Shangai, 2010 Rubbertech (38) ps1

A. Babür ATİLA – Bu Memlekete Yazık Olmadan…

A. Babür ATİLA
Eski SODEV Başkanı batila@superonline.com

Maskeli Balo

COVID 19 Özeti

2020 yılının Mart ayı.

COVID 19 salgınının tüm dünyada yayılmaya başladığı dönem. Ortalık savaş yerine dönmüş gibi. Avrupa’nın medeni ülkelerinde özellikle yaşlı nüfus kırılıyor. Açıklanan vaka ve ölüm istatistiklerinin doğru olup olmadığı konusunda herkesin kafası karışık. Hastalığın tespiti için kullanılan test kitleri henüz ihtiyaçları karşılayacak bollukta bulunamıyor. Her ülke, kurum, şirket, birey kendi korunma metotlarını uygulama derdinde. Kitleler evlerine kapanıyor. Tuzu kuru şirketlerin çalışmaları, Zoom veya Teams gibi çevrimiçi programlar üzerinden yürütülen toplantılarla şekilleniyor. Eğitim desen, o da bu çevrimiçi yazılımların insafına terk edilmiş durumda.

Maskeli suratların içerisinde kendi karbondioksitini soluyan beyinlerin; yemek sonrası örtülen maskelerin içerisinde dolanan mide kokusu ile primatlıktan geviş getirenlere terfi edenlerin dünyası…

Birçok aklıevvel dünyanın yepyeni bir döneme girdiğini ciddi ciddi iddia ederken, artık okulların anlamsızlaştığını söyleme cesaretini bulanlar bile mevcuttu çevremizde.

İş hayatı “Business” içerisinde koşuşturmaktan kendisine bir saniye zaman ayırmayı beceremeyen “beyaz yakalar” tinsel aydınlanmalar için fırsat buluyor; “Evde kaldım kendimi buldum” retoriği hayatın yeni gerçeği olarak inanılmaz bir hızla ortalığa yayılıyordu.

Doğanın, insanlar sokağa az çıktığı için kendini onarmaya başladığı, twitter paylaşımları ile müjdeleniyordu.

Avrupa ve Amerika’da artan ölüm sayıları karşısında, bu salgınla mücadelede resmi ölüm rakamlarını birkaç bin olarak ilan eden Çin’in “muhteşem!” bir başarı sağladığı iddia ediliyordu.

Doğanın kendisini onardığı zırvası, İstanbul Boğazı’ndan geçen yunusların yarattığı sevinçten tam bir yıl sonra tüm Marmara’yı müsilaj basmasıyla sona erdi. Evde oturup, ortalığı, marketten gelen torbayı, elinin değdiği her şeyi deli gibi temizleme histerisindekilerin yarattığı kimyasal atıklar doğanın canına okumaya devam etmişti demek ki…

Çin’in büyük bir başarı göstererek salgında Batı alemini alt ettiği, buradan aldığı güçle de dünyanın yeni hakimi olacağı safsatası da; üretilen aşıların sağladığı güvenli ortam sayesinde Batı dünyası neredeyse tamamen eski normal yaşantısına dönerken dünyanın en büyük kentlerinden olan Şanghay’ın salgının önlenebilmesi için “tamamen” kapatılmasıyla sona erdi.

Bilim hala demokrasi, insan hakları, fırsat eşitliği, adil bölüşüm gibi kavramların nispeten geçerli olduğu Batı coğrafyasında üretiliyor.

Varlık sebebini dünyadaki talebi patlayan tüketim eşyalarının üretilmesine bağlayan ülkelerin ışıltısı ise, Las Vegas gibi şehirlerin sahteliğini saklayan neon ışıkları gibi. Söndüğü anda geriye koskoca bir sanayi tesisi çölü kalıyor.

Bireysel özgürlüklerin hâkim olduğu yerlerde toplumsal antikorların ne kadar güçlü olduğunu gördük.

Öyleyse?

