Futbol tarihimizin en utanç verici cümlesidir bu başlık. Milli takımımızın kaybettiği maçlarda gazete manşetlerine dahi taşınan, köşe yazılarında yorumcular tarafından kaleme alınan; ezikliği, kavrukluğu ve başarısızlığı aşağılık kompleksi ile soslayarak kendi kendine yaraları sarma refleksi göstermenin mottosudur bu tabir.
Tek kaygısı ezilmemek olan içsel ruh halinin, yediği darbe sonrasındaki cılız çığlığıdır. Ve bu çığlığı atmaya başladığınız anda ortaya çıkan ses ancak yitirilmişliği, korkuyu, çaresizliği ve güçsüzlüğü vurgulayan kakofonidir.
Bu kısık sesin, boğazda düğümlenen tükürük ile karışması sonucunda çıkan o “ama biz her şeyi doğru yaptık; bazı yanlışlarımız da olabilir ama vallahi de billahi de bi sonraki maçı alacağız” türü suya tirit cümle kalıpları sadece zavallılıktır.
Yapısal sorunlarla yüzleşmeyen, onları çözmek için paydaşlarıyla istişareye girişmeyen, katılım kanallarını açmaktansa aynı zavallılığı yüceltenlerin etkinliğini önlemenin bir yolu olmalı…
Sadede gelelim.
12 Mart 1971 askeri muhtırasından itibaren yemyeşil güzelliklerle dolu ormana palaları, tırpanları ile dalarak kardeşçe, dayanışma ve özgürlük içerisinde yaşama becerisini geliştirmeye çalışan Türkiye vatandaşlarına her türlü vahşeti uygulayan Türk-İslam sentezi kökenli ırkçı, faşist, dinci yönetim anlayışının “artık başardık, zirveye ulaştık” çığlığını atmasından önceki son dönemeciydi 14 Mayıs 2023 seçimleri.
Hikayenin başı
Bu kahrolası cehennem çığlığı atılmasın diye, ülkemizin demokrasi düzleminde bir araya gelmeyi içine sindirmiş veya sindirmeye mecbur kalmış kadroları -metodu doğrudur, yanlıştır o ayrı- “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” adı altında büyük bir projeyi hayata geçirmek için bir araya geldiler.
Bu çalışmanın temeli, esasında Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği Başkanı değerli anayasa hukukçusu Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu tarafından 2017-2018 yıllarında atılmaya başlamıştı. Millet İttifakı’nın temelini oluşturan partilerin yanı sıra Kürt sorununun demokrasi ve barış düzleminde ele alınıp tüm Türkiye ile kucaklaşılmasını amaçlayan tarafları ile sosyal demokrat sivil toplum kuruluşları da bu sürece destek verip, katkıda bulundular.
Bu çalışma, Sayın Kaboğlu’nun şahsi girişimiyle başlamadı. 13. Cumhurbaşkanı olması için yüzbinlerce insanın iki tur boyunca gece gündüz desteklediği; akşamları evde, sofralarında çocuklarıyla beraber “bu sefer olacak” diyerek umutla el ele tutuşarak adını andığı kişi tarafından önerilerek başlatıldı.
Bu son derece isabetli öneri, üç beş tane ırkçı-dinci soytarının sosyal medya ve basın kanallarında provokatif bir şekilde eleştirmesiyle, sahibi tarafından dahi öksüz bırakıldı. Bu çalışma, öncüsü tarafından “Aaa, benim hiç haberim yok” tavrı takınılmasını hak etmiyordu.
Aday
Düşüncesine çok değer verdiğim birçok insanla aykırı düşmüş olmama rağmen bu Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde “kazanacak aday” kavramına hiç katılmadım. Önemli olanın “doğru adayın” tespit edilip, siyasetin kendine has kuralları uygulanarak verilecek mücadele neticesinde seçtirilmesi olduğuna inandım. Çünkü “kazanacak aday” kazandığı takdirde, o erk ile yapacaklarından emin olamayacağımız bir ortamda kendimizi bulabiliriz diye düşündüm. Halbuki doğru adayın, sahip olunan ideoloji ile bütünleşen siyasi eylem planını paydaşlarıyla beraber hayata geçirme konusunda çok daha kararlı olacağına inanmaktaydım.
