Saptama
Evet işte yine yaklaşıyor…
Sürekli duyduğumuz “Türkiye’nin önündeki son virajın” bu seferki durağı 31 Mart 2019.
Güneş doğarken başlayacak olan oy verme işlemi ile beraber gün boyu sürecek bir koşuşturma ve damarlarındaki adrenalin tavan yapmış milyonlar…
Saat 21.00’e geldiğinde ise muhtemel bir balkon konuşması ve enseden gelip beyne saplanan büyük baş ağrısı bekliyor memleketin en az %50’sini…
Sonrasında kazanan tarafın sokağa dökülen güruhuna ait arabalardan yükselen korna sesleri ve detone zafer çığlıkları…
Ancak bizim temennimiz bu korna seslerinin şarkılarla, türkülerle süslenmesi…
Aksi takdirde o gece, internette en pahalısı 2.000 TL’ye (ikibintürklirası) satılan pompalı tüfeklerden saçılan senfoni eşliğinde gidersek yatağa, bilin ki 1 Nisan günü yiyeceğimiz balık (poisson d’Avril) “Yetmez Ama Evet” gölünün sazanlarından bile lezzetsiz olacaktır. “Rakı-Balık-Ayvalık” adlı neşeli oyun havası, bestesi Fazıl SAY’a ait olması kuvvetle muhtemel “Ayvayı şimdi yedik, ama iyi yedik…” adlı bir oratoryoya dönüştürülerek bir zamanlar Atatürk Kültür Merkezi’nin taçlandırdığı alana açılması olası millet bahçesinin fon müziğini oluşturacaktır. (bakınız karikatürist Yiğit Özgür üstadın konu ile ilgili eseri)
Tabii çeşitli fikirler mevzu bahis olabilir ancak Türkiye’nin önündeki son viraj bence 2002 genel seçimleri idi. Akabinde araba uçurumdan aşağıya yuvarlanmaya başladı, sıra geldi son ağaca tutunmaya…
Sonuçlarını bir hatırlayalım isterseniz:
AKP: %34,42 oy, 365 milletvekili
CHP: %19,42 oy, 177 milletvekili
Bağımsız: %0,96 oy, 8 milletvekili
Diğer: %45,20 oy, 0 (sıfır) milletvekili
Meclisteki % 65 vekilinin temsil ettiği oy %34,42’lik, Meclisteki 0 (sıfır) vekilin temsil ettiği oy %45,20… Haydi şimdi gelin de anlatın bakalım geleceğin çocuklarına bu denklemin arkasında yatan matematiğin demokrasi adı verilen sistem ile ilişkisini…
Ülkenin yarısının oyu çöpe gitti çöpe…Az buçuk baskılar ile idare edilen, suya sabuna dokunmayan vatandaşların pek bir mutlu yaşadığı sözde demokrasilerde ipin ucu kaçtığında faşizme giden yolların parke taşlarının örülmesinin mimarı, “seçim barajı” adı verilen rezilliği “yönetimde istikrar” adı altında pazarlayan bir kısım siyaset bilimcilerdir.
Benim ise seçimler konusunda iflah olmaz bir takıntım var. İki elim kanda da olsa oy vermeye gidilecek…
Tabii ki seçimleri protesto etme gerekçelerini besleyen bir sürü post-modern, kimlikçi, cinsiyetçi, aktivist, çok bilmiş yorum okuruz her seçim döneminde. Ve hepsi de kendi içerisinde çok haklı sebeplere, bilimsel çalışmalara, akademik referanslara, bilmem hangi ülkedeki bilmem hangi seçimin sonuçlarına dayanır. Bozuk düzen seçim boykotu ile düzelir sanılır.
