz.

Deniz Baykal’dan miras kalan ör­gütü işlevsizleştirme ve çürütme tercihi, kanser hücresi gibiymiş meğer. Oysa ben, metastaz yap­mamak üzere “Kemalterapi” ile düzeldi sanıyordum. Örgütü karar alma süreçlerine dahil etmeden yürütülen siyaset anlayışı, başarı­sızlıklardan başarı hikayeleri yarat­ma becerisinden başka bir halta yaramıyor.

“Ben bu ülkeye demokrasiyi geti­receğim” ya da “her şey çok güzel olacak” sloganları, tüm örgütle be­raber geniş bir istişare yapılmadığı sürece suya yazılan yazılardır.

Sahneye oynayan, sahne ışıkları yandığı sürece parlaktır.

Son söz

SHP-CHP birleşmesinden bugüne kadar partiyi yönetme yetkisini ele geçirenlerin yapmayı dahi dene­medikleri tek şey sosyal demokrat, sol, yurtsever, laik değerlerin ve aktörlerin öne çıkartılması oldu. Siyasal İslamcısından emek sömü­rücüsü liberaline kadar herkesi ku­caklama derdine düştüler. Açıkça vurgulamam lazım; ciğeri beş para etmez siyaset simsarları “açılım, kitlelere ulaşma, demokrasinin gereği” gibi sahte ve süslü laflarla bizlere yutturuldu.

Yetmedi mi?

Çocuklarımızın geleceği için bir umut adına kan kusup “kızılcık şer­beti içtik” dedik hepimiz. Halbuki bizim, öfkesiyle, sevgisiyle, müca­delesiyle, bakışlarıyla, dokunuşuy­la, idareciliğiyle sahici, dürüst lider­lere ve kadrolara ihtiyacımız var.

Korkarım ki, bugün “genel başkan­lık” yarışına girişenler, yarın kazan­dıklarında sahicilikten uzak retorik ustası yapay zeka ürünü robotlar gibi çıkacaklar karşımıza.

Yani “sahte”…