“Yeni İnşa Dönemi” diye tespit edilmiş dergimizin bu sayısının konu başlığı.
Belki de “yeniden” inşa demek daha uygun olur. Ne de olsa, 1923 Devrimi sonrasında tarihin raflarına kalkan 624 yıllık Osmanlı Devleti kalıntısı üzerine, döneminin şartları göz önüne alındığında; sosyal, beşeri ve iktisadi açıdan muhteşem bir atılım gösteren yeni Cumhuriyeti, bu toprakların yurtsever malikleri inşa ettiler.
Sıra geldi çok ciddi bir restorasyona.
Gözleri ışıl ışıl parlayan, sokakta yürürken birbirine saygı gösteren, ödediği verginin kendisine hizmet olarak döndüğünü bilen vatandaşların yaşadığı; sapasağlam okulların tertemiz sınıflarında bilimin takipçisi öğretmenlerce eğitim verilen; esas işi katili, tecavüzcüyü, hırsızı, yolsuzu yakalamak olan emniyet teşkilatınca korunan; şiarımız adalet dağıtmaktır diyen yargı mensuplarının görev yaptığı mahkemeleri olan; gençleri “savaşma seviş” derken, ordusu “yurtta sulh cihanda sulh” diyen bir ülkeyi ve düzeni inşa etme aşamasındayız.
Çok samimi olarak kendime ve etrafıma sorduğum soru şu: Yeniden İnşa Dönemi’nde amele olmaya hazır mısın?
Sözlük
Birkaç yıldır Cumartesi ve Pazar günlerimin önemli bir kısmını Kadıköy çarşıda geçiriyorum. Kızının tiyatro aşkının takipçisi bir ebeveyn olarak, Beliz sahnede prova yaparken ben de sırt çantamla çarşının çorbacı veya dönercilerinde karnımı doyurup akabinde kitapçılarını, sahaflarını, plakçılarını turluyorum.
İflah olmaz bir Tsundoku hastası olarak, ne zaman okuyacağım meçhul yeni, eski kitapları toplayarak eve dolu bir sırt çantası ile dönüyorum.
Mesela, bu aralar önüme çıkan eski sözlükleri topluyorum; neden mi? Çünkü sözlük önemli.
Bence günümüzde kavramsal açıdan yaşadığımız büyük sorunların en önemli sebeplerinden biri sözlük eksikliğimiz. Anlamı nedir diye merak edip sözlük karıştırmaktansa çoğunlukla tuhaf, yalan yanlış, tutarsız açıklamaları, sıfatları yüklüyoruz kelimelerin üzerine…
Halbuki, sözcüklerin anlamlarına özen göstersek; geliştireceğimiz düşünce ve fikirleri daha net ifade edebilecek, daha iyi anlaşılacak ve belki de içinden çıkamadığımız birçok sorunu kendiliğinden çözüvereceğiz.
Siyaset
“Siyaset yapma yeri değil burası, haddini bil” cümlesini işine gelmeyen her ortamda sayıklayan boşboğazlarla dolu bir memleketin vatandaşları olarak bir konuyu açıklığa kavuşturmamız lazım.
Siyaset nedir? Siyaseti kimler yapar?
Siyaseti şöyle tanımlayabiliriz: “Siyaset, devletin yönetimi ile ilgili sahip olunan görüşler, yapılan tercihler ve gerçekleştirilen eylemlerin bütünüdür.”
Bu bağlamdan baktığımızda, siyaset esasında, nefes almak gibi doğal bir yaklaşımla, herkesin farkında olmasa ya da istemiyorum dese de -seve seve- kuralları çerçevesinde içinde yer aldığı koskoca bir dünyadır. İşte tam da bu nedenle; demokrasi için, sahiplenilmesi ve dahil olunması gereken bir alandır.
Okulda siyaset olur, kışlada siyaset olur, iş yerinde siyaset olur. Sokakta, maçta, barda, lokantada, camide, havrada, kilisede, bozkırda, plajda, dağda, bayırda, evin salonunda, yatak odasında… Daha sayayım mı? Evet aklınıza gelebilecek her yerde siyaset olur, hela da bile. Dünyayı yerinden oynatacak zenginlikte fikirler orada kolayca gelebilir aklımıza, yanılıyor muyum?
Toplumsal yaşamda devlet her şeydir. Hemen herkesin devlet idaresi üzerine fikri vardır. İnsan sosyal bir varlıktır; öyleyse düşünmeli, tartışmalı ve her zaman daha iyisini aramalıdır. İnsanı doğada üstün kılan da budur.