Olabilir, piyango vurabilir ve boykot dediğin mekanizma tutabilir. Ama Murphy kanunları gereği o mekanizma sende tutmaz kardeşim…
Bunun istisnası yok mu? Var tabii ki. Bir ülkede güçlü, ses getiren, içerisinde siyasi partileri, sendikaları, siyasi dernekleri, vakıfları bulunduran bir muhalefet hareketi mevcutsa, o seçimlerin meşruluğu üzerine bir tartışma yürütmek için mevcut zemin ve yeterli veri de varsa, işte o zaman bu boykot, yapısal anlamda siyaseti belirler, netice alır. Çünkü o zaman bu boykotun esas amacı, nihilist bir protestodan öte, “oy verme” hakkının sağlıklı olarak kullanılması yönünde bir eylem olarak ortaya konur. Yoksa, bizde olduğu gibi, mühürsüz oyların geçerli kabul edilmesini “Bu seçimler asla meşru değildir” diyerek protesto edip akabinde o seçimin meşru olduğunun en büyük kabulü olan “namus ve şeref” ile süslenen milletvekilliğine geçiş yeminini kürsüde okumak suretiyle toplumsal muhalefetin liderliğinin üstlenilebileceğini sanmak, halüsinasyonlarla süslü bir müsamereden öteye bir şey ifade etmemektedir.
Oy verme hakkını elde ettiğim günden beri bir kez hariç -yurt dışında yaşadığım dönem- her seçime katıldım.
Seçmen oldum katıldım, sandık görevlisi oldum katıldım, belediye meclisi üyesi adayı oldu katıldım, milletvekili adayı dahi oldum, katıldım.
Sonuç, seçilemedim. (2002’de %45,20 oy alan kitle içerisinde yer aldım ve sıfırı çektik)
Ama yine de caymam oy kullanmaktan…
Oyumu çalana da hakkını vermeyene de her türlü laneti en içten şekilde okurum.
İnsanlık tarihi boyunca, “oy verebilme hakkını edinmek” için verilen mücadelede yaşamını yitiren dünya vatandaşlarına hemen herkesin saygı duyması gerekmektedir. Bunun göstergesi de seçim sandığının içerisine zarfını atmaktır.
***
Yüzleşme
Kağıthane Deresi’ni İstanbullular bilir… Bugün etrafında inşa edilen konut projeleri ve plazaları ile günümüz İstanbul’unun cazibe merkezi olan bu dere geçmişte taşmasıyla meşhurdu.
Hem de öyle böyle değil, bildiğiniz küçük bir tsunami şiddetinde taşardı ve etrafına sağlı sollu dizili cumhuriyetin karma ekonomi atılımı çerçevesinde, 1940’lardan sonra kurulmuş büyük kimya fabrikalarının depolarını, bahçelerini, makinalarının bulunduğu binalarını sular altında bırakırdı. Duyduğumuz kadarıyla boğulup gidenler dahi olurdu o dönemlerde…
İstanbul’un yedi tepesine sanki nispet yaparcasına çukurda yer alan bu bölge, ülke kapitalizminin, sanayileşmesinin ve sermaye birikiminin simgesiydi. Tabii ki 1960’lı, 1970’li yıllarda İstanbul’a yönelik iç göçün de yuvalanma alanıydı.
Derenin etrafındaki dik yamaçlara dizilen gecekondular bilinen popüler adlarıyla, Gültepe-Çeliktepe-Seyrantepe-Ayazağa semtlerini oluşturdular. Muhtemelen bir zamanlar yemyeşil çimenler ve ağaçlarla dolu olan bu alanlar, o dönem proletaryasının çoğaldığı yerlerdi.
Sanayi kapitalizmin bacaları üretim için ihtiyaç duyduğu suyu dereden sağlarken, yamaçlara dizili ağaçların sökülmüş köklerine oturtturulmuş gecekondu evlerinde yaşayan bedenlerden de emek ihtiyacını sağlıyordu.
Sanayi burjuvazisi ile proletarya her ne kadar çatışıyor görünse de Kağıthane semtinde, aralarında adı konulmamış güçlü bir ortaklık da gizliden gizliye gelişiyordu. O bölgede bu sessiz dayanışmanın gereği güçlü bir rant doğuyordu.
Kazandığı parayı, makina, tesis yatırımına yatırarak işlerini genişleten, büyüten sanayici, burjuva geleneği çerçevesinde sosyal hayatını renklendirmeye çaba göstererek sanata, kültüre, edebiyata dair çabalara girişirken sanayi işçisinin kabiliyetli olanı eline geçen para ile o bir zamanlar yemyeşil olan yamacın parsellerinde kendi betonunun ve sıvasız tuğlasının dar alandaki hakimiyetini yaygınlaştırma gayretini gösteriyordu.
