babur

A. Babür ATİLA – Her Nefes Alışımız Bayramdı…

A. Babür ATİLA
Eski SODEV Başkanı
batila@superonline.com

„Öldükten sonra bir süreliğine bile olsa cehenneme gideceğinden korkan mümin ile „ya varsa“ kaygısı yaşayan ateistin endişeleri aynı ortak atadan geliyor: „Mağaranın dışında başıma ne gelecek?“

Yukarıdaki cümle dergimizde de yazıları yayınlanan Gürkan Haydar Kılıçarslan’dan alıntıdır.

Üzerine düşünülmesinin önemli olduğunu düşünüyorum…

Virüsler

Uzunca bir süredir, İstinye civarlarında oturuyorum. Eşimin üniversite öğrenciliği yıllarında oturduğu bu bölgeye oğlum Alp’in doğumundan sonra taşındık. Sizin anlayacağınız hanım köylü olduk. Her ne kadar uğraştıysam da kendi büyüdüğüm semte, Akatlar’a dönemedim henüz.

Bu bölgeye taşındığımızda ilk yaptığım keşif, ev alışverişini nereden yapabileceğim üzerineydi. Evin yemek, mutfak ve alışveriş işlerinden sorumlu sakini olarak iş başa düşmüştü.

Bilenler bilir, eski Futbol Federasyon binasından dere boyunca sahile giderken, orta çağın devasa surlarla çevrili kalelerini andıran ABD İstanbul Konsolosluğu’nun hemen ilerisinde yolun sağında ve solunda memleketimizin güzide iki market zinciri yer alır. İsviçre kökenli Migros ve Fransız kökenli Carrefour. Alışveriş yaparken haksızlık etmemeye çalışırım; her ikisinin de ülkemizde uzunca yıllar faaliyet göstermeleri için gereken cirolara bütçemin elverdiği ölçüde katkı yaparım.

Bu katkıları yapmamın sebebi ise, benim düşünce dünyama bilmeden kazandırdıkları müthiş zenginliktir. İki süpermarket adamın entelektüel seviyesine ne katabilir diye düşünmeyin. Konu hiç de bildiğiniz gibi değil. Bakın anlatayım.

Bir kere bu katkıyı yapmalarının sebebi, her ikisinin de “hele Carrefour’un” çok büyük bir açık otoparka sahip olmasıdır. Evet otoparka. İşte o otoparklar ki, muasır medeniyet ile geri kalmışlığın, köylü-kasaba hoyratlığı ile şehirleşmiş insanın farkını gözlerinizin içine sokar. Birbirlerinden sadece 100 metre uzaklıkta olmalarına rağmen, ortalarından geçen dere boyu yolu bir sınırdır sanki.

Her iki otoparkın içerisindeki araba modelleri birbirine çok benzer. Aynı marka Jeep’ler, Audi’ler, Mercedes’ler ya da 1990 model Renault 9 Broadway’ler, Hyundai Accent’ler her iki otoparka da eşit dağılmıştır. Market raflarındaki ürünlerin fiyatları da birbirine benzer. Birisi pahalı, diğeri ucuz diyebileceğin pek bir şey de yoktur. Ancak iş otoparka gelince işler değişir.

Başkasının hakkına tecavüz ettiğinden bihaber ya da bunu umursamayan, üç park aralığının tümünün üstüne birden arabasını bırakacak ölçüde küstahlaşmış olanlar ile iki çizgi arasına muntazam park edenlerin iki ayrı dünyası arasında buluverirsiniz kendinizi. İstisnasız bir şekilde daha büyük otoparka sahip olan marketin en az %25 müşterisi arabalarının modelinden bağımsız bir şekilde park özürlüdür. Tarlanın ortasına traktörünü, öküzünü bırakır gibi bırakıp markete girer. Fotoğraftaki örneği gibi…

Halbuki diğer marketin otoparkında, yer sıkışıklığı olsa dahi, iki çizgi arasına nizami olarak nasıl park edileceğinin dersini alırsınız. Kendiniz biraz yamuk park etseniz, yeniden arabaya binip düzeltirsiniz.

İki dünyanın, iki medeniyetin farkıdır orada sahnelenen.