Hala da aynı inanç ve düşüncedeyim. Bununla birlikte, sonuç olarak gerçek şudur.
Doğru adayımız seçimi kazanamadı. Bizler doğru adayımıza seçimi kazandıramadık. 12 Mart 1971’den beri gelişen gerici sürece “dur” diyemedik.
Yani kaybettik. İki tercihli, bir oy fazla alanın kazandığı sistemde buna “ezildik” demenin de bir sakıncası yoktur. Yazı veya tura, kazanan masadakileri alır… Bunun “lamı cimi yok”.
“Kaybettik ama ezilmedik” demek, kimse kusura bakmasın “bok değil kaka” demek kadar trajikomik bir şeydir. Gerçekle yüzleşmekten kaçan en büyük yalanı kendine söyler.
Kaybettikten sonra ne yapılabilirdi
Evet belki çok zor, zor olmaktan öte kurulu yapıların temelinden sarsılmasına sebep olsa da bu kayıpla yüzleşmek gerekirdi. Gerçek sebeplere yüzleşmeden ulaşamazsın, çözüm üretemezsin ve sonrasında başarı falan elde edemezsin!
Düşüncem şu: 28 Mayıs’ın ertesinde ilk gün yapılması gereken şey, hemen Haziran ayı içerisinde “seçimsiz” bir olağanüstü kurultay toplamaktı. Bu çağrı, genel başkan tarafından yapılabilirdi; öte yandan CHP parti tüzüğü, -genel başkan seçimini gündeme almadığınız takdirde- kurultay delegelerinin %20’sinin imzası ile geniş bir değerlendirme kurultayı çağrısı yapmaya da imkan sağlıyor. Kurultay delegeleri de böyle bir inisiyatifi ele alabilirlerdi.
7 gün olarak planlanması gereken bu kurultaya:
- Parti içerisinden, kurultay delegeleri ve milletvekilleri dışında, tüm il ve ilçe yöneticileri, belediye başkanları, belediye meclis üyeleri davet edilerek;
- Bıkmadan usanmadan her konuşan dinlenerek, notlar alınarak;
- Tüm katılanlara geniş çaplı bir anket formu doldurtularak;
seçim sürecinde neler yaşandığı, sokakta nelerle karşılaşıldığı, parti söylem ve eylemlerinin nasıl karşılık bulduğu ya da nerede/neden bulmadığı tespit edilmeliydi.
Bütün bunlara ek olarak, kurultayda bir veya iki gün, bu süreçte Millet İittifakı dışında bize destek veren partilere, sendikalara, sivil toplum kuruluşlarına, meslek örgütlerine, demokratik kitle örgütlerine ayrılarak sadece onların görüşleri ve önerileri toplanmalıydı.
Bu uzun haftanın sonunda, genel merkez yönetimi ve parti içi farklı güç odaklarıyla göbek bağı en az olan akil partililerin oluşturacağı bir komisyonun hazırlayacağı Kurultay Sonuç Bildirgesi ile neyin ne olduğunu kamuoyunun önüne koyabilirdik.
Böylece, kendisine destek veren milyonların karşısına yenilgisi ile dürüstçe yüzleşmiş, onu paydaşlarıyla değerlendirmiş, ondan dersler çıkarmış ve yeniden bir umut olabileceğini göstermiş bir siyasi yapı olarak çıkabilirdik.
Toplumun bu büyük kayıp sonrasındaki beklentisine cevap vermek, ne genel başkanlık koltuğunun, ne 60 kişilik parti meclisinin ve ne de meclis grubundaki vekillerin tekelinde olabilecek bir şey değildi.
Ama ne yapıldı?
Kemal Kılıçdaroğlu’nun Sözcü TV’deki canlı yayında aktardığına göre;
28 Mayıs’tan hemen sonra MYK, Parti Meclisi ve Meclis Grubu toplanarak geniş bir değerlendirme yapmış ve kurultay kararı almış. Temmuz itibarıyla olağan kurultay süreci başlatılacakmış.