Bu arada göçtüğü kırsalın feodal alışkanlıklarını kıramadan, sosyal aidiyetini karnının doyduğu şehre taşıyamadan proleterleşmesinin kaçınılmaz bedelini 1980’lere gelindiğinde lümpenleşerek ödüyordu. Daha doğrusu yaşadığı şehre ödetiyordu.
1994 yerel ve 2002 genel seçimlerinin sonucunu etkileyen sosyolojik altyapı işte bu yeşil çayırlar üzerinde proleterleşen, ancak sınıf bilincini geliştirmek yerine, taşra yaşamının yansıma alanları olan cami-tarikat çevresinde örgütlenen dini yandaşlıklar ile yakın akraba tahakkümü çevresinde oluştu.
Göçmen topluluklarının bulundukları ülkelerde sergiledikleri, muhafazakar, korumacı, bireysel korkuların ve ürkekliğin tetiklediği birbirini kollama unsurlarının tümünü sergileyen iç göç bileşenlerinin faydacı davranışları ve tercihleri; şehirlerimizin üzerinde yüzyıllardır esen rüzgarların yönünü dahi değiştirecek devasa ebattaki gökdelenleri, şehrin doğal deniz kıyılarının dibine yapılan binaların imarını onaylayan belediye meclis üyelerini, yemyeşil alanların betonlaşması sebebiyle ısınan şehir zeminine artık bundan böyle kar yağamayacağını sıkılmadan söyleyip almadığı önlemleri itiraf eden belediye çevre dairesi müdürlerini yarattı.
***
Karşılaştırma
Bundan birkaç yıl önce bir iş seyahati sebebiyle birkaç çalışma arkadaşımla beraber Almanya’ya gitmiştim. Sabah uçaktan inince doğrudan fuar merkezine geçmiş, çıkışta da taksi ile 3 gece konaklamak için yer ayırttığımız otele gitmiştik. Otele vardığımızda bizi güzel bir sürpriz bekliyordu. Saat 18.15’te giriş yaptığımız oteldeki resepsiyon görevlisi rezervasyonumuzun tam 15 dakika önce otomatikman iptal olduğunu söyledi. (çünkü almaca yazılı rezervasyon belgesinde otele girişin saat 18.00’e kadar yapılması gerektiği yazıyormuş) Fuar dönemi olduğu için otellerde yer bulmanın neredeyse imkansız olduğu bir vakitte, ufacık bir şehirde, 3 adamın otelin lobisinde çaresiz bir şekilde birbirine bakakalması sonucunda, bize acıyan Hızır yardıma yetişti. Otelin görevlisi bulunduğumuz şehrin 60 km. kadar uzağında bir otelde bize iki oda buldu. Oraya nasıl gidelim diye bakınırken, otele başka bir müşteri getirmiş olan taksi şoförü bizlere “hemşehrim hoşgeldiniz” diye seslenmez mi? Tabii ki Almanya gibi bir memlekette, bir türkçe ses duymak, hele taksi şoförlüğü yapan bir Türk’e rastlamak bahar mevsiminde papatyaya görmek kadar normal olsa da ayrı bi sevindik ekipçe.
Doluştuk arabasına ve koyulduk yola…
Almanya’da araba seyahati yapanlar bilir. Etrafın yeşilinden, doğanın canlılığından, ufacık kasabaların ve köylerin güzelliğinden gözlerinizi alamaz, büyülenmiş bir şekilde bu pitoresk manzaranın seyircisi oluverirsiniz. Kendi memleketinizde karşılaştığınız köy ve kasaba görüntüleri aklınıza gelince de “vay be nasıl kandırılmışız, nasıl inanmışız bunca zamandır, yok bizim memleketin havası başka, suyu başka, yeşili başka zırvalarına” diye de hayıflanırsınız. Çamurlu ve isli Anadolu kırsalının yeşile duyduğu açlığın zıttı bir bolluk karşılar sizi oralarda.