Online-Çevrimiçi ekran fetişizmi:

“Rusya’nın Ukrayna’ya attığı bombalar yüzünden havalar ısınmıyor” dediğini duyduğumuz anda eşimle birbirimize şaşkınlıkla bakakaldık.

Gürcistan kökenli, evimizin emekçisi ablamız -ki kendisi gurbet özlemini elindeki telefonun ekranından takip ettiği facebook sayesinde gideriyor- meteoroloji bilimine katkısını bizimle bu şekilde paylaştı. “Olur mu böyle şey!” tepkimize yanıt olarak, “Facebook’ta yazıyor, okudum” derken sanki hakemli bilimsel bir dergide yayınlanan bir makaleden referans vermiş gibi kendinden emindi. Öyle ya, mademki sosyal medyada önüne düşmüştü, artık gerçek onun için oydu.

Sadece o mu?

Telefonunun veya bilgisayarının ekranına düşen abidik gubidik her türlü sansasyonel, saçma sapan komplo teorilerini son iki yılda hayatının bir parçası yapan nice eğitimli, birikimli insanları gördük beraberce.

Bazılarımız çok, bazılarımız ise daha az olmak kaydıyla bu sahte bilgilere kaptırdı kendisini bir şekilde.

Mesela, aşı karşıtlığını artıran saçmalıklar o şekilde yayıldı. Kimin yazdığı belli olmayan COVID 19 üzerine uzun metinler, bilmem ne hastanesinde çalışan hemşirenin doktorlar odasında kulak misafiri olup duyduklarını anlattığı sesli mesajlar, virüslerin Allah tarafından insan nüfusunu azaltmak için yaratıldığını ileri sürecek kadar zırvalayan medya maymunu meşhur tıp profesörleri, bu saçmalıkları referans olarak kullanan sahne ve ekran yıldızları…  Bütün bunlar, ömrünü bilime adamış ciddi araştırmacıların değersizleştirilmesine yol açtı. Buldukları aşı ile kitle ölümlerini durduran bilim insanlarını linç etmeye kalktılar sosyal medya üzerinden.

Aşı ile kendilerine çip takılacağını bile ciddi ciddi düşündü bir yığın insan. Hem de ceplerinden ayırmadıkları telefonlar ile çipin en hasının kendilerine zaten takılmış olduğu gerçeğini es geçivererek.

Sosyal medya bu süreçte, gerçek bilginin önündeki en büyük engel oldu ne yazık ki…

Anomali koşullarında gelişen davranış biçimlerini esas kabul ederek yaşamı, dostluğu, eğitimi, iş münasebetini, iş ve eğitim hayatını Zoom-Teams ikilisine teslim etmeye kalkanlar ile bilgiye erişimi sosyal medya platformları aracılığı ile telefonunun ekranına endeksleyenler işin esasından uzaklaşma, serbest kürsüden sallama ve limitsiz zırvalama üzerine tam bir birliktelik gösterdiler.

Memleketimin irfanı

Aynı tornadan çıkma kumaşlar

Sokak röportajında uzatılan mikrofona, kendisini izleyen kalabalığa önemli bir söylev veriyor edasıyla konuşan aksakallı muhterem zatın, fiyat artışlarını Allah’ın yaptığını büyük bir özgüvenle ve inançla söyleyebildiğine şahit olduk geçenlerde…

Sosyal medyada ortalığa dökülen bu görüntüler sonrasında, adı Liberal olan partinin eski genel başkanı böylesine büyük bir ekonomik kriz içerisinde bile AKP’nin barajı geçip geçemeyeceğinin tartışılmıyor olmasından büyük şaşkınlık duyduğunu açıkladı. Rasyonel ve eleştirel dünyevi bakış açısı yerine koşulsuz tapınmayı esas alan, gerçeğin sadece kendi kutsal kitabında yer aldığına inanan dinci anlayışlar ile liberal demokrasinin geniş yürekli “gel, kim olursan ol, gel” anlayışının kardeşçe beraber yaşayabileceğini ciddi ciddi kuramlaştıran liberal aymazlığın bu şaşkınlığı duyması çok da şaşırtıcı değil…