Herhangi bir kişiye, gruba, kuruma “siyaset yapma” demek “sen düşünme, ben senin yerine düşünürüm” demektir. Yani faşizmdir… Ve ne yazık ki üstü örtülü bu faşizm evde, okulda, mahallede yaşanır.
Siyaset kelimesinin ulvi anlamı ve işlevi; bir takım vasıfsız, riyakar, ahlaksız, pişkin siyasetçinin gayretiyle kirletilmiştir.
Birçok ebeveyn; siyaset kelimesinin anlamını sözlükten bakmak yerine; üstünde önü ilikli lacivert takım elbisesi, ayağında mokasen ayakkabısı ile futbol topuna çakıp penaltı atan pişkin güruhtan öğrenmek durumunda kalmış ya da bunu tercih etmiştir. Üstüne üstlük bir de Kenan Evren-Turgut Özal tiyatrosunun “Sen bu hareketlerinle 12 Eylül öncesine mi dönmek istiyorsun?” repliklerinin yarattığı ürkeklik ile sıkışan benlikler kendisini ve ailesini “tehlikeden” sıyırma derdine düşmüştür. Bu da topyekûn bir bilinçlenmenin önüne geçmiştir.
İşte bu “sözlüksüz yaşam alanı” bizi hapsetmiştir. Kullandığı kelimelerin anlamlarını bilmektense kafasından anlamlar yakıştıranlar koğuşunun volta attığı bir avluda yaşamaktayız.
Amele
Amele, günübirlik işçi, yani çalışan, sırtında, omzunda ağırlık taşıyan, ortaya emek koyan demektir. Ne demiştik? Hazır mıyız amele olmaya? Cumhuriyet’in ikinci yüzyılının sağlam, sarsılmaz, demokratik temellere oturtulmasına harç taşımaya hazır mıyız?
Bakın bu iş öyle, çamur elime bulaşmasın; ayağıma taş değmesin ama yine de bir katkım olsun dönemi değil. Örneğin, yabancı dil mi biliyorsun, eğitim seferberliğinde çocuklara ek ders vereceksin: İngilizce, Fransızca, Almanca.
Emekli hakim misin? Görev sefer emri çıkarsa yeniden gideceksin Anadolu’ya adaletin nasıl dağıtıldığını göstereceksin halkına. Hayatın sana yüklediği engin tecrübeleri, Çalıkuşu misali aktaracaksın. Fiziki olarak ulaşamasan da Youtube videoları yükleyerek internet ile açacaksın kendini topluma. Dürüstçe çalışmışsan devlette emeklilikten önce; yeniden görev almayı talep edeceksin, hazırım yeniden eski temiz günler için çaba göstermeye diyeceksin!
Ülkü
Ortak ülkümüz kalmadı. Yani bu yurdun vatandaşları olarak ortaklaşa amaç edindiğimiz, ulaşmak için hep birlikte çaba gösterdiğimiz bir şey kalmadı.
Halbuki 1923 Devriminin büyük ölçüde ortaklaştırdığı ülkü, muasır medeniyetler seviyesine ulaşmaktı. Bunun siyasi arenadaki en önemli yansıması ise 1963 yılında imzalanan ve o dönemki Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET), bugünün Avrupa Birliği (AB) ile aramızda ortaklık ilişkisi yaratan Ankara Anlaşması idi. Bu anlaşmanın, Türkiye’nin tam üyeliğini güvence altına almakla birlikte ekonomi ve ticaret politikasının entegrasyonunu sağlamak üzere tanımladığı üç aşamalı Gümrük Birliği oluşturma süreci dahi bu sözlük tanımaz coğrafyada anlaşılamadı. Koca koca siyasetçiler, Gümrük Birliği Anlaşması diye olmayan bir anlaşma icat edip, imzalanıp imzalanmamasını dahi tartıştılar. Yani suyu bulandırmak için ellerinden geleni yaptılar.
Değerli büyüğüm Deniz Kavukçuoğlu 1990’lı yıllarda AB’ye üyelik tartışması yapıldığı bir toplantıda çok güzel bir tanımlama yapmıştı: “Sermayenin Avrupası varsa unutmayalım ki emeğin Avrupası da var ve biz burada yer almalıyız.”
Artık, insanı lumpenleşentiren bu süreç durmalı. Laiklik ile bilimsellik temeli üzerine oturan, somut, kararlı ve dürüst bir siyaset anlayışının hakimiyeti ele almasının zamanı geldi.
Atağa geçmeden önce bir adım geri gidip elimize sözlük almanın vakti geldi. Ne dersiniz, Pars Tuğlacı’nın Okyanus’unu hatırlama zamanı gelmedi mi?