Ankara’da yaşayan kuzenimin telefondaki sesini duyduktan sonra dakikalarca kendime gelememiştim. Kulağımda çınlayan ses; “İstanbul Üniversitesi, İngilizce İktisat Bölümü’nü kazandın…, İstanbul Üniversitesi İngilizce İktisat Bölümü’nü kazandın…”
Dile kolay, tercih listesinde Boğaziçi Üniversitesi İşletme ve İktisat Fakültelerini ilk iki sıraya yazdıktan sonraki üçüncü tercihimdi…
Hayallerimin üniversitesinin yeni, taptaze açılmış olan bölümüne girmiştim.
Hoş; o dönemde tutturduğum puanla, tercihlerimin arasına “hangi akla hizmetle” yazmadığımı hala bilmediğim, ODTÜ İktisat Fakültesi’ne de son sıradan girebiliyormuşum ya, işte hayat, bazen böyle küçük sürprizler yapabiliyor. Bu, bambaşka bir yazının konusu…
…
Bu dergide yer bulan yazılarımı ucundan da olsa takip edenler, travmatik bir tutku ve patolojik bir takıntı ile İstanbul’a aşık olduğumu bilirler…
Ya da “bir zamanlar aşık olduğumu” diyelim…
Benim girdiğim dönemde bizim fakültenin dekanı rahmetli Prof.Dr. Akın İlkin hocaydı. Kendisi liberal, piyasacı, bir miktar -üçüncü yolcular kıvamında- sosyal demokrat bir iktisat modelinin takipçilerindendi. “Karizmatik bir insandı” diyebilirim.
Bugün İstanbul’un merkezi Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi, öç ve nefret duygularına sahip bir anlayışla yıkılırken aklıma hep; onun bize ders amfisinde “Fakülteye Hoşgeldiniz” konuşması yaparken söylediği sözler geliyor. (cümleler bire bir aynı olmayabilir, ancak konuşma içeriğinin tamamı bu şekildeydi)
“Çocuklar, gençler… Hayat sadece okul, ders veya iş değildir… Kendinize zenginlik katın. Güzel, medeni işler de yapın…, Tiyatroya, sinemaya, konserlere gidin… Bakın bana, Atatürk Kültür Merkezi’ndeki klasik müzik konserlerini hiç kaçırmadan izlemeye gayret ettim öğrenciliğim sırasında ve sonrasında. Bu, beni geliştirdi ve bugüne kadar gelmemi, sizlerin karşısına çıkabilmemi sağladı”
Evet sevgili hocam! Güzel ve medeni şeyleri yapmaya gayret ettik bizler de, AKM özelinde…
Örneğin ben, üç yıl boyunca rehber olarak çalıştığım, dönemin en önemli sanat organizasyonlarından olan Bilsak Caz Festivalleri sırasında, AKM’nin dehlizlerini dolaşma, kulislerinde sohbetler etme, konserler esnasında sahne arkasındaki heyecanı ve koşuşturmayı görme olanağı buldum. Hepsinden de zevklisi; festivalin müzisyenleri, düzenleyicileri ve rehberlerinden oluşturulmuş, adı da kafadan uydurma bir şekilde “BilsakJazzBand” konmuş grupla, elimde sallandıkça çın çın sesi çıkartan bir marakas ile AKM’nin büyük sahnesine çıkmışlığım bile vardır.
“Güzel ve medeni şeyler” dediniz ya; devam edeyim…
AKM’nin kapısının önünde dizilmiş olan geniş sütunlara dayanıp saatlerce ayakta dikilerek beklemişliğim de vardır yarı boş yarı dolu umutlarla. Neyi mi? 19-20 yaşlarındaki bir genç, ne bekleyebilecekse onu…
Yine o yıllarda, 1980’li yılların ikinci yarısında, İstiklal Caddesi’nin girişindeki Fransız Konsolosluğu’nun kütüphanesi de “güzel ve medeni” şeylere ev sahipliği yapardı. Türkiye’de henüz plakçılara düşmemiş, kaçak kasetleri üretilmemiş birbirinden güzel grupların orijinal kasetlerinden oluşan arşivinden -kütüphaneye üye olarak- faydalanabilirdiniz. Oradan bir haftalığına ödünç aldığım kaseti, Sony Walkman’ime takıp -o dönemde IPHONE X sahibi olmak kadar havalıydı…- Gezi Parkı’nda yenilen bir simit eşliğinde, sesini sonuna kadar açarak dinlemek de güzel bir şeydi…
Ha bir de, 1990’lı yıllarda gerçekten ciddi bir sorun olan otopark karmaşasında, Taksim’in fiş veren tek otoparkı olan AKM otoparkını da anmadan geçemeyiz. Bilenler bilir; o yıllar, ülkemizin Güneydoğu’sundan büyük şehirlere kaçmış sokak çocuklarının yıllarıydı. O günlerin OHAL bölgesinin günahsız acılı yüzleriydi onlar. O yüzlerden bir tanesi, 8-10 yaşlarında dünya güzeli bir kız çocuğu. AKM otoparkının bilet ödeme gişesinin yanında yaz kış, gecenin karanlığında kağıt mendil satardı… Onu hatırladınız mı? Bir büyük ressamın elinden çıkmışçasına insanı çarpan o güzel yeşil gözlerin süslediği o muhteşem yüzü, “Abi, mendil alsana, abi mendil alsana…” diye seslenen sesi…
O ve onun gibi binlercesi geçti AKM’nin önünden…
Bizim güzel ve medeni dünyamızın içinden!!!
Bugün onlar yerlerini, güneyimizdeki coğrafyanın başka bir halkına terk ettiler…3,5 milyon kadar diye anılan, kafa sayısından ibaret görülen, “3 saatlik yolu aşıp, Şam’a gidip, Emevi Cami’sinde namaz kılarız” mottosu ile dünya siyasi tarihine geçen, yüz yıllık barbarlıkla yoğrulmuş bir açlığa kurban edilen ve bu nedenle de yakın gelecekte acı ve nefret tohumlarını yeşertecek olan…
….
Bugün AKM portakal kabuğu gibi limelime parçalanıyor. Tam karşısına son sürat bir hızla dikilen Taksim Camisi adındaki yapı yükselirken, AKM çöküyor…
Rahmetli üniversite hocamın “güzel ve medeni” dünyasının simgesi çökerken, başka bir Hoca’nın medeniyeti yükseliyor Taksim’de…
Atatürk’ün kültür merkezi yıkılırken, Atatürk Anıtı’nın arkasında bir kubbe yükseliyor. Paralelindeki kilisenin kubbesinin yüksekliğini aşmama gayretiyle…
1980 sonrasında, “sınıf siyasetinin devri geçti, esas olan kimlik siyasetidir” diye diye tutturarak düşünce dünyamızı zenginleştirenlerin(!) eseridir bu görüntü. Aynı aymazlık içerisinde, “alın işte, Ateistler, Müslümanlar, Hristiyanlar bir arada aynı meydanda. Taksim Medeniyetler Üçgeni’nde”diye için için mutlu dahi olabilirler cami açılış töreninde…
Bugünlerde herkes dizilmiş bilgisayar ekranının önüne, sorgulamakla meşgul soyunu sopunu E-devlette. Şansa çıkarsa dedelerden ninelerden birinde Balkan Devletleri’ne ait bir tek belge, dizilecek tüm memleket kapabilmek için ikinci bir vatandaşlık bir yerlerde…
Bize düşen ise, yaşamak düşman kardeşlercesine, Türk tipi Bermuda Şeytan Üçgeni’nde…
*A. Babür ATİLA
SODEV Başkanı
batila@superonline.com