Postmodernizmin safça, akılsızca üstüne üstlük “özgürlük” gibi çok üstün bir kavramı ucuzlaştırarak yücelttiği “onun görüşü, saygı duyulmalı” mottosu ile “çelişkiler, liberal demokrasi ve piyasa ekonomisi içerisinde uzlaşıya ulaşır” öngörüsünün başımıza bela ettiği bir dünyayı yaşıyoruz beraberce.

Değersizleştirilip maddiyat kavramlarına endekslenen özgürlüklerin arkasına sığınarak saçmalamak tabii ki sadece bize özgü değil. Ama en muhteşemlerinin bu topraklarda yeşerdiği de çok kuvvetle muhtemel.

Örneğin, günümüzün Adalet Bakanı kameraların önüne çıkıp, “Türkiye’de tweet attı diye hakkında soruşturma başlatılan bir kişi yok. Tweet’in içinde yazandan dolayı soruşturma açılıyor” diye bir cümle kurabilecek cürete sahip.

Ayrıca, yine iktidarın TBMM’deki Grup Başkanvekili basın ve sosyal medyada özgür ifadenin kısıtlanması için hazırladıkları yasa tasarısı hakkında “İfade hakkı, eleştiri ve basın özgürlüğü kısıtlanmasın diye böyle bir çalışma yapıyoruz” şeklinde bir cümleyi kurabiliyor. Bahsettiği kısıtlamaları yapabilecek yegane gücün devlet olduğunu es geçerek; herhangi bir vatandaşın bu özgürlükleri kısıtlayabileceğini, kendilerinin ise bunu önleme gayretinde olduğunu ifade ediyor işi iyice pişkinliğe vuracak şekilde.

Yine aynı partinin üstün zekalı bir temsilcisi, zamlardan şikayet edenlere, “Karpuzu marketlerden alırsanız böyle olur; ben her sene karpuz ekiyorum” diyerek kendilerini karpuz seçer gibi seçen seçmenlerine hak ettikleri cevabı veriyor.

Dünyaya düz diyenler, -sanki primat sülalesinin kıllı üyeleri değilmişiz gibi- aşı yapılınca kıllı maymunlara dönüşeceğiz diye öfkelenenler, hepsi aynı tornanın ürünleri…

Şu memlekette günde 5 defa Can YÜCEL’i anmadan yaşamak mümkün mü?

Üçüncü sınıf futbolcu

Futboldan anlamayanımız yoktur; anlamasak da üzerine iki laf etmek adettendir. Zaten bir saha dolusu seyirci sayısı kadar farklı pozisyon, hakem yorumu da mevcuttur. Yani ne sallasan tutar…

Futbol hayatın bir yansımasıdır denir ya, gerçekten de öyledir.

İzlerken görürsünüz, bazı futbolcular pislik yapma konusunda tam anlamıyla uzmandır. Hakemin görmediği anlarda, rakip futbolculara oyundan düşürücü her türlü hareketi yaparlar. Tükürmek, vurmak, çelme takmak, ne arasanız vardır. Ama hakemle göz göze geldiklerinde, hele bir de rakip oyuncu kaza ile temas ederse tepesine taş düşmüş gibi kendisini yere atıp bağırmaya, sahada yuvarlanmaya ve çimenleri dövmeye başlarlar. Safça, tamam dersiniz adam ölmek üzere… Ama can vermezler, bilakis daha da canlanırlar, hele bir de hakem, rakibe o pozisyon için kart da gösterdiyse keyifleri daha da artar; yeni avlarına daha büyük bir iştahla yönelirler.

