Siyaset, Ahlaktan ve Demokrasiden Yoksun Olunca

Aydın CINGI
Araştırmacı
acingisdv@gmail.com

Platon, “yurttaşların politika ile ilgilenmemelerinin bedeli, kendilerinden kötü olanlar tarafından yönetilmektir” demiştir. Gerçekten de her yurttaş politika ile ilgilenmeli, toplumu kimlerin nasıl yöneteceğine ilişkin karar süreçlerine katılmalıdır. 

Söz konusu katılım, siyasal partiler aracılığıyla gerçekleşir. Siyasal partiler, yurttaş/seçmen ile yönetim/hükümet arasında eklem işlevi görür; ancak, bu işlevleri görürken belirli ahlaki/etik ilkeleri gözetmelidir.

Ahlak ve siyaset

Öncelikle belirlenmesi gereken, ahlak ile politika arasındaki ayrımın genel çizgileridir. Bu iki kavram, “amaçta” ve “araçta” kabaca şöyle ayrı düşünülebilir: Amaçta; biri, kişinin dürüstlüğüne diğeri, toplumun çıkarına yöneliktir. Araçta ise; biri kişinin iç dünyasında, diğeri dış dünyaya yönelik süreçlerde yer alır. Ancak ilk bakışta göze çarpan bu “mekanik” ayrım, Alman düşünür Max Weber’in “politikanın hedefi ahlaktır” deyişinde gerçek anlamını bulur. Weber’e göre siyasal eylemin meşru temeli, görev bilincinde ve iyi niyette bulunur. Politikanın etik yaklaşımı; özünde yalanı, kötü niyeti, ahlaka aykırı her şeyi -yani Hegel’in anlatımına referansla- kolektif etik anlayışa uymayan her şeyi reddeder. 

Siyaset ve ahlak ilişkisi, antik çağlardan beri düşünürlerin önemli üretim temalarından biri olmuştur. Bu kısa yazı çerçevesinde bunların kimilerini çok özetleyerek gözden geçirmek uygun olacaktır.

Demokrasiye ve ahlaklı politikaya yüz çevirenlerin, görüşlerini argüman olarak ileri sürdükleri Machiavelli (1469-1527), ahlak ile politikanın farklı kavramlar olduğunu ve iyi bir politikanın mutlaka ahlaki olmak zorunda bulunmadığını savunur. Ne var ki aynı düşünür, ahlaki ilkeler göz ardı edilerek uygulanacak politikanın nihai amacının, ahlaki bir düzeni yerleştirmek olduğunu açıklar. Fransız aydınlanmacılarından Diderot 1713-1784) “insanların tüm hatalarını bağışlayabileceğini, ama bilerek yapılan adaletsizliği, nankörlüğü ve insancıllıktan yoksun davranışları asla bağışlayamayacağını” söyler. Rousseau (1712-1778), “ahlakı ve politikayı ayrı düşünenler bu kavramların ikisinin de özünü kavramamış demektir” der. Hegel’e göre (1770-1831) politika ile ahlak, farklı kavramlar olmakla birlikte, asla “karşıt” kavramlar değildir. Örnekler çoğaltılabilir; günümüz düşünürlerinin de görüşleri benzerdir. 

Bilinen uygulama örnekleri

Politika pratiğinden örnekler alalım. Bir ülke düşünün; iktidarın tek çabası iktidarını korumak olsun. Bunun dışında hiçbir amaç gütmesin; yurttaş çoğunluğunun yararına yönelik hiçbir iş yapmasın. O kadar ki, pratikte onun lehine her gelişme toplumun aleyhine; onun aleyhine her gelişme de toplumun lehine olsun. Bir farklı deyişle o iktidar ile toplumun genelinin çıkarları tamamen çelişsin; taban tabana zıt olsun. İktidarını sürdürmek amacıyla, içeride “şedid”, dışarıya karşı “kullanışlı” olsun. O iktidar, kendine bağladığı küçük bir azınlığın yararı için çoğunluğu yoksullaştırsın. Tüm yürütme gücünü de, kamu varlığını özelleştirip rant devşirme, yoksulun toprağını elinden alma yolunda kullansın.