Eminim arada bir diğer markete de gidiyordur o %25’lik güruhun üyeleri. Ama orada işini doğru yapıyor, nizami park ediyordur arabasını. Nedendir bilinmez sokağın karşısına geçiverince medenileşiverir.

Onların benzerlerini yaz aylarında Kapıkule’den tıklım tıkış eşya dolu arabalarıyla giriş yapanlar arasında da bulursunuz. Avrupa’nın yollarında kurala, nizama uyarken, tekerlekleri kendi memleketlerinin yollarına değdiğinde kural tanımaza dönüşüverirler.

Bu fark o kadar derindir ki, yaşamımızın her noktasını etkiler. Hak yemenin şehvetiyle davranan güruhun üyeleri, siyasal tercihleriyle ülkenin tüm ilerici birikimlerini kirletiverirler fırsatını buldukça.

Bazı aklı evveller, bu yığına “halk” adını takar ve medeni olanları halkı anlamamakla, onların dilini konuşmamakla suçlarlar. Halbuki bu yığın, dünya üzerinde işlenen en büyük suçların yetiştiği bataklıktır.

Hangi suçları mı işlerler? En büyüğü, fırsatını bulunca hak yerler, Muhafazakar dünyalarındaki ahlaksızlıkları ile medeni dünyaya ayar vermeye girişirler, Kadını, erkeği fark etmeksizin kadına mal gözüyle bakarlar,

Cehaletlerinin verdiği aşağılık kompleksi onları o denli vahşileştirir ki, Ali İsmail Korkmaz’ı sinsice, sokak köpeği çeteleri gibi saldırarak öldürürler,

Ülkenin en iyi üniversitelerinde okuyan öğrencilere ağızlarından salyalar saçarak saldırırlar.

Ve ne yazık ki sadece bu topraklarda değil, dünyanın her yerinde mevcutturlar.

Mevcutturlar; ama demokrasinin, hukukun, adaletin hüküm sürdüğü, gelir bölüşümünün insan onuruna yakışır olduğu coğrafyalarda, bağışıklık sistemi güçlü vücutlarda uyuyan virüsler gibidirler. Ne zaman demokrasi zayıflar, onlar canlanır. İşte Kapıkule’den arabayla girince değişenler bu virüslerin varyantlarıdır…

Kökümüz

Darwin’in, Türlerin Kökeni adlı eserini yayınlamasının ardından nereden geldiğimiz açığa çıktı. Geniş primatlar türünün insansı maymunlar familyasının, evrimleşme sürecinde alet kullanabilme yetisini kazanması ile birlikte beyni de fazlasıyla gelişen üyeleri olan bizler, medenileşme sürecinde özümüzden ve yakın akrabalarımızdan taşıdığımız içgüdülerimizden pek de uzaklaşamadık.

Zekamız ile aklımız sayesinde kavrama ve yönetme kabiliyetimiz arttıkça; temel içgüdülerimizle daha da saldırganlaştığımızı, acımasızlaştığımızı gördük. Aç kalmamak veya yuvayı korumak amacıyla gösterilen içgüdüsel şiddet, bazılarımızca medeniyetimizin hemen her döneminde “şeytani akıl” ile beraber, yakın çevreye ve topluma uygulanmaya devam etti.

DNA’mızın %98,7’si şempanze ve bonobolarla aynıdır. Primat dünyasındaki en yakın akrabalarımız bunlardır.

Ancak bu kuzenlerimiz arasında ciddi davranışsal farklılıklar mevcuttur. Şempanzeler erkek egemen topluluklar halinde yaşayıp, topluca avlanıp, kendi bölgelerini vahşi biçimde sahiplenirken, zaman zaman diğer şempanzeleri de öldürürler. Seks yapmak yani çiftleşmek sadece güçlü olanın hakkıdır.

Bonobolarda ise kadın egemen bir düzen mevcuttur. Yaşam bölgeleri kesişse de birbirlerine zarar verdikleri pek gözlenmez. Gruplar halinde de avlanmazlar. Seks onlar için sadece üreme amacıyla değil aynı zamanda sosyal bağ kurmak ve çatışmaları çözmek için de yapılan keyifli bir eylemdir. Seks, erkek ve dişilerle olduğu kadar hemcinsler arasında da sıkça görülür.

