Artık adetten oldu, her yazım kendimce bir durum tespiti ile başlayıp öfke ve hezeyanlarımı yansıtırken geçmişimin acı, tatlı hatıraları ile bezeniyor…
Bu iş neo-kapitalizmin Türkiye versiyonu tombul maskotun ahaliyi “12 Eylül öncesine döneriz!” diyerek korkuttuğu günlerde sarpa sarmaya başladı…
Özal etkili bir adamdı, kabul edelim. Kendi göçtü gitti. Gitti ama yapısallaştırdığı anlayış hala fikri anlamda egemenliğini sürdürüyor.
Ancak iş artık “cidden” ciddileşti. Sistem karmaşa içerisinde yüzerken, dibi belirsiz bir çukura doğru sürükleniyoruz.
İki yakamız bir araya gelmediği gibi, memleketin vatandaşları yaklaşan faciayı iki ayrı yakadan birbirine karşı bilenerek izlemekte.
Karşı yakanın başı ekonomiyi ve sanırım diğer tüm sorunları Allah’a havale etti.
Bizim yakanın kahramanlarının durumu ise maalesef şu şekilde…
Halkın kuantum özlemini yansıtan şahsiyet; “Cumhurbaşkanı olamadık bari 5 yıl boş oturmayayım, arada İstanbul Şehremini’liği ile idare edivereyim” halüsinasyonları içerisinde, siyaseten ait olduğu kurumsal kimliğe, yani partisine kaleminin nüktedan gücü ile sürekli hakaret ederek, yediği yumruğun hakkını veren Hakan’ın sahnesinde medya primatı rolünü kaptı. Yitirilen seçimlerin nedenleri üzerine tartışma başlatacak bir kurultaya çağrı yapmaktan ziyade, Genel Başkanlık seçimine endeksli bir kurultayı talep eden aynı irade; Türkiye Varlık Fonu’nun başına damat atandığında gösterdiği tepki ile sivil toplumu, akademisyenleri ve basını suçluyor “Neredesiniz…” diye.
Cumhuriyet’i kuran koltuğun kara sevdalı Oğlu ise, seçimin ertesinde kılıcının keskin yanını bir kez daha savurdu ve “Tez” elden “Can”lar aldı. Çıkış yolunu ise “Oğuz Kaan” destanlarında aramaya başladı. Şaka gibi ama şaka değil; seçimlerden hayal kırıklığı ile çıkan seçmenlerine, “Bir daha bana oy vermem diyorsan, git başka kapıya” deme cüretini bile gösterdi. Sanki seçimi, seçmen yüzünden kaybetmiş gibi. Neyse ki bu yanlıştan hemen geri döndü, eksik bilgi aktarımı sebebiyle yanlış anlaşıldığını ifade etti. Ne gerek vardı söylemeye, ben pek kavrayamadım ama felsefi derinlik sarhoşluğuna girip kurultaya bile gitmeden ayrılır giderim partinin başından, ama karşıma felsefi bir duruş çıkmalı diyebildi. Sinoplu kadim dostumuz Diyojen’e mi havale edelim kendisini? Ya o da “Gölge etme, başka ihsan istemez” deyiverirse? Hatırlatırım; koskoca Büyük İskender’i bile yerinden edecek kudrette bir felsefi cümleciktir bu.
Peki ya, ideolojimiz olan Sosyal Demokrasi’nin bayraktarlığını, 1965 yılında ortanın solunda olduğunu beyan ederek üstlenen partinin yönetim kadrosunun, kurultaydan sonra en yetkili ikinci organ olan parti meclisini “Seçimleri neden kaybettik” başlıklı bir gündemle anca yaz tatilinin sonunda toplayabilmesine ne demeli?
Artık adını koymakta fayda var. Türkiye’deki sosyal demokrat siyaset pratiğinin aktörleri tükenmişlik içerisindedir. Genel Başkanlık koltuğuna duyulan özlem ve şehvet ile orayı fethetmeye veya korumaya yönelik yürütülen taktik stratejisi ideolojimizin mücadele şevkini de umudunu da köreltmiştir.
Onlarca yıldır, kokuşmuş peynirlerle dolu gemilerini, lafla yürütme gayretindeler…
Ve bu sorun yapısal bir hale gelmiştir. Kangrenleşmiştir…
Bakın dostlar, bu sürreel-gerçeküstü-abuk durum karşısında aklımıza mukayyet olmanın yollarını her birimiz kendi çabamızla bulmalıyız.
İktidarların uygulamalarına yönelik olarak ortaya konan “suya tirit” basın açıklamaları, televizyon programları, laf sokmalar hepsi ama hepsi, geri dönüşüme bile gidemeyecek değersizliğe sahip birer çöptür.
