Benim anladığım anlamdaki ilk gerçek devrim, modernizmdir. Geçmiş dünya ile ilgili olan temel bağları kopartmış ve temsil ettiği felsefe; bilimin önderliğinde şekillenen toplumsal ilişkiler çerçevesinde günümüzün dünyasını inşa etmiştir.
Nasıl mı? İşte birkaç satır başı;
- Aydınlama Felsefesi ile idari kurumlar insan ve akıl merkezli bir yapıya kavuşmuş, dini safsatalar toplum yaşamından dışlanmıştır. İnsana, yaşama, bilime dair tüm gelişmelerin temel taşı olan “Laiklik- Sekülarizm” egemen kılınmıştır.
- Fransız Devrimi’nin ürünü olması sebebiyle, kralların, sultanların saltanatlarını yıkmış, egemenliği halka taşımıştır.
- Sanayi Devrimi ile üretim ilişkilerini şekillendirmiştir.
Ve böylece dünya artık eskisi gibi olmaktan çıkmıştır.
Bugün dahi, modernitenin insana dair esasları tanımlamaya, şekillendirmeye ve sonuçlandırmaya devam etiğini düşünenlerdenim…
Kafa karışıklığı yaşadığım yaşlarda; yaradılış ile bilim arasındaki ikilemi bir çırpıda çözen Orhan Hançerlioğlu’nun muhteşem eseri “Düşünce Tarihi”dir. Onu okuyan artık iflah olmaz bir sorgulayıcıya döner. Bilimin ve felsefenin o eşsiz derinliğine açılan bu kapıdan girdiğinizde, artık “biat” kavramı ile şekillenen hiçbir yapıyı bünyeniz kabullenmez.
Sorgulamanın, şüphe duymanın, gerçeği aramanın, ancak aşk ile tarif edilebilir olan tadını alırsınız ve açıkça söylemek gerekirse bu topraklarda huzurunuz kalmaz…
Sadece bu dünyanın var olduğunu gerçeğine karşı duyulan korkunç inadın şekillendirdiği organizma sizi boğar. Bilime ve gerçeğe yönelin dersiniz, karşınıza “ilim” adını taktıkları laf oyunu ve “kime göre gerçek” sorusu ile çıkarlar.
Binlerce yıldır ebeveynler aracılığı ile aktarılmış olması sebebiyle “doğru” zannedilen-kabullenilen bir yanılsamanın şekillendirdiği sosyolojik yapı ve kurumlar; tarih boyunca kendinden olmayan ruhani düşünceler ve takipçisi toplumlar ile sürekli kanlı çatışmalar içerisinde oldu. Aynı yaratandan geldiğini kabullense bile karşı tarafı düşman bildi, katletti. Bu kitle cinayetlerinin hediyesinin ise, yaratan kabul ettiği gücün katında sonsuz bir ağırlanma olduğuna şartlandırdı kitleleri.
Kendinden olmayana hayat hakkı tanımayan bu inanışların takipçilerinin tümü bu yok edici sürecin bir parçası olmadılar tabii ki. İsyan dahi ettiler. Her ne kadar kendileri de pek inanmasa kendi dediklerine, “Bizim inanışımızın esası bu değil” bile dediler. Ancak ne yazık ki sürekli iki arada bir derede kaldılar.
İşin güzel olan yanı ise bizler o aralıktan sıyrıldık…
Yerel kültür ve aile kurumu tarafından kuşaklar boyunca “gerçek” diye aktarılan verileri sorguladık. Bilime ve insana uygun olmayanlarını red ettik. Bu red ediş bir isyan da değildi ayrıca. Yanlışın düzeltilmesinden ibaretti.
Ait olduğumuz ırkın ve sülalemizin tebası olduğu ruhani inanışın bir parçası olmamız gerekmediğini kavradığımız anda özgürleştik ve gerçek anlamda “hümanist” yani “insancıl” olduk.