Örneğin despotik kleptokrasi özellikleri gösteren bir rejimden, iktidar partisi ile devletin özdeşleştiği bir siyasal ortamdan söz ediyor olalım. Bu iktidar partisi, tek kişide topladığı yetkiler aracılığıyla otokrasiye yönelmiş olsun. Geçmişte işlerliğini kanıtlamış tüm kamu kurumlarının içini boşaltsın; emeğiyle geçinmeye çabalayan ve emeğini satarak yaşayıp emekli olmuş olan çok büyük bir yurttaş kitlesinin alım gücünü bu kurumlar aracılığıyla günden güne azaltsın. Onlara verilen maaşları hileli göstergelerle düşürsün ve yığınları yoksullaştırsın. Bir başka anlatımla ve amiyane bir deyişle, çalışan ve emekli yurttaşını sürekli kazıklasın, süründürsün. Yandaşı olan şirketlere usulsüz ihalelerle yaptırdığı gerekli-gereksiz köprü, tünel, havaalanı vb yapılar için fahiş garantiler vererek bunlardan yararlanan-yararlanmayan tüm yurttaşlarını soysun. Bir takım fonlar kurup, onları kendine bağlayarak her türlü denetimi devreden çıkarma yollarını bulsun. Bunlar da yetmesin; gözünü ve yandaşını doyurmak ve siyasetini finanse etmek için olağanüstü vergilerle halkını ezsin; özellikle orta sınıfı yok etsin. Bütün bu kötülükleri engelle karşılaşmadan yapmak için yasama organını kendine tabi kılsın. Rousseau’nun yüzyıllar öncesinden gelen “halkın onaylamadığı bir yasa yok hükmündedir” sözüne nazire yaparcasına, yasama meclisinden istediği –ve çoğu halkın çıkarına olmayan- her yasayı çıkarsın, muhalefetin önerdiği ve –halkın yararına bile olsa- beğenmediği hiçbir yasayı çıkarmasın. 

Yurdu ve kişisel varlığı yıllardır adeta talana uğrayan yurttaşların yüzleri gülmez olsun ve onlar da, en altta kalmamak için birbirlerine kazık atmaktan başka çarelerinin kalmadığına inanır olsunlar. Tüm toplum ve tüm kurumlar çürüsün. Baştakilere bakan yurttaş kuralsızlığı kural edinsin. Kayırmacılık eğilimi liyakatsiz kişileri her kademede söz sahibi yapsın ve bu arada ülkenin kuruluşuna temel olmuş değerler sürekli aşağılansın. İnsanlar marketlerde,  kötü yönetim yüzünden yiyeceklere bakıp hiçbir şey alamadan yutkunarak geçsin. Genç kuşaklar iç karartıcı duruma bakarak umudunu yitirsin ve becerebilenler yurt dışına kaçsın. İktidar sahipleri, bu uygulamalarına kılıf olarak da kutsal kavramları kullansın; “bu dünyada mutsuz olun ki, öbür dünyada cennete gidesiniz” telkininde bulunsun. Bir yandan “şehadet” mertebesine ulaşanlara imrendiğini öne sürerken kendi çocuklarını askerlik görevinden bile muaf tutsun; halk çocuklarını din öğretisini matematik ve fen derslerine yeğ tutan okullara yönlendirip kendi çocuklarını kaliteli eğitim veren kolejlerde okutsun. Yalan o kadar çoğaltılsın ve genelleştirilsin ki, seçmen gerçeği bulmakta zorlansın. Bu siyasal edimlerin ahlak ile açıklanması olanaklı mıdır? 

Aslında bu politika, salt Makyavelist bir ahlak aşımı ile değil, daha çok lumpenlikle açıklanabilir. Alman düşünürü Kant, 18. yüzyıl sonunda ahlak ile politika arasında ayrım yapma ilkesini tartışmaya açmış ve politikacılara “yılan gibi kaygan ve becerikli olmayı öğütlerken ahlakın daima o yılanın hareketlerini kısıtlayıcı bir koşul olması gerektiğini” belirtmişti. Kant ve takipçileri, belki de yukarıda betimlendiği türden iktidar sahiplerini hayal bile etmedikleri halde, politikada ellerin kirletilmemesi hususunun altını daima çizmişti. 