İktidarından muhalefetine, hemen her kurum, başkan, yönetici, siyasi veya akademik figür; ülkemizde yaşanan acı gerçekliğe çözüm üretecek yetenekten ve birikimden yoksundur. Çünkü kurumlarımızın, örgütlerimizin yapısal ilişkileri buna müsaade etmemektedir. İktisat biliminin ekonomik ve sosyal kalkınmanın olmazsa olmaz koşulu olarak kabul ettiği “insan sermayesini” öğüterek yok eden hastalıklı yapılanmalar birçok kuruma sirayet etmiş durumdadır.
O nedenle başımıza gelen belalar neden değil sonuçtur.
Sinirlerimize mukayyet olalım.
Onlarsız bir dünya da mümkün…
1979, sonbahar. Ortaokul hazırlık sınıfında okuyan, akaryakıt sıkıntısı nedeniyle kaloriferleri yanmayan ve gaz sobası ile ısınan şehrimizin lüks semti Etiler’in ortasında yerleşik bir apartman dairesinde yaşayan bendenizin, TRT Radyo 3’te yayınlanan “Stüdyo FM” ile tesadüfen tanıştığı yıl. Radyo kanallarını karıştırırken denk geldiğim bu program, birçoğunuz gibi benim de hayatımı değiştirdi. Daha doğrusu geleceğimi şekillendirdi.
Müzik nedir oradan öğrendim. Kimin çaldığını bilmeden, dilini anlamadan, enstrümanların neler olduğunu ayırt edemeden, sadece mono bir hoparlörden gelen tınılarla insanlığın en güzel yolculuğuna çıktım. O döneme kadar üretilmiş olan Pop, Caz, Rock türündeki tüm eserleri ilk orada dinledim. Bazılarına resmen vuruldum. Neye vurulduğumu bilmeden düştüm bir sevdaya. Elime geçen boş kasetlere kayıtlar yaptım. İlk saniyeleri kaydedilemeyen şarkılarla doldurdum 60 dakikalık bantları.
O günler; aynı silah tüccarının sandığından çıkartılarak, karşı karşıya savaşan gruplara dağıtılan silahların egemenliğindeki günlerdi.
Kavganın, mücadelenin, yoldaşlığın, ülküdaşlığın bir anlam ifade ettiği yıllardı onlar.
Kuyrukların, yoklukların olduğu günlerdi onlar…
Küçük iktidarlar uğruna kudret simsarlarıyla pazarlıkların yapılmadığı yıllardı onlar…
Haysiyet ve şeref kavramlarının annelerden, babalardan öğrenilmesine ihtiyaç duyulmayan zamanlardı onlar…
Küçük çocukların sevimli yanaklarını okşama bahanesiyle şehvetlerini akıtan pislik tarikat mensuplarının cesaret bulamadığı yıllardı onlar…
Geriye baktığımızda diyebileceğim tek söz “Güzel günlerdi onlar”…
Ian Anderson, “Niyazi” ve güzel günler
Stüdyo FM’in o yıllarda ruhuma tattırmış olduğu hazzın neyi ifade ettiğini tam 10 yıl sonra anladım.
Sayfada gördüğünüz orijinali parçalanmış olduğu için zar zor toplanmış olan 30 yıllık karikatürü ilk gördüğümde anladım o soğuk 1979-1980 kışının neden sıcacık geçtiğini…
Üstat şöyle buyurmuştu karikatüründe.
“Niyazi ahlağına göre tek tanrı Müzik’tir!.. Ve onun yeryüzündeki tek ve gerçek temsilcisi Ian Anderson’dur… Gerisi peynir gemisine mazot…”
Ian Anderson’un doğum yılım olan 1968’de kurduğu Jethro Tull adlı Progresif Rock grubunun nev’i şahsına münhasır melodisine tutulanların tümünün adıdır “Niyazi”.
Niyazi feylesoftur.
Güçlü bir feylesof.
Dirayetlidir ayrıca.
İnsanı, hayvanı ve her türlü canlıyı Yaradan’dan ötürü değil de aynı havayı soluduğu için sever.
Egemen muhafazakar kültürün cennet diye adlandırdığı yeri de umursamaz cehennemi de…
Yaşadığımız mavi küredir onun için cennet,
Ve cehenneme çevrilmemesi için atar yüreği…
“Ben öldükten sonra gerisi boş” demez, insanlığın geleceğini kaygı edinir kendine…
Muhafazakarlığa karşı en net duruşu o sergiler,
Karşı cinse de saygı duyar, cinsel tercihe de…
Niyazi barışseverdir.
“Savaşma” der, “Seviş…”
Hak yemez, haram yemez, rüşvet yemez,
Niyazi özgürdür. İsyankârdır.
Devrime inanır bir de insanlığın evrimine…
Ve zaten gerisi “Peynir Gemisine Mazottur” onun meşrebinde…
*A. Babür ATİLA
SODEV Başkanı
batila@superonline.com