Hapisanelerdeki kriminal suçlular arasında hiç olmadık mesela. Onlar bize terörist dedi, elimize dahi almadığımız silahlarla donanmışız gibi, bizler ise düşünce suçlusu dedik kendimize. Kadına, çocuğa hayvana, doğaya tecavüz etmekten dolayı gazetelere manşet olmadık. 12 Eylül 1980’den beri hakim olan Türk-İslam ideolojisi tarafından bir öcü gibi gösterilen bizlerden ahlaksız, yalancı, iş bitirici türden biri çıkmadı. Halka radyasyonlu çayı bile bile içirmedik bazı acımasızlar gibi, bir “Jet Fadıl”ımız, “Çiftlik Bank”mız olmadı.
Yalanımız olmadı ne bu halka ne de bu dünyaya…
Hak’kın adını ağzından düşürmeden, haksızlığın, adaletsizliğin en alasını yapabilen türden bir ahlaksız bitmedi mesela bizim bahçede…
Hesabı öbür dünyaya bırakmayıp, nefes aldığımız sürece vicdanımıza hesap vermeyi tercih etmemizden dolayı olsa gerek, biraz iddialı olacak biliyorum ama temiz kaldık. İstisnalarını bilemem ama öbür dünya ile işi olmayan kitlenin şu dünyaya zararı dokunmadı, dokunmamakta ve dokunamaz da…
Jesus Christ-Superstar’ı seyreden oldu mu aranızda?
Bu rock opera tarzındaki muhteşem müzikal 12 Eylül zamanında yasaktı. Güzel olan diğer her şey gibi…
Artık, nereden elime geçtiyse o dönemde, videodan seyrettiydim. Betamax kayıtlıydı…
Hazreti İsa’yı anlatır o müzikal.
Ama O’nu zayıflıkları, eksiklikleri, umutları, hayal kırıklıkları olan, üzerine devasa bir yük yüklenmiş bir insanoğlu olarak anlatır. Ve normal bir insan olarak isyan eder kendisine bahşedilen doğa üstü göreve… O da, diğerleri de birer insandı. İşte, sadece o kadar…Yani diğer tarafın terminoloji ile, “en kutsal varlıktı” onlar da… Hepimiz gibi, her insan gibi…
“İktidarı gökten yere indirmek”
Her türlü ahlaksızlığın kökeninde yatan o “biat eden – edeni ezen” yapının çözülmesi için gereken şey kanımca yeniden bir “Aydınlanma Devrimi”.
“İktidarı gökten yere indirmek” şiarıyla başlayan insanlık yürüyüşünün önemli bir dönemecindeyiz ülkece.
1923 sonrasında yapılan devrimci atılımlar ile kökleşen laik-bilimsel anlayışın, geçen süre içerisinde uğradığı tahribatlara karşın siyasal islamın bilim ve insanlık adına bir şey üretememiş olması sebebiyle, bu haliyle dahi tüm toplum kesimlerinde karşılık bulduğu bir aşamaya gelmiş bulunuyoruz.
Genci ve yaşlısıyla temiz, vicdanlı mütedeyyin kitlelerin kafası karışmış durumda…İki arada bir deredeler…
Tüm okulları İmam Hatip’e çevirme gayretleri sayesinde dini bütün gençlerin gözlerini açtılar. Bu sayede farklı toplumsal kesimlerle, kültürlerle yolu kesişen gençler, “yoldan çıkmaya” başladılar. Bu kendi hanelerine yazılacak olan büyük bir taktiksel hatadır. Toplumun sekülerleşme sürecini yavaşlatabilirlerdi, ellerine yüzlerine bulaştırdılar.
Dijital dünyanın mahrem sayılan hemen her şeyi uluorta ortaya sunması ile birlikte, kedilerince şeytani olarak adlandırılan dünyevi hazza ve keyfe karşı yenildiler.
Gencin içinde yanan merak ateşini kontrol altında tutmaya alışmış olan yapı bir bakıma çöktü.
Çöktükçe daha da vahşileşmelerine rağmen, ecelleri geldi…
Sekülarizme karşı verdikleri savaşı yitirdiler, iş son noktayı koymaya kaldı.
