A. Babür ATİLA – Muamma

A. Babür ATİLA
Eski SODEV Başkanı batila@superonline.com

Muammalı çok hummalı,
Muammalı hummalı aşk bu…

Vedat Sakman’ın 1992’de çıkarttığı Kapılar albümünün bir zamanlar dillerden düşmeyen şarkısı…

TDK’ya göre;

Muamma: Anlaşılmayan, bilinmeyen şey

Hummalı: Sıkı, yoğun, hararetli

Muamma

İstanbullular Rumelihisarı’ndaki İskele Balıkçısı’nın yerini bilir. Onun tam karşısındaki dev çınar ağacını içine alan 2 katlı, geniş teraslı eski bina muhtemelen birçoğumuzun gözünden kaçmıştır. Ömrümün çok büyük bölümünü o bölgede geçirmiş olsam dahi benim de dikkatimden kaçmıştı; ta ki 2001 yılının yazı gelene kadar…

Çok sevdiğim arkadaşım Nil Kayarlar Sarrafoğlu –ki, kendisi Türkiye’nin yüz akı genç iklim aktivisti Atlas Sarrafoğlu’nun annesidir- o yaz günü bana telefon edip, “hadi Babür Rumelihisarı’na gel, biraz kafan dağılsın. İskele Balıkçısı’nın tam karşısına, Muamma’ya; abim bar açtı”dedi.

O an, o anı takip eden 2 yıl boyunca hayatımın şekillenmesine bu mekanın şahitlik edeceğini nereden bilebilirdim?.

Baykal’sız hava sahası

2001 yılının ilk aylarında CHP içinde son derece sancılı günler yaşanmaktaydı. Genel Başkan Deniz Baykal’ın, 1999 yerel seçimlerinden sonra istifa ettiği görevine geri dönüşünü takiben uyguladığı politikalar partinin içerisinde çok büyük sıkıntılara sebep oluyordu. Baykalcı ekip, kendilerinden yana olmayan kadroların parti içinde siyaset yapmasını zorlaştırıcı her türlü önlemi Ali Cengiz oyunlarıyla almaktaydı. Bu kurnazlıkların yarattığı ortama karşı ortak bir ses çıkartıp, Baykal’ın “tabir caizse” kendine gelmesi için uyarmayı tercih eden partinin eski Genel Başkanları Cezmi Kartay, Hikmet Çetin, Erdal İnönü, Murat Karayalçın ve Altan Öymen beraberce bir mektup kaleme aldılar. Mektup, Cezmi Kartay tarafından Baykal’a sunuldu.

Baykal’ın mektuba karşı takındığı umursamaz tavır sonrasında Erdal İnönü, Onursal Genel Başkanlığını yürüttüğü CHP’den 15 Mart 2001’de istifa etti.

Kendi istifa dilekçemi ise hafızam beni yanıltmıyorsa Erdal Bey’in istifasından bir gün öncesinde vermiştim. Böyle bir önceliğin vuku bulması dolayısıyla azıcık da olsa gururlanmadım desem yalan olur.

Akabinde CHP’den kopuşlar hızlandı ve yeni bir partinin oluşturulması için çalışmalar başladı. Erdal Bey’in bir işaretiyle yeniden yola koyulmayı bekleyen bir kadro olarak heyecan ve umutla hazırlıklarımızı yapıyorduk. Siyasette Baykal’sız hava sahası hepimize iyi gelmişti.

Bu heyecan; Erdal Bey’in ayağına büyük bağ olan, eşi Sevinç Hanım’ın erkek kardeşi Selim Sohtorik’in banka kredi borcuna kefaletinin yarattığı sonuçlar sebebiyle büyük sekteye uğradı. Erdal Bey, bu sıkıntılardan dolayı partileşme sürecinden çekildi. Bizlerse 7 Temmuz 2002 tarihine kadar direndik.

İstanbul, yükselen yıldız

Muamma, İstanbul gece hayatına farklı bir renk katmıştı. Bu ufacık barın çekiciliği, işletmecilerinin cana yakınlığı ve ortamın rahatlığı; özgür ruhlu ve özgüveni yüksek olup bununla beraber son derece alçak gönüllü ve nevi şahsına münhasır kendi müdavimlerini yarattı. Yoğun iş hayatının ve siyaset mücadelesinin üzerimde yarattığı stresi, barın merdivenlerinden çıkarken avcumla dokunduğum çınar ağacı üzerimden alıp götürüyordu.