İktidar-muhalefet ilişkisi

Yine bir otokrasi, bir tek adam iktidarı düşünün; yurttaşına sunacak hiçbir vaadi kalmamış olsun. Konumunu korumak için tek yolun, bir şeyler yapmak değil muhalefeti engellemek olduğunu düşünsün. Bu durumda, inceleme konusu olarak ele aldığımız örnekteki iktidar için konumunu korumanın tek yolu muhaliflerini etkisizleştirmektir. Bu amaçla seçebileceği yol da, eğer muhalefet yerel yönetimlerde söz sahibi ise o yerel yönetimleri merkezi iktidarın elinde tuttuğu olanaklardan yararlandırmamak, dolayısıyla buralarda yaşayan seçmenleri hizmetten yoksun bırakmak olabilir. Montesquieu “iktidar, iktidarı durdurabilmelidir” demiştir. Ancak varsayalım ki, örneğimizdeki iktidarın freni yoktur; kendini durdurma mekanizmalarını yok etmiştir. Muhaliflerini neredeyse gerekçesiz hapse atmaktan ve onları itibarsızlaştırmak için halktan topladığı parayla propagandasını yürüten kampanyalar yaptırmaktan geri durmaz.

Bilinçli seçmeni, savlarının ve edimlerinin haklılığına inandırmakta zorlandıkça ceberutlaşıp farklı yöntem arayışına girebilir. Bu çerçevede, bir kesimi zaten zindana atılmış muhaliflerini şantaja tabi tutup onları, yakınlarına da kötülük yapmakla tehdit edebilir. Aralarından kırılgan veya omurgası esnek olanlarını ayartarak kendi saflarına çekip aklınca güç gösterisi yapabilir; kazanamadığı yerel yönetimlere becerebilirse bu yöntemle çökebilir. Bu bireysel işlemlerle de yetinmez ise, seçmen nezdinde kendisinden fazla rağbet gören ve iktidara yakın görülen muhalif partiyi türlü kumpas ve desiselerle çökertmeye çalışabilir. O partinin yönetiminden uzakta kalmış eski politikacıların hırslarını tahrik ederek yargıyı alet edip partiyi bölmeye çalışabilir. Aslında bu aşamada, adalet anlayışı çökmüş olan, haklılık ve ahlak kavramlarından uzaklaşan ve salt tekeline sahip olduğu şiddete ve kolluk gücüne dayanan bir kamu yönetiminin bir tür çetecilikle özdeş görülebileceği akla getirilmelidir.

Demokrasi ve siyaset

Ahlak ile ilişkisi yukarıda tanımlanan politikanın demokrasi ile ilişkisine de bir göz atmak gerekir. Önce, “halkın egemenliği” demek olan demokrasinin temelini oluşturan ana ilkelerden dördünü sayalım: Temel özgürlüklere saygı; kuvvetler ayrılığı; özgür seçimlerin eşit koşullarda düzenli olarak yapılması; siyasal çoğulculuk.

Öncelikle demokrasinin tanımı olan “halkın egemenliği” aşamasında bulunulup bulunulmadığı ele alınmalıdır. Eğer, inceleme konusu örnekte, bir kişinin dediği halkın dediğini geçersiz kılıyorsa, zaten demokrasinin ilke veya koşullarını incelemeye gerek dahi yoktur. Ancak biz, yine de gerçek olduğu varsayılan uygulama örneklerine bakalım. Bu örneklerde temel özgürlüklere saygı var mıdır? Sözgelimi köylülerin, tapulu topraklarını üzerindeki ağaçlarla birlikte koruma özgürlüğü bir kişinin imzasıyla çıkan kararlarla ortadan kaldırılıyor mu? Kadın haklarını koruyan bir sözleşme, “egemen” olduğu varsayılan halka sorulmadan yine bir gecede iptal ediliyor mu? Anayasal birer hak olan gösteri-yürüyüş özgürlüğü ve ifade özgürlüğü yurttaşlar tarafından serbestçe kullanılabiliyor mu? Uzatmayalım, çünkü bunlara uymamayı göze almış bir iktidarın çiğneyebileceği tüm hak ve özgürlükleri saymaya sayfalar yetmez.