Bu oyuncu sizin tuttuğunuz takımda olabilir. İşte, tam da o noktada, hayatın başka bir gerçeği ile yüzleşiriz. Üç grupta toplayabileceğimiz davranış kalıpları çıkar karşımıza;

1- Bazıları o davranışları hoş görür; “oyunun kuralı budur, maçı kazanmak için her yol mübahtır” diyerek o futbolcuyu ödüllendirir.

2- Bazıları susar; o davranışı doğru bulup bulmadıklarını anlayamazsınız.

3- Bazıları ise takımına karşı sevgisini muhafaza ederek o rezilliğe karşı çıkar; “olmaz böyle rezalet” der, eleştirir ve engellemek için elinden geleni yapar.

1’inci ve 3’üncü grubun siyasi atmosfer içerisinde nerede durduklarını rahatlıkla anlarsınız, ama o 2’nci grup yok mu, işte tüm denklemleri altüst edenler onlardır. Nazım Hikmet’in “Akrep gibisin kardeşim” şiirinde tasvir edildikleri gibidirler.

Mesela, seçim araştırmalarındaki kararsızlar işte tam da oraya aittir. Çıkarlarına göre diğer gruplardan birine dahil olurlar. Takım şampiyonluğa gidiyorsa anında 1’inci gruba geçerler ama takımın durumu nanay ise, 3’üncü grubun en ateşli üyesi oluverirler.

Siyasallaşmış din de, yukarıda tasvir edilen futbolcu gibidir. Toplu halde, kendinden olmayana hakaret eder, aşağılar; iktidara geldiğinde de hayatı dar eder.

Kendi toprağında önceden yerleşik olan medeniyetlerin eserlerini, kendi inancının tapınağına çevirmeyi savaş ganimeti kazanmaya benzetip hak olarak görürken; başkalarından kendi inancına yöneltilen her türlü eleştiri karşısında “kutsalımıza saldırıyorlar” diyerek ortalığı velveleye verir.

Ve şu güzelim memlekette Siyasal İslam, yukarıda sayılan üç taraftar grubu içerisinde 2. gruba ait olanlar sayesinde onlarca yıldır hüküm sürmeye devam etmekte…

Son günlerde yapılan araştırmalara göre 2’nci gruptan 3’üncü gruba geçişler son derece hızlanmış görünüyor; demek ki takım küme düşmeye doğru hızla ilerlemekte…

Gelelim sadede

Yukarıda 2 ana, 4 ara başlıkta aktarmaya çalıştıklarım bugünlerde içimde yaşadığım öfke patlamalarının yansımalarıdır. Bütün bunlara sebep olan şey de, akılcı ve bilimsel yaklaşımların yığınlar tarafından fütursuzca terk edilmiş olmasıdır.

Önümüzdeki dönem iktidar elde edildiği takdirde yapılması gerekenleri sıralarsak;

Liberal, postmodern söylem ve uygulamalar çöpe atılıp; eğitim, sağlık, ulaşım, tarım ve hayvancılık alanlarındaki kamu hizmetlerinin kalitesi ve yaygınlığı artırılmalıdır.

Şehir hastaneleri, paralı otoban, havaalanı gibi geçmişin kapitülasyonlarından beter sonuçlar doğuran tesisler vakit geçirilmeden kamulaştırılmalıdır.

Eğitim tamamen ve koşulsuz bir şekilde bilime dayandırılmalıdır. Bununla birlikte, devletin eğitim kurumlarındaki kalite yükseltilmeli; böylece, velilerin çocuklarını sadece laik eğitim alsın ve yabancı dil öğrensin diye çoğu zaman maddi imkanlarını da zorlayarak gönderdikleri özel okullara talep azaltılmalıdır.

Tarım ve hayvancılığın, özel sektöre ve küreselleşmiş sermayeye terk edilemeyecek kadar önemli ve stratejik olduğu kavranarak bu alanlar, kamu kaynaklarıyla hem maddi hem de kurumsal olarak güçlü bir şekilde desteklenmelidir.

Aksi takdirde ne mi olur?

Bu memlekete yazık olur…