Hikayenin sonu
Neo-liberal kapitalizmin karar vericileri ile post modernist aklı evvellerin cici çocuğu, huysuz ergeni, baş belası yetişkini “Siyasal İslam” artık yolun sonuna geldi.
Yaptığı ahlaki yıkımla, onarılsa bile, büyük izler bırakacak olan bu kabus dönemi son dönemece girdi. Otoriterleştikçe küçüldüler, küçüldükçe de kendi seçmenlerini dahi uzaklaştıracak vahim hatalar yapma ve bu hatalarını tekrarlama girdabına tutuldular.
Son yerel seçimlerden sonra söyledikleri her şey geri tepti. Attıkları her adım boşluğa düştü. Uluslararası diplomaside ağızlarından çıkana önem veren kalmadı. Kanal İstanbul hayalleri olmayan kanala köprü temeli atma töreninden ibaret kaldı. Muhalefet, kanalın inşaatını dört gözle bekleyen finansörlere avcunuzu yalarsanız dediği andan itibaren konu kapandı.
Hikayenin simgesel kalıntısı
Konstantinopolis kentinin adı resmi olarak İstanbul’a 1930 yılında döndü. 1453 yılındaki fetih sonrasında Osmanlı Devleti tarafından Konstantinopolis adı kullanılmaya devam etti. Bir süre sonra Rumca “Konstantin’in kenti”nin “polis” i gitti yerine Arapça Konstantin’in yeri anlamına gelen Kostantiniyye geldi. İstanbul adı ise, Osmanlı bürokrasisinde sınırlı alanlarda kullanılırken halk arasında giderek yaygınlaştı.
İstanbul isminin tek başına kullanılmasında ısrarcı ve takipçi olan Cumhuriyet’in kurucu kadroları oldu. Şehrin adı dünya diplomasisinde İstanbul olarak anılmaya bu ısrarın sonucunda başlamıştır. Konunun bir başarı olup olmadığı bir başka tartışmanın konusudur. Şart mıydı bilemiyorum. O dönemim ulusalcı refleksleri ile yeni kurulan Cumhuriyetin bir bakıma “rüştünü dünya sahnesinde ispatlama” amacı olarak görülebilir. Ancak bu isim değişikliği, Bizans ve Osmanlı imparatorluklarının ifade ettiği yönetim biçimindeki radikal değişimin simgesi olarak da değerlendirilebilinir.
İhtişamlı saraylarda yaşayan imparatorların, sultanların ve şürekasının iktidarlarını sürdürmek için yürüttükleri entrikaların; kendilerini tanrısal varlıklar olarak dev aynasında gören zavallıların tebaa dedikleri halka uyguladıkları zulümlerin ve inşa edilen tapınakların, köşklerin medeniyet adı altında pazarlandığı bir dönemin sonu olarak da görülebilir bu isim değişikliği.
Hakimiyeti tanrılardan, imparatorlardan ve onların mekanları tapınaklardan, saraylardan alıp halka aktarmanın simgesel bir ifadesi olarak da tanımlayabiliriz bu değişikliği.
Ancak ismi ister Konstantinopolis, ister Konstatiniyye, ister İstanbul olsun, coğrafi olarak ifade ettiği yer, tarihi yarımadadır. Her ne kadar bugün korkunç bir şekilde genişlediyse de şehir, tarihsel olarak ifadesini bugünün Eminönü, Sirkeci, Fatih semtlerinin içerisinde bulur. Ayasofya, Süleymaniye Camii, Topkapı Sarayı da bu sınırların içerisindedir.
Neo-Osmanlıcı torunlar, şehrin tarihsel geçmişine duydukları masalsı hayranlık sebebiyle sapla samanı birbirine karıştırmış durumdadır. Aynada kendilerini ve kudretlerini, tarihe gömülmüş sultanlığın Divan-ı Hümayun’u gibi görenler, bu tarihsel kentin bırakın dokusuna uymayı, sınırlarına bile girmeyen yerlerde simgeler inşa ededurmaktadırlar. Basit bir coğrafya bilgisinden dahi yoksun bu erkan, Çamlıca Tepesi adındaki geçmişin yeşilliklerle çevrilmiş doğal seyir terasının ortasına Osmanlı camilerinin beton bir kopyasını sadece biraz daha büyük bir kubbeye sahip olacak şekilde inşa edip, sonra da karşısına geçip gururlanabilmektedir. Ayrıca, yüksek bir radyo vericisi inşa edip ona, utanmadan, fütursuzca “İstanbul’un Yeni Simgesi” adını verebilmektedir. Böylesine yoğun bir cehaletle ve beton fetişizminin şehvetiyle nefes alanların, tarihi dokusu açısından yerkürenin en zengin şehirlerinden birine simge üretme cüretini göstermeleri bile insanlığa karşı bir hakarettir.
Yeni bir hikaye
Toplumlar da belli dönemlerde böyle savrulmalar yaşayabilir. Ama ilerici birikimler kök saldıysa öz, topraktan kopmaz. Memleket, toplumsal gelişimin doğal işleyişinin hep ileriye, bilimin istikametine doğru olması sayesinde başına musallat olan belalardan kurutulabilir.