“Herzogenaurach”,
Artık kararmaya başlayan gökyüzünün son ışıklarının aydınlattığı anlarda içinden geçtiğimiz bu şirin kasabanın, bütün bir yol boyunca keyifle gurbette yaşadıklarını anlatan şoförümüzün Adidas ve Puma markalarının doğduğu ve halen genel merkezlerinin bulunduğu yer olduğunu söylemesiyle, günün yorgunluğu ile şekerleme yaptığım arka koltukta doğruldum ve hayranlıkla yolun sağına ve soluna dizilmiş iki muhteşem binayı (tabii ki yatay bir şekilde inşa edilmiş) izlemeye başladım. Bu iki firma bugün, zamanında iki kardeşin birbirleriyle küsmeleri sonucunda sahip oldukları ayakkabı firmasını kapatarak her birinin ayrı ayrı kurup geliştirdikleri birer dünya markası.
Birkaç saniye içerisinde binalardan uzaklaşmaya başladığımız anda, bir aydınlanma yaşadığımı itiraf etmeliyim. O ekonomik gelişmişliğin, o doğaya sahip çıkışın arkasında yatan dinamiği anlamıştım. Zenginlik doğduğu, geliştiği, ait olduğu yerelliği terk etmeyince, göçmeyince, devlet tarafından orada kalması teşvik edildiğinde, kökü sağlamlaşıyor ve böylece nesiller boyu aktarılan birikime dayanan gücüyle de uluslararasılaşıyordu.
Memleketimizin ahlaki, ekonomik, estetik dokularını yok eden temel olgu; kontrolsüz bir şekilde, hazmedilemeden, tamamen plansızlık sonucunda ortaya çıkan ekonomik amaçlı iç göçün sonucunda oluşan lümpenleşmedir.
Yakup Kadri’nin Yaban adlı eserinde etraflıca anlatılan kırsalın insanları yaşama sarılmak amacıyla ekmek peşinde şehirlere koşarken ne acıdır ki göçtükleri kentlerin medeniyetini çürüttüler.
Bu çürümeden kendileri şehrin eski sahiplerine nazaran çok daha fazla etkilendiler…
Ahlaken yozlaştılar…
Faydacılık, adam kayırma, torpil, biat, rüşvet, din istismarı ve arsa rantı üzerine yükselen yalana, dolana, talana dayanan koca bir ekonominin şehvetiyle yoğruldular…
Tedavi
Seçim nasıl mı kazanılır, işte böyle…
- Oportünizme, faydacılığa hiçbir zaman bel bağlama…
- Küçük hesapların büyük davaların içini çürüteceğini hep hatırla…
- Haklıdan yana ol…
- Ülkende yoksa bile; adalet dağıtan, insan haklarını esas alan bir hukuk sistemi varmış gibi davran etrafına, ailene, işine, arkadaşlarına…
- Ama her şeyden önemlisi, hiçbir zaman, hiç ama hiçbir şekilde, adı beyaz dahi olsa, yalan denilen kavramın yanından dahi geçme…
Çok safça değil mi?
Değil dostlar, değil…
Sadece uzunca dönemdir denenmemiş olan bu…
Her parti düştü bu tuzağa…
Gün geldi herkesi kendi hırsızına oy verme mecburiyetinde bıraktılar…
Dürüst olamadılar, faydacılığın esiri oldular…
Bu arada küçük bir not düşme ihtiyacı daha duyuyorum buraya.
Eğer kurtarmak istiyorsak yaşadığımız bu şehri yukarıda bahsettiğim istiladan, en başta o köy, kasaba, bölge hemşeri dayanışma derneklerini kapatmalıyız.
Göçülen yerleri anlatan muhafazakâr, mistik öykülerin üretildiği bu tür yapılanmalar yaşadığımız şehirlerin sahiplenilmesinin önündeki en büyük engel.
“Memleket nire hemşerim” diye sorulduğunda, hiç çekinmeden “karnımın doyduğu yer” diyebildiğimiz anda bizden has hemşeri bulunmaz yaşadığımız bu güzel şehirlere…
*A. Babür ATİLA
SODEV Başkanı
batila@superonline.com