İstanbul o dönemde kabuk değiştirmeye başlamıştı. Ülke bir yandan siyasi çalkantılar yaşarken, diğer yandan şehrin dinamiği şehirli, eğitimli, genç orta sınıfın talep ve beklentilerine uygun bir yönde akıyordu. Tartışma, didişme istemeyen; çalışıp, kazanıp, tüketmek ve özgürce eğlenmek isteyen bir kitle şehri beslemeye başlamıştı.

Özellikle İstiklal Caddesi, Nişantaşı, Boğaz hattında açılan restoranlar, barlar ve gece kulüpleri şehrin gastronomi ve eğlence dünyasını zenginleştiriyordu. Bu mekanlar dünya mutfağından değişik tatları ve farklı keyifleri müşterilerine sunarak insanların hem yemekten ve gece hayatından aldıkları hazzı zenginleştiriyor hem de gösterdikleri başarı sayesinde İstanbul’u gidip görülecek şehirler listesinin en yukarılarına taşıyorlardı. Belki bugün bazı genç arkadaşlara şaka gibi gelecek ama o dönemde İstanbul’un hummalı eğlence hayatı, Londra ve New York ile eş tutuluyordu.

Siyasal İslam’ın kutlu yürüyüşünün önüne serilen kırmızı halı

7 Temmuz 2002 tarihinde, Devlet Bahçeli çıktı ve muammalı bir şekilde “ülke 3 Kasım’da erken seçime gitmeli” deyiverdi ve ortalık karıştı.

Sosyal demokrat yelpaze sağa sola savruldu. Ecevit’in partisi DSP bölündü. İsmail Cem’in DSP’den ayrılıp 22 Temmuz 2002’de Yeni Türkiye Partisi’ni kurması ile başlayan süreçte, sosyal demokrat hareket bir şekilde paralize olmuştu. Hem İsmail Cem ekibi hem de CHP, Kemal Derviş’in kiminle hareket edeceği konusuna kilitlenmişti. İsmet Paşa’nın ortanın solundayız sözünden beri, 1923 Devrimi ideolojisi ile Avrupa tarzı sosyal demokrasiyi harmanlaştırma çabasını yürüten koskoca siyasi hareket, Kemal Derviş’in iki dudağı arasından çıkacak sözü bekler olmuştu. Dile kolay, hangi tarafa meyletse o taraf iktidarı alacakmış gibi bir hava oluşmuştu memlekette. Yeni bir parti oluşumu için yola çıkan bizler ise partileşme sürecinden çekildik ve her birimiz durumu koşullarımız gereğince gözlemeye başladık. Birçoğumuz İsmail Cem’in yanında durmamız gerektiği konusunda hemfikirdi. Kendisine destek sunmaya hazır olduğumuzu iletmiş olsak da; dedim ya, kulaklar Derviş’in sesinden başka her sese kapalıydı.

Kemal Derviş, her ne kadar yola İsmail Cem’le çıkmış gibi görünse de, 23 Ağustos 2002’de törenle CHP’ye katıldı. Bir önceki seçimde %10’un altında oy alarak meclis dışında kalan CHP bu sayede baraj sorununu aştı.

Hemen akabinde Yeni Türkiye Partisi’ndeki kapalı kulaklar açıldı ve bizler partiye davet edildik ve bendeniz, “İstanbul, ikinci bölgeden” milletvekili adayı olarak seçimlere girdim. O dönemde yaşadıklarım da bir başka hikayenin konusu olur bakarsınız.

3 Kasım 2002 seçimlerine işte bu alelacele alınan kararlarla gidildi ve ne acıdır ki, oy verenlerin %46,33’ü o dönemdeki mecliste temsil edilemedi.

AKP %34,28 oy oranı ile meclisteki milletvekillerinin %66’sına sahip olurken, CHP %19,39 oyla milletvekillerinin %32’sine sahip oldu.

Belki de bugün kör topal işleyen demokrasimizi tamamen işin içerisinden çıkılmaz hale getiren gelişmelere, 2002 yılında oluşan mecliste seçmenlerin ciddi bir kısmının temsil edilememesi sebep olmuştur.