Kusura bakılmasın ancak buna sadece “el insaf” denebilir. 15 Ocak 2022 tarihinde, yani tam bir buçuk yıl önce düzenlenen Parti Meclisi, “önümüzdeki dönemde bir erken seçim olabilir” gerekçesiyle tüzük gereği başlatılması gereken olağan kurultay sürecini zaten Temmuz 2023’e ötelemek üzere karar almıştı.
Yani CHP, seçimi kazansa dahi bu kurultay süreci Temmuz ayında ilçe delegelerinin tespiti ile beraber başlayacaktı. Bu açıklamaya kibarca “durumu kurtarma çabası” diyebiliriz, ancak çok daha ağır ifadeleri hak ettiğini de söylemem lazım.
Başımıza gelecekler
Eğer yukarıda önerdiğim yüzleşme yönünde bir aksiyon alınabilseydi; eminim ki, başlatılacak olağan kurultay sürecinde gerçekleştirilecek ilçe, il kongrelerinin çok daha coşkulu ve verimli geçme imkanına kavuşacaktı.
Ve tabii ki ertesinde, kamuoyunun karşısında kendisi ile hesaplaşabilmiş bir CHP örgütünün seçeceği yeni Parti Meclisi ve Genel Başkan, muhtemelen, müstakbel adaylardan çok daha sahici olacaktı.
Böylece bugün yapısal anlamda parti örgütünü nasıl yöneteceğini; siyaset oluşturma süreçlerinde nasıl aksiyonlar alacağını; sosyal demokrasi, özgürlükler, emeğin hakları, barış, laiklik üzerine nasıl eylemler ortaya koyacağını ve hangi ekiple partiye ve topluma güven vereceğini planlı, programlı bir şekilde önümüze koymadan salt Genel Başkan olma hevesiyle ortadaki boşta kalan topla gol atıp, tribünlere koşma niyetindekilere muhtaç kalmazdık.
Parti örgütümüzde 1999’da baraj altı kalan CHP’nin ne anlama geldiğini bizzat yaşamış olanların sayısı hala fazladır diye düşünüyorum. Aynı rezaleti yaşatacak uygulamalara nasıl dur denebilir, üzerine ciddi ciddi düşünmeliyiz.
Deniz Baykal’dan miras kalan örgütü işlevsizleştirme ve çürütme tercihi, kanser hücresi gibiymiş meğer. Oysa ben, metastaz yapmamak üzere “Kemalterapi” ile düzeldi sanıyordum. Örgütü karar alma süreçlerine dahil etmeden yürütülen siyaset anlayışı, başarısızlıklardan başarı hikayeleri yaratma becerisinden başka bir halta yaramıyor.
“Ben bu ülkeye demokrasiyi getireceğim” ya da “her şey çok güzel olacak” sloganları, tüm örgütle beraber geniş bir istişare yapılmadığı sürece suya yazılan yazılardır.
Sahneye oynayan, sahne ışıkları yandığı sürece parlaktır.
Son söz
SHP-CHP birleşmesinden bugüne kadar partiyi yönetme yetkisini ele geçirenlerin yapmayı dahi denemedikleri tek şey sosyal demokrat, sol, yurtsever, laik değerlerin ve aktörlerin öne çıkartılması oldu. Siyasal İslamcısından emek sömürücüsü liberaline kadar herkesi kucaklama derdine düştüler. Açıkça vurgulamam lazım; ciğeri beş para etmez siyaset simsarları “açılım, kitlelere ulaşma, demokrasinin gereği” gibi sahte ve süslü laflarla bizlere yutturuldu.
Yetmedi mi?
Çocuklarımızın geleceği için bir umut adına kan kusup “kızılcık şerbeti içtik” dedik hepimiz. Halbuki bizim, öfkesiyle, sevgisiyle, mücadelesiyle, bakışlarıyla, dokunuşuyla, idareciliğiyle sahici, dürüst liderlere ve kadrolara ihtiyacımız var.
Korkarım ki, bugün “genel başkanlık” yarışına girişenler, yarın kazandıklarında sahicilikten uzak retorik ustası yapay zeka ürünü robotlar gibi çıkacaklar karşımıza.
Yani “sahte”…