İnsan olarak, bazılarımızın şempanzelerle bazılarımızın ise bonobolarla daha yakın bir genetik mirası paylaştığımız ne kadar açık değil mi?

Şempanzelerle amcaoğlu olan bazılarımızın “Aha da bu LGBT’ler bonobo mu monobo mu, oradan geliyorlarmış” mealinde üstün bilimsel!!! çıkarsamalar yapacağından kuşkunuz var mı?

Ya da bonobolarla yakın kuzen olanların, “Tüm militaristler, insan hakları düşmanları, kadın katilleri bizim sevimli şempanzelerimizin yakın akrabası olamaz” diyerek hayretler içerisinde kalabileceklerini tahmin edebiliyoruz değil mi?

Yapacak bir şey yok, bilimin kestiği parmak acır da kanar da… Hak yemenin ve toplumsal dayanışmanın evrimsel kökleri budur… (Bkz: Bir Solukta Evren ve Dünya Tarihi, Ian Crofton – Jeremy Black, s.49, Say Yayınları)

Nefes

Covid 19 salgını başladığında ortaya çıkan bilinmezlik müthiş bir panik havasına soktu tüm insanlığı. Whatsapp hızıyla yayılan bilgi kirliliği neticesinde birçok kişi, Wuhan kentindeki hayvan pazarında yarasaya dokunan dört kişinin hemen o an hastalanıp, virüsü bulaştırıp aynı günün akşamı da öldüğü yolundaki bir haberi, “ya böyle bir şey olabilir mi” diye herhangi bir şüpheye düşmeden „doğru“ kabul etti. Çin’in sokaklarında, hastalıkla mücadelede esnasında yoğun çalışmaktan bitap düşmüş bir şekilde evine dönerken bayılan doktorları, hemşireleri virüsün öldürdüğüne ciddi ciddi inandı büyük bir kesim.

Bilim adamından yarı cahiline, aydınından lümpenine herkes Covid histeriası altında toplandı. Tüm şempanzeler ve bonobolar, aynı tepkileri göstererek mağaralarına çekildi.

Tabii bu arada tuzu kuru primatlar mağaralarında otururken, aç olanları öyle ya da böyle dışarıda kaldı. Hem kendi karınlarını doyurma mücadelesi verdiler hem de mağaralarında oturan efendilerinin kılına zarar gelmesin diye onları beslemeye devam ettiler.

Covid 19 bir kez daha gösterdi ki, bu gök kubbe altındaki her vaka sınıfsaldır.

Her ne kadar „medeniyet ilerledi“ desek de, tehlike anında gösterilen reflekslerimiz yüzbinlerce yıl öncesindeki içgüdülerimizde yatıyor. Günümüz biliminin bu işi öyle ya da böyle halledeceğine güvenemedi insanlık. Kapatabilen kendisini evine kapattı ama yine de korkularının esiri olmaktan sıyrılamadı.

Büyük bir kitle, bilimin aşıyı bularak ölümle sonuçlanan ağır vakaları çok aza indirmesine karşın, artık bir fobiye dönüşmüş olan davranışlarını değiştirmekte çok zorlanıyor. Tek başına arabasını kullanırken maskesini çıkartamıyor suratından mesela. Sokağa çıkmaktan çekiniyor, sosyal yaşama dönmeye yönelik korku ve panik atakları yaşarken, yanına yaklaşan her insanı potansiyel virüs yayıcı olarak görüyor.

Yazının başındaki cümlenin sorguladığı noktaya geri dönersek; “Mağaranın dışında başıma ne gelecek?”

Yanıtımız çok net. Her ne gelecekse gelecek ama yaşamaya ara vermemiş olacağız, iyisiyle, kötüsüyle…

Şarkısında söylediği gibi Bulutsuzluk Özlemi’nin; “Hiçbir kere hayat bayram olmadı ya da her nefes alışımız bayramdı…”

Nefes aldığımız ve mağaranın dışında yaşadığımız her gün bize bayramdır…

İnsan olmak mağaranın dışında mücadele etmektir. Korkmamaktır. Kendine ve medeniyetine güvenmektir.