Muamma’da hummalı günler

1990 yılların siyasi baskı ortamı, faili “çok iyi bilinen” meçhul cinayetler ve hükümetlerin yolsuzlukları insanlara gına getirtmişti. Ülkenin lokomotifi olan orta sınıf; genciyle, yaşlısıyla üzerindeki bu deli gömleğinden kurtulmak istiyordu. Toplumsal psikoloji, uzun sorgulamalar yapmak yerine, öncelikle eski ve köhne olan her şeyden kurtulma derdindeydi. Birçok aklı başında insan, evindeki eski eşyalardan sıkılıp hepsini eskiciye vererek salonuna yeni mobilyaları sokma yarışında olan ailenin son kuşakları gibi davranmaya başlamıştı. “Ama bi dakika dur atma, şu parçaya dokunma, o çok değerli bir antika denmesine müsaade bile etmiyorlardı.

Artık bu toplumu hangi aklı evveller bu hale getirmişti; onu boş verelim de, “denize düşen yılana sarılır özdeyişi seçmeni ele geçirmişti” diyerek işin içinden çıkalım. Kimsenin eve alınacak yeni eşyaların esasında bitpazarının pespaye ürünlerinin ambalajlanmış şekli olduğunu görecek hali yoktu.

Muamma’nın muhteşem terası ve güzelim çınar ağacının etrafındaki masalar, 2002 yılının yaz ve sonbahar aylarında geleceğin Türkiye’si üzerine post modern tartışmalara sahne oluyordu. Benim gibi modernite ve pozitivizm ile yoğrulmuş eski kafalılara, yeni siyaset tarzına aç Türkiye ortamında yer yok gibi duruyordu.

Biz eski gömleğimizi çıkarttık diyenlerin popülaritesi derinden hissediliyordu…

Sona doğru

Muamma 2010’da kapandı.

Yetmez ama evet şiarıyla hummalı bir şekilde özgür Türkiye hayaline koşanlar ile siyasete gömlek değiştirmeyi marifet gibi sunanlar elbirliği yaparak 2010 referandumunu kazandılar ve memleketinin adalet sistemini Fethullah Gülen efendilerine teslim ettiler. Böylece o güne kadar bilenlerin bir türlü anlatmayı beceremedikleri ya da karşısındakilerin anlamamakta ısrar ettikleri Gülen Hareketi de bir muamma olmaktan çıktı.

Vıcık vıcık ilişkiler içinde yolsuzluklara bulanmış siyasal İslamcılar böylece gerçek yüzlerini göstermeye başladılar. 1923’ün eseri olan laik cumhuriyete bir leş muamelesi yapmaya kalkışarak, Afrika savanlarındaki aç sırtlanların vahşetini aratmayacak şekilde saldırmaya başladılar. İştahları ve gözleri o kadar doymaz bir noktadaydı ki hiç kimsenin tahmin edemeyeceği bir şekilde birbirlerine de saldırmaya başladılar. Memleketi yemenin tadı gözlerini döndürmüştü belli ki.

Yetmez ama evet ekibi 2010 referandumunun zaferini neşe ile kutlamaya devam ederken birden bu vahşete şahit olunca aralarından bazılarının hafiften gözleri açılmaya başladı.

Gezi Direnişi’ne karşı gösterilen devlet şiddeti, 17-25 Aralık haftasında ortaya saçılan ayakkabı kutuları, 7 Haziran-1 Kasım 2015 seçimleri arasında geçen süreçte yaşanan faili meçhul Ankara Garı, Suruç katliamları yıllar sonra onların birçoğunun aklını başına getirdi.

Artık geldik son dönemece. Hırsızlığa, yolsuzluğa bulaşmamış, memleketine düşkün yurtseveri, milliyetçisi, sosyalisti, liberali, sosyal demokratı, Kemalisti, Kürdü, Arabı, Romanı 21 yıldır içerisine düştüğümüz cendereden kurtulmak için bu seçimde beraberce hareket etmek zorunda.

6’lı masa aktörlerinin bir yılı aşkın bir süredir sürdürdüğü muammalı hummalı aşklarının meyvesi, bu ülkenin geleceğini inşa yolunda baş aktör olacak.

Ve o gelecek, tek adam rejimine güzellemeler yapanlardan değil, ülke olarak sonuna kadar hak ettiğimiz gerçek demokrasiyi kurumsallaştıracak iradeyi sergileyen şahsiyet öncülüğünde kurulacak.

Ve böylece benim açımdan 2002’de Muamma’da açılan parantez kapanacak ve arada geçen yıllar riyakarlığın reklam arası olarak anılacak…