Kuvvetler ayrılığından söz edebilmek için yasamanın ve yargının, yürütmenin iradesinden bağımsız olması gerekir. Bir yasanın, yürütme erkini kendinde toplamış kişinin iradesinden tamamen bağımsız olarak yasama meclisinden geçmesi veya geçmemesi olanaklı mıdır? Yargı, söz konusu örnekte bağımsız mıdır; yoksa iktidarın/iktidar partisinin araçsallaştırdığı taraflı bir yaptırım gücü gibi mi kullanılmaktadır? Özetle, böyle bir örnekte yargı bağımsızlığından ve tarafsızlığından söz edilebilir mi?

Seçimler, eldeki örnekte, kuşkusuz ki iktidarın kendisi için en elverişli gördüğü anda da olsa, şimdilik düzenleniyor olsun. Çağımızda partilerin görüşlerini seçmene iletme yolu, tek tek mitinglerden çok, sözlü ve basılı yayın gibi kitle iletişim araçlarıdır. Muhalif partilere de, bu araçlara, iktidarınki ile eşit erişim olanağı sağlanıyor mu? Devletin yönetim birimlerindeki temsilcileri olan valiler, kaymakamlar, emniyet müdürleri iktidardan emir almayı kabul etmeyip muhalefeti engellemekten kaçınıyor mu? İktidar, seçim zamanı geldiğinde her türlü etik anlayışı elinin tersiyle itip yalana dolana sorumsuzca başvuruyor mu? Seçmen kütükleri oluşturulurken ve seçim günü oy sayımında her türlü hileye kapı açılıyor mu? Eğer bu sorulara gereken yanıtları veremiyorsak demokrasiden bahsedebilir miyiz?

Siyasal çoğulculuk, yasaksız bir siyasal ortam varsayımına dayanır. Eğer iktidarın başındakiler kendilerinden daha çok oy alacağını varsaydıkları rakiplerini siyasetten alıkoyuyor, onları hapse tıkıyorsa çoğulculuk var mıdır? İktidar kazanırken “milli irade” kavramı yüceltilmişken aynı milli iradenin farklı bir seçime yönelmesi, her türlü yasal görünümlü hile ve desise ile önlenirse iktidarın değişmesi yolu –yani çoğulculuk ortamı- kapatılmış olmaz mı? İktidar için tehlike arz eden partilerin engelle karşılaştığı, seçmen tarafından sevilen muhalif kişilerin yasaklandığı bir ortamda çoğulculuk koşulu yerine gelmiş olur mu?

Direniş hakkı

Bütün bu çıkarımlar ışığında, mevcut olduğunu varsaydığımız ve örnek olarak incelediğimiz ülkede ne “ahlaklı” bir siyaset ne de “demokrasi” vardır. Öte yandan direnme hakkı, evrensel olarak tanınmış bir insan hakkıdır. Kapsamı tartışmalı olmakla birlikte, şiddet içermeyen sivil itaatsizlik eylemleri despotik anlayışları geriletebilir. Bunun bir örneğini, Güney Afrika’da “apartheid” rejimine karşı sivil itaatsizlik eylemi düzenleyen siyahi Afrikalılar göstermiştir. Bir başka şiddet içermeyen örnek, vaktiyle ABD’de eşit işe eşit ücret talep etmiş Amerikalı kadınların eylemleridir. 

Düşünürler, tarih boyunca ve özellikle “aydınlanma” döneminde, devredilemez ve vazgeçilemez insan haklarına ilişkin tartışmalara girişmişlerdir. Ancak bunlardan en veciz biçimde ifade edilmiş olanı, 17. yüzyıl İngiliz düşünürlerinden Locke’un, vazgeçilemez insan hakkı olarak saydığı haklardır: “Yaşam hakkı, özgürlük ve mülkiyet hakkı”. Bunların –en az birisinin- tehlikeye girdiği siyasal ortamlarda barışçıl sivil direnme hakkı doğar.