Güçlü bir entelektüel olan Mustafa Kemal tarafından temeli atılan laik ve modern yaşam biçimi, kendi hatalarını telafi ederek güçlenirken aynı zamanda baş düşmanı radikal dinciliğe karşı da direncini sürdürüyor.
Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem diye adlandırılan proje işte bu özün eseri olarak toplumun karşısına sunulacak. Çağdaş medeniyetler seviyesine artık ulaşmak isteyen, ateistinden mütedeyyinine, kürtçüsünden türkçüsüne, sosyalistinden liberaline kadar geniş bir kesim, laiklik ve demokrasi kümesinde birleşecek. Ve bu kümenin adı da tarihe muhtemelen “Gezi Parkı Dayanışması” olarak geçecek.
Bir siyasi partinin varoluş gerekçesi, demokratik düzen içerisinde iktidar olarak ve/veya iktidara ortak olarak toplumun büyük kesimine hizmet etmektir. Muhalefet olduğu takdirde de amaç, iktidar tarafından yapılan yanlışlıklar ve eksiklikler üzerine siyaset üretip bir sonraki seçimde iktidar olabilmektir. Evet, siyasetin esas amacı ve işi bu kadar basittir.
Bir siyasi partinin kurumsal yapılanmasında yer alan, düz üyeden genel başkana kadar tüm unsurların ana hedefi, demokratik sistemin hizmet noktalarından olan belediyelerde, yasama organı olan mecliste, kamu idaresini yürüten bakanlıklarda ve bakanlara öncülük eden başbakanlık mevkilerinde yer edinebilmektir. Hizmetin yolu bu koltuklardan geçer.
Bu sistem kendi içerisinde yetkili kurulları aracılığı ile denetlenir. Böylece yanlış yapan, yoldan çıkan, tüyü bitmemiş yetimin hakkını yiyen cezasını bulur. Siyasi erki kötüye kullanandan hesap sorulur. Evet, olması gereken sadece budur. “Hadi canım olur mu öyle şey?” dendiğini duyduğumuz anda, “Evet, hesap sorulur!” diye sesimizi yükseltmemiz gereklidir.
Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem şiarını gün geçtikçe yükselten, yukarıda adına “Gezi Parkı Dayanışması” demeyi uygun gördüğüm, bu memleketin iyi ve güzel insanlarının temsilcisi olmaya aday siyaset kadrolarının gösterdikleri dirayet, bugün karşısındaki iktidar bloğunu çatlatmaya başladı. Toplumsal ilerlemenin önüne geçmeye kalkmanın bedelini ödemeye başlıyorlar.
Kurdukları tek adam rejiminin, en ufak bir meseleyi bile yönetebilme becerisinin olmadığı gerçeği ile yüzleştiler. Öyle bir rejim kurdular ki, başına “mükemmel insan” geçse bile tek bir hizmet üretemeyeceği şekilde kanallar tıkalı. Koca memleketi yarı cehaletin tuluatları ile idare etmeye çalışıyorlar.
Tükenmişlik sendromları ile baş edemiyorlar. Bu çaresizlikleri, muhalefet bloğunun her atağının ışığını daha da parlatıyor. Bazı ağızlardan dökülen, istem dışı sözlerden kaynaklı yol kazaları anında onarılıyor. Gezi Parkı Dayanışması’nı etnik konuları kaşıyarak dağıtmaya her çalıştıklarında, esasında muhalefetin zorlandığı noktalarda çözüm geliştirmesinin önünü açıyorlar.
Aynada kendi çirkinliği ile yüzleşen masal cadılarının korkunç paniği içerisindeler. Ve daha da saldırganlaşma cüretini gösteriyorlar. Ama salladıkları pençe, yaralı ve yaşlı vücutlarından destek alamıyor; güçsüz kalıyor.
İnsanın sorası geliyor değil mi? Bir insan ya da topluluk bütün dünyevi güzelliklere, etik değerlere neden bu kadar düşman olur?
Ülkenin en büyük şehrinin en güzel ormanlarını neden beton otobanlara çevirir, memleketin güzelim göllerini neden kurutur? Ülkenin en parlak ve kabiliyetli öğrencilerinin okuduğu liselere, üniversitelere neden vahşice saldırır. İçini boşaltır. Bilim hırsızlarını oralara müdür ya da rektör olarak atamaktan neden haz duyar? Neden yolsuzluk yapar? Ve neden bazılarınca alkışlanır?
Neden kinini yaşatmayı öğütler gencine? Nedir bu derin nefretin sebebi?
Bunların yanıtını bulmak şart mı bilemiyorum. Gereği var mı öğrenmenin?
Biliyoruz ki;
Kötüler ve kötülük üretiyorlar.
Çirkinler ve çirkinlik üretiyorlar.
Acımazsızlar ve acı saçıyorlar.
Yolsuzlar ve yolsuzluk yapıyorlar.
Korkaklar ve korkuyorlar.
Korksunlar….
Geliyoruz…
*A. Babür ATİLA
Eski SODEV Başkanı
batila@superonline.com