Ama arkasından bu tahribatı nasıl tamir edeceğimiz konusu ise çok belirsiz görünüyor.
Kaotik bir dönemin arifesinde olduğumuz düşüncesindeyim. Devrimci bir anlayış çerçevesinde hareket edebilmenin de toplumsal bir tabanı ne yazık ki bulunmamakta.
Kapitalist sistemin bekası amacıyla herkesi kucaklama aşkıyla yanıp tutuşan liberal çevrelerin, sol gösterip, sağ yandan çarklı yürüyenlerin sürece müdahale etmek için iştahı kabarsa da, geçmiş dönem “günahları” sebebiyle ciddiye alınacaklarını pek zannetmiyorum.
Bu sürecin sahibi; dürüst, ahlaklı, hareket noktası bilime ve insana dayanan kendi ideolojimiz olmalıdır. Yani geçmişindeki hatalardan ders çıkartmayı becermiş “Sosyal Demokrat” hareket bu işi başarır.
Türkiye için yepyeni bir manifesto ile, demokratik parlamenter sistemi bir seçenek olarak toplumun karşısına koyabilecek olan siyaset karşılık bulacaktır. Burada önderliğin ele alınması gereklidir.
Geçmişte demokrasimizi sekteye uğratanlarla, milliyetçi cephe kalıntılarıyla, herkese hoş görünmeye çalışmak amacıyla hazırlanacak bir ortak manifesto “suya tirit” yazılır. Diğer siyasi aktörlerle ortak bir masa etrafında buluşmak yerine, güçlü manifestomuzun arkasından yürümeleri sağlanmalıdır.
Neden mi?
Her türlü mütedeyyin, milliyetçi ve liberal ile tartışma yaşanması çok mümkün noktaları sıralayalım…
- Bilimsel eğitimin şartları nettir, pazarlık edilmez.
- Herkese eşit, nitelikli eğitim hakkının pazarlığı olmaz.
- Seküler anlayışın esnetilmesi diye bir şey olamaz, olursa ortada laiklik diye bir şey kalmaz.
- “Biat” kavramı yerle bir edilmelidir. Mesela, el öpmenin marifet değil, bir baş eğiş olduğu ortaya konmalıdır.
- Demokratik hakların kullanılması hususuna “ama”larla yaklaşılmaz.
- “İnsan Hakları” kavramı devletin vatandaşa karşı işlediği suçları kapsar. Bunun pazarlığı olmaz.
- Emek-sermaye ilişkisi, salt iktisadi bir ilişki değildir. İnsan onurunu dışlayan bir ilişki inşa edilemez.
- Asgari ücret adı altında, açlık sınırında oluşacak yaşam standardı diye bir şey olamaz. Yurttaşlar bir kısmı üst gelir seviyesinde iken, geride kalanlar insana yaraşır ekonomik koşullara sahip olmalıdır.
- Fırsat eşitliği kavramından anladıkları yegâne şey, “tam rekabet şartların sağlaması” olanlarla ortak paydada buluşulmaz.
- İktisadi kalkınma esastır. İktisadi büyüme kavramı artık unutulmalıdır.
- Devlet toplumun genelinin çıkarı için ekonomiye “çomak sokmadan” müdahale eder. İstihdam yaratır ve kar odaklı değil, kamu odaklı Kamu İktisadi İşletmeleri kurar.
- Yurtta sulh – Cihanda sulh mümkündür. Savaş eğer yurdun işgal edilmedikçe bir cinayettir. Fetih kavramı ilkelliktir.
Peki mümkün mü bütün bunlar?
Tabii ki mümkün.
Çalmadan, çırpmadan, yalan söylemeden, hak yemeden nefes almak nasıl mümkünse, tertemiz bir ülke inşa etmek de mümkün…
Büyük müzisyen Jonh Lennon’un söylediği gibi,
“Imagine there’s no heaven”, “Cennetin olmadığını düşün”
Sadece bu dünya için yaşadığın takdirde güzelleştirebilirsin bu dünyayı…
*A. Babür ATİLA
SODEV Eski Başkanı
batila@superonline.com